Aşûrâ; bugün Kâbe’nin bulunduğu noktada ilk Tanrı elçisi Adem’in ilk tebliği yaptığı gündür. Medeniyet’in başlangıcıdır. (M.Ö. 5594 yılı 10 Ekim/10 Muharrem): Musevîler bugüne “Büyük Gün” (Yom-i Kipur) adını vermişlerdir. M.Ö. 5593 yılı Eylül ayının 10. günü de Kâbe’nin ilk binasının, insanlık için ilk “Beyt” olarak açıldığı tarihdir. Aşağı yukarı M.Ö. 4550 yıllarında, Adem’in tebliğ ettiği “Din”in karşısına bâtıl bir “dîn” çıkarılmış, “Ba’al, Yaûk, Nasr” gibi bâtıl ilâhlar uydurulmuş, bunların putlarına tapınma başlamış iken Nûh Peygamber insanlığı tekrar “din”e çağırdı. Tufan olayından (M.Ö. 4500) sonra, Kâbe bölgesi, yavaş yavaş yine Kabîlelerin yaşamaya başladığı bir yöre oldu ise de Kâbe tekrar bina edilmiş değildi. M.Ö. 1700 yıllarında, Tufan’dan (3000) yıla yakın bir zaman geçtikten sonra, Hazret-i İbrahim’e (A.S.) “Din”in adı verildi: İslâm! Artık özel bir ada gerek vardı. Çünkü insanlık arasında Allah’ın gerçek ve tek Dini’ne karşı bâtıl ve kavmî dinler icat edilmiş idi. İbrahim Peygamber, (70) yaşından sonra Allah’ın kendisine İhsan ettiği İsmail’ (A.S.)i Allah yolunda şehit vermeye hazır olup olmadığı konusundaki imtihanında başarılı olup İsmail (A.S.) de şehit olmaya hazır olduğunu beyan edince; İsmail’in değil İsmail’ (A.S.) soyundan büyük kurbanın şehit olacağı, büyük insanlık şehidinin, Son Peygamber’in (S.A.) torunu ve O’nun vasîsi Emîrül-mü’minîn ile kızı Fatıma’nın oğlu Huseyn olacağı Hazret-i İbrahim’e bildirildi. Allah’ın İbrahim’e İsmail’den sonra bağışladığı Ishak’ın (A.S.) oğlu Yakub’un (A.S.) soyundan gelen bütün Benî İsrail Peygamberleri de, diğer kavimlere gönderilen Peygamberler de Huseyn’in “Zibh-i Azîm” olacağını biliyorlardı. Ne var ki, M.Ö. 600 yıllarında başlayıp M.Ö. 540 yıllarına kadar süren Bâbil Esareti’nden sonra, Kitab’ın yer yer tahrifine engel olunamadı. İsmail yerine Ishak ikame edildi ve İsmail soyundan gelecek büyük kurban, gökten indirilen kınalı koça döndürüldü. Buna rağmen, bugünkü “fundamentalist yahudiler”e tekabül eden “Ferisîler”, “siyonistler”e tekabül eden “Sadukîler”den başka, bir de îmanın ve vahyin özünü yitirmemiş olan yahudîler vardı. Bunların da büyük çoğunluğu, Hazret-i İsa’nın yerine onun uğruna çarmıha gerilen Havarî olayından ve Hazret-i İsa’nın “gaybet”inden sonra Paulus tarafından Hazret-i İsa’nın “Büyük Kurban” olduğuna inandırıldılar. Oysa Hazret-i İsa Mesih idi. Büyük Kurban olayı için daha (600) yıl kadar bir süre vardı. Paulus, babasız doğma mucizesine mazhar olan Hazret-i İsa’yı Roma İmparatorluğu’na kabul ettirebilmek için maalesef “İlk Günah= Zelle-i Asliyye= Péché originel= Erbsünde” kuramını ortaya attı. Oysa Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin (Genesis) kitabının tahrifinden önce veya sonra hiçbir Benî İsrail Peygamberi “İlk Günah”dan bahsetmemişti. Hazret-i İsa da böyle bir şey söylemiş değildir. Ayrıca “babasız doğma” gerçeğini de kabul ettirebilmek için, Hazret-i Mesih’in “Tanrı oğlu” olduğu inancına yol açan iddiaları ortaya attı. Buna rağmen, Hazret-i Mesih’e îman edenler arasında saf îman sahibi kimseler de vardı. Kur’an vahyi ile; “Büyük Kurban” (Zibh-i Azîm) olayı ve gerçeği tekrar insanlığa bildirildi (Sâffat Suresi). Kevser Suresi ile de Resûl-i Ekrem’e (S.A.) özel olarak bu gerçek vahyedildi. M.S. 680 yılında gerçekleşen bu büyük olaya rağmen, gaflet batağına batmış olarak uykusunu sürdüren insanlığın çoğunluğu uyanmadı.
Huseyn Büyük Kurban’dır. Fakat bu kurbanı veren kimdir? Hıristiyanlığın “İlk Günah” kuramı, bu sorunu çözemez. Bu doğmaya inananlar, sonuçta en iyi ihtimal ile, “Allah’ın, kendi gazabını ve la’netini dindirmek ve insanlığı bu la’netden kurtarmak için, hâşa kendi varlığından yaptığı bir fedâkârlık, kendisinden verdiği keffâret ve kurban” olarak Hazret-i Mesih’i görürler. Oysa Allah Kaadir-i Mutlak’tır. İnsanlığı bağışlayabilmek için de kendisinin yine kendisine keffâret vermeye hâşâ ve aslâ ihtiyacı yoktur.
