Kadir Akaras
Son zamanlarda İslâm coğrafyasında gelişen olayların, dünyanın gündemini oluşturmakta olduğunu ve bu sayede etnik ayrışmalarla kavgaların körüklendiğini üzülerek görmekteyiz.
ABD emperyalizminin öncülüğünde başlatılan demokratikleşme seferleri (!) (Haçlı Seferleri) Afganistan'da başlayıp Irak'ta doruğa çıkmıştır. Bu gelişmeler sonucu ne yazık ki, bir yandan kan ve gözyaşı akıtılmakta, diğer yandan insan haklarından söz edilerek yeni savaşlar ve saldırıların sinyalleri verilmektedir.
Emperyalizmin Ortadoğu'daki başlıca hedefinin, gasıp İsrail rejiminin güvenliğini sağlamak olduğundan aklıselim sahibi hiç kimsenin kuşkusu yoktur. Dolayısıyla bu gayrimeşru ve işgalci rejimi potansiyel olarak tehdit eden her toplum, emperyalizmin hışmına uğramakta ve bir dizi baskılar ve yaptırımlara maruz kalmaktadır.
Arap-Sünnî ülkeler, Şiî hilalinden korkutularak şefkatli dadı rolündeki ABD'nin kucağına çekilmekte, Pakistan "eski tas, eski hamam" ihtilaller koleksiyonunu zenginleştirmekte, insan hakları ve demokrasi evliliğinden sakat doğan Irak bebeği etnik çatışmalarla meşgul edilmekte ve içinde yaşadığımız ülkemiz ise, bir anda PKK terör örgütü tarafından eylemlerin sıklaştırılmasıyla baskı altına alınması istenmektedir. Bütün bunlar, büyük bir oyunun sergilendiğini göstermek açısından çok önemli göstergelerdir. Her toplumu bir şekilde meşgul ettikten sonra atılması gerekli adım atıldı ve Filistin halkının seçilmiş Hamas hükümeti baypas edilerek seçimlerde yenilgiye uğrayan Abbas hükümeti Arap şeyhlerinin desteğiyle Filistin halkının meşru (!) temsilcisi olarak Annapolis Konferansı'na çağırılarak, "sözde barış, özde diplomatik linç" masasına oturtuldu.
"Bütün bu çabalar, plânlanan amaca ulaşacak mı?" diye sorarsanız, elbette ki "Hayır!" diyeceğiz. Çünkü halkın olaylara refleksi, fildişi kulelerde oturanların plânladığı gibi olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır. Bunu ispatlamak için uzun uzadıya toplumsal refleksler haritası sunmayacağım. Lübnan ve Filistin'de yaşanan 60 yıllık uzun bir tarih, yeteri kadar ipuçları veriyor gözlemcilere.
Kaldı ki, dünyada hızla gelişen İslâmî uyanış ve adalete olan özlem, adil olmayan tüm çözümleri şüphesiz etkisiz kılacaktır.
Zira çözümler; artık devletlerin masasında değil, toplumların vicdanında şekilleniyor. Şunu unutmamalıyız ki, genel manada doğu, özel manada Ortadoğu toplumlarının kendilerine has yapılarının yanı sıra, refleks ve tepkilerini oluşturan en önemli unsur dinî hassasiyetleri ve bilinçleridir.
Geçtiğimiz yıllarda bilincin azlığı bu toplumları bilinçsiz refleks vermeye itmiş ve kısmen de terörize etmişti. Ancak bilinç seviyesinin son yıllarda artmasıyla sosyal refleksler, yerini bilinçli tepkilere bırakmış ve daha başarılı sonuçlar elde etmeyi sağlamıştır. Bu da emperyalizmi ve bölgesel işbirlikçilerini derinden sarsmıştır. Artık ne olursa olsun etnik kışkırtmalar istedikleri sonuçları vermiyor, farklı mezhep ve dinlere mensup insanları kolayca kardeş kavgasına düşüremiyorlar. Ortadoğu toplumunun mensup olduğu barış ve kardeşliği esas alan İslâm dini insanlar tarafından daha iyi anlaşıldıkça, huzur ve refah da o toplumlarda artmakta, emperyalizmin umutlarını söndürmektedir.
