Bazılarına göre, İslam’ın ilk yıllarından bu yana oldukça fazla zaman geçtiğinden çağımızda mezhep ve imamet konusunda konuşmanın bir anlamı yoktur. Hatta zarar ve ziyan vericidir.
Zira bu konular yüzyıllar önce yaşanmış ve kapanıp gitmiştir. Peygamberden sonra halife ve yerine geçecek kişinin kim olduğu ve kim olmalıydı? Acaba Hz. Ali mi, yoksa Ebu Bekir mi? gibi konular çağımızda faydasız, hatta belki bu konular bu zamanda fitne, kavga, kin ve nefretin oluşmasına sebep olmaktadır. Başka bir ifadeyle mezhepler arası vahdet ve yakınlaşmaya ivedilikle ihtiyaç duyulan bu zamanda, neden ihtilaf yaratıcı böyle konular gündeme getirilmektedir?
Biz, burada yüce Allah’ın lütfü ile bu çağda imamet konusunun fayda ve eserlerine değineceğiz.
1- Vahdetin Hakikati
Vahdet konusuna oldukça önem verildiğinden öncelikle bu kelimenin gerçek mefhumuna bir göz atalım: bir birine feda edilemeyecek ve kendi yerlerinde önem verilmesi gereken iki terim ve başlık olan şu iki noktaya dikkat etmemiz gerekmektedir: Birisi İslam ümmetinin vahdeti ve bütünlüğü ötekisi ise İslam’ın özünün korunmasıdır.
Hiç şüphesiz tüm Müslümanların bu hanif dinin korunması ve onun yayılması için çaba sarf etme görevi vardır. Dolayısıyla her kesin bu yolda ağır mesuliyeti vardır. Öte yandan İslam’ın temellerini yıkmak ve ortadan kaldırmak için çalışan İslam düşmanları Müslümanların ortak düşmanlarıdır. Dolayısıyla Müslümanlar birlik olarak İslam ve Müslümanların korunması için çaba sarf etmek zorundadırlar. Ancak bu o anlama gelmiyor ki öteki görevlerimizden sarfı nazar edip, İslam’ın tartışmasız hakikatlerini beyan etmekten el çekelim. Asla vahdet ve birlik konusunu ilke ve amaç karar kılarak İslam’ın hakikatlerini fer’i sayıp, ona feda etmemeliyiz. Bilakis tam tersi, eğer İslam, Müslümanlar arası birlik ve vahdeti vurgulamışsa dinin korunması ve muhafazası için bunu emretmiştir. Hal böyle iken “vahdet” konusuna oldukça fazla önem verip din ve mezhebin bazı ilkelerinden el çekmek veya bu konuyu savunmak için yersiz gerekçeler öne sürmek mümkün olabilir mi?
Tarih ve Peygamber efendimizin (s.a.a) siyeri bu konunun en büyük şahidi ve teyit edicisidir. Peygamber efendimiz (s.a.a) Ümeyye oğullarının Hz. Ali (a.s) ve Haşim oğullarıyla muhalif olduğunu ve bir grup insanın asla Hz. Ali’nin velâyeti ve sultası altına girmeyeceğini ve onun imametini asla kabul etmeyeceğini bilmesine rağmen, bu konuyu hak ve hakikatin beyan edilmesine feda etmemiş ve Hz. İmam Ali’nin velâyet ve imametini açıklamıştır. Bilâkis 23 yıllık bi’set döneminde her nerede ve her ne şekilde mümkün olduğunda imam Ali’nin (a.s) imamet ve velâyetini insanlara açıklamıştır. Hâlbuki kesin olarak ölümünden sonra bu konuda ihtilâf edeceklerini biliyordu. Bilâkis bu ihtilâf imam Mehdî’nin (Allah zuhurunu çabuklaştırsın) zuhuruna kadar devam edecektir. Peygamber efendimiz (s.a.a) Hz. Ali’nin imameti konusunda kıyamet gününe kadar ihtilâf olacağını bilmesine rağmen neden bu kadar Hz. Ali’nin velâyeti konusuna vurgu yapmıştır? Öyle ki hatta Gadir-i Hum günü tüm şüphe ve tereddütlerin ortadan kaldırılması için Hz. Ali’nin elini kaldırarak herkese Hz. Ali’nin velâyetine verdiği önemi göstermiştir.
