İslam tarihi boyunca Müslümanlar arasında farklılıklar olmasına rağmen, birçok inançsal ve fıkhî konularda aynı görüşü savunmuşlardır. Kurân-ı Kerim ve Peygamberin (s.a.a) yüce kişiliği ve Müslümanların da bunlara samimice sevgi ve muhabbet beslemeleri, ortak kültür ve hedefler doğrultusunda birlik olmalarına sebep olmuştur. İslamı yok etmek isteyenlerin düşmanlıkları ve onlar karşısında yaşanan sorunlar ve ortak çözüm bulma çabaları, Müslümanlar arasında birlik ve beraberlik duygusunun güçlenmesine sebep olmuştur. Kurân-ı Kerim ve Peygamberin (s.a.a) Müslümanları birlik ve beraberliğe davet etmesi çeşitli İslami mezheplerin büyük şahsiyetleri tarafından sürekli vurgulanmıştır.
İnanç alanında bütün Müslümanlar Allah"ın (c.c.) varlığına ve birliğine, Allah tarafından gönderilmiş bütün peygamberlere özellikle Hz. Muhammed"in (s.a.a) insanlar için gönderilmiş son ilahî peygamber olduğuna, ölümden sonraki hayata ve kıyamet gününde herkese, yaptığı ameller karşısında adilce davranılacağına inanmaktadırlar. Bütün Müslümanların inanması gerektiği bu akideler, İslamın en temel konularıdır. Dışarıdan bir gözlemci düşüncelerine dayanarak Şiî ve Sünnî Müslümanlar arasında ki birlik ve beraberliğin ölçüsünü şu şekilde açıklayabiliriz:
Son zamanlarda Müslümanlar, Şiaların da Ehl-i Sünnet gibi İslamın temel inançlarına dayandıklarını öğrendiler. Yani Şiîler de Ehl-i Sünnet gibi Allah"ın (c.c.) birliğine, aynı Kurâna, aynı Peygamber"e (Hz. Muhammed"e) (s.a.a), kıyamet gününe ve ondan sonrasına, namaz, oruç, hac, zekat ve cihat gibi dinin temel ibadetlerine inanmaktadırlar. Bu ortak noktalar ihtilaflı konulardan daha önemlidir. Şiî ve Sünnî"nin bir cemaat namazında beraber aynı safta namaz kılmalarının her iki tarafın görüşüne göre hiçbir sakıncası yoktur. Ama uygulamada geçmişte bazı sorunlarla karşılaşılmış ve şimdi de karşılaşılmaktadırlar.
Şimdi ise usul-u din (dinin temel inançları) ve Ehl-i Sünnet"te olmayan, Şia"nın bazı özel inançlarını sırasıyla inceleyeceğiz:
USUL-U DİN
1- Tevhid
La İlahe illallah ve Muhammedur-Resulüllah (Allah"tan başka hiçbir ilah yoktur ve Muhammed Allah"ın Resulüdür.) cümlesi İslam"a girmenin ilk şartıdır. Bu iki şahadeti getiren herkes Müslüman olur. Bütün Müslümanlar Allah"ın (c.c.) bir olduğuna, ortağının, eşinin, benzerinin ve çocuğunun olmadığına inanmaktadırlar. Allah (c.c.) her şeyin başlangıcıdır. Allah (c.c.) her şeyi bilmekte, her şeye gücü yetmekte ve her yerdedir. Kurân-ı Kerim"e göre Allah (c.c.) insana şah damarından daha yakındır. Hiçbir göz Onu göremez ve hiçbir akıl Onun varlığının hakikatini derk edemez.
İmam Ali (a.s) dualarından birinde Allah"a (c.c.) şöyle sesleniyor:
Allah"ım, ben senden rahman ve rahim isimlerini vasıta kılarak istekte bulunuyorum. Ey azamet ve büyüklük sahibi! Ey hiç kimseye muhtaç olmayan! Ey ezeli ve ebedi, senden başka hiçbir ilah yoktur.
2- Adalet
Şiîler Allah"ın (c.c.) sıfatları içerisinden tevhit sıfatından sonra adalet sıfatını çok önemsemektedirler. Elbette, bütün Müslümanlar Allah"ın adil olduğuna inanmaktadırlar. Yani Allah (c.c.) hiçbir kuluna haksızlık ve zulüm etmez. Bu hakikat Kurân-ı Kerim"de açıkça beyan edilmiştir:
Allah kullarına, zulmetmez.
Rabbin kullarına zulmedici değildir.
Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez.
Şüphe yok ki Allah kullarına zerre kadar zulmetmez.
Şüphe yok ki Allah insanlara zulmetmez fakat insanlar kendilerine zulmederler.