Müslümanlığın Sünnî ve Şiî ekollerine mensup insanlar artık kardeşçe yaşamasını biliyor, birbirlerinin kaynaklarını okuyor, aynı çatı altında ibadet ediyor ve âlimlerini dinleyebiliyorlar. Bir olmak, iri olmak ve diri yaşayabilmek için karşı tarafın tezlerini ve önerdikleri çözüm yollarını dinleyebiliyorlar.
Öteden beri İslâm toplumunun birlik ve dirliğini sağlamanın tek yolunun imamet ve velayet sistemi olduğunu savunan Ehlibeyt Ekolu bugün de bu sistemi savunmakta ve daha fazla ihtiyaç duyulduğunu vurgulamaktadır. Şia Ekolü'ne mensup âlimler, dünyamızın barış ve huzura erişmesi için yapılan çeşitli toplantılarda bu tezi gündeme getirmekte ve ilmî münazaralarda bu sistemin İslâmî kaynaklarını anlatmaktadırlar. İmamet ve Velayet sisteminin gündeme taşınması, Sünnîleri Şiîliğe davet etmek değil, Müslüman toplumların birliğini sağlamak içindir. Bunu kendimizden değil, sevgili Peygamberimizin reyhanesi Fatıma'nın (s.a) sözünden anlıyoruz.
"Ehlibeyt'e itaati, din için bir düzen (halkın düzene girmesi için) farz kıldı; imametimizi tefrikadan korunmak için gerekli kıldı." (Bk. Hidayet Önderleri, c.3, s.183)
İslam dünyasında vahdet ve kardeşlik çalışmaları ve Irak’ın yakın geçmişine damgasını vurmuş ünlü tarihçi ve yazar Allame Askeri, İmamet ve Velayet tezinin sadece bir mezhebe has olamayacağını, İslam’ın özü ve Müslümanların geleceğini kurtarabilecek bir yol olduğunu vurgulayan alimlerden biridir.
Nisan 2007 tarihinde Uluslararası Tahran Kitap Fuarı'na katılmıştık. Tahran'ın kuzeyinde çok geniş bir alanda yapımı devam eden Musalla (Cuma namazının kılındığı mekân) alanı aynı zamanda fuarın yapıldığı yer idi.
On gün süren bu fuar çerçevesinde birçok yazar ve şahsiyetle görüşme fırsatı yakaladık. O şahsiyetlerin biri de, Merhum Allâme Askerî idi. İslâm dünyasının yakından tanıdığı bu eşsiz şahsiyet, ilmî araştırmaları ve eserleri yanında, bölgenin yakın siyasî tarihinde rol alması ve hassas gelişmelere şahit olmasıyla da tanınmaktadır. Allâme, Necef ilim havzasının önemli şahsiyeti olarak Bağdat'ta birçok okullar, üniversiteler ve sağlık merkezleri kurarak önemli hizmetlerde bulunmuştur.
Şehit Muhammed Bâkır es-Sadr, Ayetullah Asıfî gibi büyük şahsiyetler ile birlikte oluşturulan ekibin aktif üyesi olmuş, Baas partisinin kurulduğu 1960’lı yıllarında, Davet (bugünkü yaygın deyimle Dava) partisini kurarak Irak'ın siyasî hayatına şekil vermişlerdir.
Suriye, Lübnan, Körfez ülkeleri ve son olarak İran'da yaşayan bu şahsiyetin en önemli çalışması, bu ülkelerde kurduğu eğitim merkezleridir. Öyle ki, bugün Irak'ta başbakanlık yapan İbrahim Caferî ve Nuri el-Malikî, bu merkezlerde yetişen şahsiyetlerden sadece birkaçıdır.