Burada net bir biçimde ortaya çıkmaktadır ki hak ve hakikatin açıklanması asıldır ve hiçbir durumda ondan sarfı nazar edilmemelidir. Hatta bu hakikatlerin açıklanması Müslümanlar arasında iki safın açılmasına ve iki grubun oluşmasına sebep olsa bile. Ancak bu Müslümanların bir birine canına düşmesi ve bir birlerini ortadan kaldırmaları anlamında değildir. Bilakis kendi düşüncelerini beyan ederek, bir birlerine tahammül etmeleri ve güzel bir dille kendi düşüncelerine tabi olmaları istenmelidir. Aynı zamanda ortak düşmandan gaflet edilmemelidir. İmam Hüseyin’in (a.s) kıyamı da bizim iddiamıza güzel bir delil ve şahittir. Zira Hz. Hüseyin (a.s), kıyamının iki grup arasında niza ve tartışmalara sebep olacağını bilmesine rağmen asla Müslümanların ittihadından dolayı emri bil maruf ve nehyi anil münker aslından ödün vermemiştir.
İmam Ali’nin (a.s) siyer ve yöntemi de bu konuya şahitlik etmektedir. Zira bazılarına göre Hz. Ali Talha, Zübeyr ve Muaviye’ye yersiz bazı imtiyazlar vererek “Cemel” ve “Sıffın” savaşlarını engelleyebilirdi. Ve bununla Müslümanlar arasında oluşabilecek ihtilafların önü alınır ve binlerce kişi bu konuda ölmemiş olurdu. Ancak Hz. Ali (a.s) asla İslam’ın asıllarından, hak, hakikat ve İslam şeriatından ödün vermemiş ve bu hakikatlere göz yummamıştır.
Dolayısıyla “vahdet” kavramının hakikati, daha doğru tabiriyle “ittihad”ın anlamı; kendi kesin ve kati inançlarını koruyarak, ortak düşmanların karşısında birlikte hareket ederek düşmanlardan gaflet etmemek anlamındadır. Ayrıca bunun anlamı bilimsel ve taassuptan uzak münazara ve tartışmalardan uzak olmak anlamında değildir. Bunların tümü gerçekte İslam şeriatının korunması anlamındadır.
Bundan dolayıdır ki imam Ali (a.s) Sıffın savaşının en şiddetli olduğu saatlerde namaz vaktinin girip girmediğini sormakta, ona cevaben savaşın ortasında ne namazı? Diyenlere verdiği cevapta şöyle buyurmaktadır: “Biz, namazın ikame edilmesi dışında mı savaşıyoruz? Dolayısıyla hiçbir zaman hedefi vesileye feda etmemeliyiz.
El Ezher Üniversitesi rektör yardımcısı ve İslam mezhepleri arasında diyalog komitesi başkanı Şeyh Muhammed Aşur, bu konuda çok doğru açıklamalarda bulunmuştur. Şeyh Aşur, şöyle söylemektedir: “İslam mezhepleri arasında takrip düşüncesinden maksat, tüm mezheplerin bir yapılması ve kendi mezheplerinden el çekilmesi değildir. Bu takrip düşüncesini boşluğa çekmekten başka bir şey değildir. Takrip, bilimsel bahis ve münazara payesinde olmalıdır. Böylelikle bu bilimsel silahla hurafelerle mücadele edilmeli ve her mezhebin bilim adamları bilimsel bahislerle bilgilerini bir birlerine sunmalı, böylelikle sakin bir ortamda münazaralar edilerek güzel sonuçlar alınmalıdır.”[1]
Her mezhep ehli müşterek noktalara bakışlarıyla evrensel bir toplumda yaşamak için gereken birlikteliği sağlayacaktır. İhtilâflı noktalara bilimsel ve tahkik içerikli kalıplarda bakılırsa da, başkalarının düşünce ve görüşlerine ulaşmak için çaba ve bilimsel araştırmaların yapılmasına sebep olunacaktır.
Taassupların nefyedilmesi hakikatlerden el çekmek anlamında değildir. Bilakis inanç ilkelerinin bilimsel ve uzmanlık payesine oturtmak anlamındadır. Bu hem araştırma ve tahkik konusunda hem de diyalog ve söyleşi konusunda geçerlidir. Böylelikle bu düşünsel düzende mezhep taraftarlarının yolları, hoşgörü ve huşunet ortamlarından uzak bir biçimde şekillenmiş olacaktır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] — Takrip düşüncesini okumak, İskenderi, s. 32