Bu yanlışlığı bertaraf etmeye kalkışanlar daha büyük bir yanlışlığa düşer ve Hazret-i İsa’yı –hâşâ- “Şerr”in sonuçlarını bertaraf etmek için verilmiş bir kurban olarak görürler. Bu da –neuzubillâh- insanı güçlü bir Şer Tanrısı’nın varlığını kabule kadar götürebilir. Böylece, tevhid inancı yerine düalizm’e düşülmüş, İblis; tanrılaştırılmış olur.
Oysa büyük kurban Huseyn’dir ve burada “kurban”ın keffâret anlamı yoktur. Bu kurbanın anlamı “şehâdet”dir ve kurbanı veren de başta Huseyn, sonra da ceddi, babası, annesi Fatıma, kardeşi Hasan ve oğlu İmam Zeyn-ul Abidîn, diğer imamlar ve kızkardeşi Zeyneb ve Ummu Kulsûm ile kızı Sekîne’dir. Huseyn ve yakınları bu şehâdete râzı olmuşlar, Allah’a teslim olmuşlardır. Bütün Kerbelâ şehitleri de bu “Büyük Kurban”a tâbi ve feyzine dahil olmuşlardır. Huseyn için, Kerbelâ şehitleri için gözyaşı dökenler, Huseyn’i sevenler, şehadetinin anlamını bilenler de felâha erer. Huseyn Nefs-i Mutmainne dir ve Allah’dan râzı ve Allah da ondan râzı olarak Rabbi’ne dönmüştür (Fecr Suresi, 27-30). Burada “Nefs-i Mutmainne” Tekvir Suresi’ndeki “Mev’ûde”nin de kapsamına girer: “Mev’ûdeden sorulunca / hangi suç yüzünden öldürüldüğü” /Tekvir, 1-8).
Huseyn’in şehâdeti, insanlığın günahına keffâret kurbanı değildir. Herşeyden önce sorumluluk şahsîdir. Atanın günahı yüzünden oğul sorumlu olmaz. Ayrıca, kimse kimsenin yükünü yüklenemez. Huseyn’in şehâdeti insanlığın keffareti değil, insanlığa Nûr’dur, örnektir. Zillet’e karşı İzzetin, zulmete karşı Nûr’un, zulme karşı Adl’in, Kîn’e karşı Sevgi’nin örneğidir. Huseyn, ilâhî aşkın gönüllü şehididir.
Huseyn insanlığa Nûrunun örneğini vermek, “Zibh-i Azîm” olduğunu göstermek için, 680 yılı Hacc Merasimi’ni yarım bırakarak “Kârbân-ı Ehl-i Beyt’i belâ sahrâsı”na, Kerbelâ vaadegâhına çekmiştir.
Huseyn, Sırât-ı Mustakıym’dir. “Sırâtellezîyne en’amte aleyhim”dir, “En’amte aleyhim”dir, “Naîm”dir, “Naîm” olunca da, “Naîm”in kadrini bilmemekten sorumlu olduğumuzu unutmayalım: (sümme letus’elunne yevmeizin an-in-naîm) (Tekâsür Suresi, 102/8)
Huseyn’in kadrini idrâk edemeyen, Aşurâ günü’nü bir bayram günü veya aşûre tatlısı festivali gibi gören ve göstermeye çalışan, “yas tutmak İslâm’da yoktur” diyerek Huseyn için dökülen göz yaşlarını küçümseyen kimseler, bu âyeti okusunlar ve bir an önce Hakk’a, Nur’a, Ehlibeyt Sevgisine dönsünler. Temennîmiz budur. Hiç kimsenin “yazık bana! Keşki Resûl (S.A.) ile birlikte yol tutsaydım! Keşki beni Resûl ve Ehl-i Beyti’nin yolundan saptıran Filân’ı dost edinmeseydim!” nedametiyle elini dişlemesini arzu etmeyiz. Allah bizi Huseyn ni’metinden ayırmasın ve yoksun kılmasın!
Seyyid-uş- Şuhedâ’nın sevgisi, Allah’ın en yüce ni’metlerindendir. “Huseyn Kur’anın neresinde var?” küstahlığını dile getirenler bu sevgisizlikleri ile Ehl-i Beyt’e bir zarar getirmiş olmazlar, sadece kendilerini husrâna uğratırlar. Huseyn kutlu kanı Ab-ı Hayet’dır. Huseyn uğruna dökülen göz yaşları da Âb-ı Hayat’dır. Bu göz yaşları, gönlün aşk ile dirilerek ölümsüzlük sırrına erdiğinin göstergesidir. Buna karşılık; Huseyn’e sevgi duymayan ve o’na zulmedenleri kerîh bir kolu yaydıkları dikkati çeker. Huseyn’i sevmekten korkmayın, Kerbelâ imtihanına çekilecek değilsiniz. Huseyn ve Kerbelâ şehitleri; İlâhî aşkın gönüllü şehitleridir. Bu herkesin işi değildir. Bunun içindir ki Huseyn Âşura’ya kadar sürekli “bu bir rıza lokmasıdır” gerçeğini tekrarlayıp tâkat getiremeyecek olanların ayrılmasını tavsiye etmiştir.
Aşk yolu herkes için mecburî musîbet yolu değildir, talip olan erlere şehadet şerbeti sunulur.
Aşk yolu cünûn yolu da değildir. Aksine, ilâhî aşk Mevlânâ’nın deyişi ile, bizim Eflâtun ve Calînus’umuz’un yoludur. Kur’andaki şifaya, “Kur’an-i nâtık”a sevgi ile erişilir, Kur’anı mızrağa takarak değil!
Aksine, cünûn yolu, ilâhî aşkın uzağındadır. Men çigûne hûş dârem pîş-u pes/çun nebâşed nûr-i yârem pîş-u pes. (Mesnevî)
Huzûr ve felâh Huseyn’in sevgisindedir