Fuar için Tahran'da geçirdiğimiz günleri ganimet bilip Usul-u Din Fakültesi'nin dekanı olan oğlundan randevu alarak Merhum Allâme'nin ziyaretine gittik. Böbrek yetmezliğinden dolayı haftanın 3 günü diyalize girdiği için ziyaretin kısa tutulması istendi. Bu sebeple biz de görüşmemizin on beş dakikada bitmesini plânlamıştık. Ancak üstadın kendi inisiyatifiyle bir saatten fazla sürdü mülakatımız. Allâme Askerî'ye son ilmî çalışmaları hakkında sorular sorduk. Kendi çalışmalarını anlatırken aynı zamanda araştırma yöntemlerinden bahsediyor, Müslüman yazarların ve araştırmacıların büyük sorumluluklarına vurgu yapıyordu. Allâme Tabatabaî, Mutahharî gibi yazarların eserlerinin mutlaka okunması ve okutturulması gerektiğini söylüyordu. Allâme Tabatabaî'nin yazmış olduğu değerli el-Mizan tefsirinin Türkçeye tercüme edildiğini ve 8. cildinin yayınlandığını söylediğimizde, çok sevinmişti. Tabi onu bu kadar sevindiren bir iş yapabildiğimiz ve onun duasını aldığımız için biz de çok sevinçliydik.
3. ciltten oluşan ve kendisine ait Ehlibeyt ve Ehlisünnet Ekolleri kitabının Türkçe olarak yayınlandığını söyleyip örneğini kendisine takdim ettiğimizde ise, büyük şahsiyetlere özgü tevazu hâliyle teşekkür etti, hiçbir karşılık beklemeden kalemi eline alıp, kendisine örnek olarak takdim ettiğimiz kitabın ilk sayfasına hayır duasıyla birlikte tüm eserlerinin Türkçe yayın hakkını yayınevimize verdiğini yazarak bizlere büyük bir mükâfat vermiş oldu.
Aynı zamanda büyük bir tarihçi olan üstada, tarih okuma ve yazma metoduyla ilgili soru sorduğumuzda, tarihin çok zor ve çelişkilerle dolu bir dal olduğuna vurgu yaparak, birtakım ölçüler olmaksızın tarihî kaynakların yanıltıcı olabileceğini söyledi ve sözlerini bazı örneklerle pekiştirdi.
Zaten kendisi de, tarihî araştırmalarda konuyla alakalı tüm kaynakların hiçbir mezhebî kaygı taşımaksızın gözden geçirdiğini bir metot olarak izlemiş ve bu metodu bize de tavsiye ediyordu.
Bu yöntemi sağlıklı bilimsel bir yöntem görmekle birlikte, bunun, farklı mezhep ve fırkalara mensup insanların birbirlerini daha sağlıklı tanımaya yardımcı olacağını ve böylece vahdet olgusuna daha kolay ulaşabileceğini anlatıyordu.
94 yıllık bir ömrü araştırma ve vahdeti sağlama yolunda geçiren bu takva ve tevazu abidesi şahsiyeti daha fazla yormamak için kendisinden müsaade isteyip huzurlarından ayrılıyoruz...
Buruk bir sevinç hâkimdi hepimize...
Üstadı ziyaret etmenin sevincini yaşamanın yanı sıra, fiziksel görüntüsüyle beka diyarına irtihalinin yakınlığını hissettiğimizden dolayı da derin bir hüzün içerisindeydik. Nitekim çok uzun bir zaman geçmeden, Eylül ayı itibariyle bu ilim çınarını da kaybettik. Allah kendisini Evliyaullah ile haşretsin. Sevenlerine sabırlar ihsan etsin. Her ne kadar hiçbir ilim şahsiyetinin vefatıyla boşalan gedik doldurulamaz; ancak bu bayrak asla düşmeden devam edecek ve nice ilim erbabı, açılan bu çığır sayesinde İslâm dünyasına faydalı işler ve eserler sunacaktır.
Allame askeri’yi daha yakından tanımak için kısaca biyografisini ve hayatını kendi diliyle anlatan bir röportajını sizlerle paylaşarak bu çınar şahsiyeti gönüllerimizde yaşatmayı vefa olarak değerlendiriyorum.