Yukarıda açıklanan delile ve adaletin çok mühim önemine ilave olarak Şiîlerin Allah"ın (c.c.) adaleti üzerinde durmalarının başka bir delili de şudur:
Bazı Ehl-i Sünnet âlimlerinin görüşlerine göre iyi ahlak ve kötü ahlak için direkt olarak belli bir ölçü yoktur. Onlara göre Allahın yaptığı ve emrettiği her şey iyi ve adil sayılmaktadır. Bu söz şunu gerektirmektedir; eğer Allah bizden yalan söylememizi isterse, yalan söylemek iyi bir şey olacak ve eğer dindar ve takvalı insanları cehenneme gönderirse onlara adilce davranmış olacaktır. Elbette onlar Allahın doğru konuşmayı emrettiğine ve iyi insanları da cehenneme göndermeyeceğine inanmaktadırlar. Ama buna sadece Allahın (c.c.) böyle karar almasından dolayı inanmaktadırlar.
Ehl-i Sünnet âlimlerinden olan bu gruba Eşarî denilmektedir. Bunlar aynı şekilde insanların kendi yaptıkları fiillerinde dahi, özgür olmadıklarına inanmaktadırlar. Yani; Allah (c.c.) insanların fiillerini yaratmaktadır ve onların bu fiillerin yaratılmasında hiçbir irade ve rolleri yoktur.
Şia ve Ehl-i Sünnet"in Mutezile âlimleri iyilik ve kötülük, dürüstlük ve hilekâr gibi ahlakî sıfatların belirli aklî ölçülerinin olduğuna inanmaktadırlar. Yani onlar hüsn (iyilik) ve kubh (kötülük) zâtî, adalet ve zulmün de gerçekten birbirleriyle tam olarak farklı olduğuna ve Allahın adil olmamızı, hatta düşmana dahi zulmetmememizi, bizden boş yere istemediğine inanmaktadırlar. Onlar aynı şekilde, insanların kendi fiillerinde özgür ve yaptıkları ameller karşısında da sorumlu olduklarına inanmaktadırlar.
Elbette Mutezile Tefvize yani Allah"ın insanların fiillerine olan hakimiyetini tamamen onların kendilerine bıraktığına ve böylece de onların kamil bir iradeye sahip olduklarına inanmaktadırlar. Ama Şiîler insanların irade sahibi olduklarına inanmakla beraber, onlarda ki bu irade ve kudretin sınırlı olduğuna ve fiillerinin Allah"ın iktidar ve hakimiyetinin dışında olmadığına da inanmaktadırlar. Şia"nın bu inancı imam Cafer-i Sadık"ın (a.s) sözünde şöyle beyan edilmiştir:
Ne cebirdir (zorlama yoktur) ne de tefviz (tamamen başıboş bırakmak) bilakis bu ikisinin arasında bir şeydir.
Şiîler sürekli bütün önemli düzenler için ilahî adaletin gerekliliğini vurgulamışlar ve onu bütün Müslümanların hatta bütün semavî dinlerin kabul ettiği tevhit, nübüvvet ve meâd inançlarının yanında usul-u din olarak zikretmişlerdir.
Şia ilahî adalete sadece inançsal açıdan bakmakla yetinmeyip, bunun yanı sıra adalet konusunu İslam dininin temel metotlarından saymakta ve toplum içerisinde de mutlaka uygulamaya geçmesi gerektiğine inanmaktadır. Bu yüzden İslam tarihi boyunca adalet için yapılan birçok hareket Şiîler tarafından gerçekleştirilmiştir.
3- Nübüvvet
Allah (c.c.) insanları hikmet ve hedef üzerine yaratmıştır. (Zariyat, 56) Allah insanlara, kemal ve saadete doğru giden yolu kendilerinin seçmesi için akıl ve irade vermiştir. Allah (c.c.) aynı zamanda insan aklını gönderdiği vahiyler yoluyla da tamamlamıştır. Allah (c.c.) adalet ve hikmetinden dolayı hiçbir topluluğu peygambersiz bırakmamış ve her birine onları eğitip hidayet edecek peygamber veya peygamberler göndermiştir. (Rum. 47, Nahl.36)
İlk peygamber Hz. Adem (a.s) ve son peygamber de Hz. Muhammed"dir. Kurân-ı Kerim yirmi beş tane peygamberin ismini zikretmiştir. Ayrıca sayılarının bundan daha çok olduğunu da beyan etmiştir. (Mümin. 78)
Müslümanlar hadislere dayanarak Allah tarafından yüz yirmi dört bin peygamber gönderildiğine inanmaktadırlar. Kurânda isimleri geçen peygamberleri şu şekilde sıralayabiliriz:
Adem, Nuh, İsmail, İshak, Lut, Yakup, Yusuf, Eyüp, Mûsa, Harun, Hızır, Davut, Süleyman, Musa, Zekeriya, Yahya, İsa ve Hz. Muhammed (s.a.a)
Peygamberler içinden şeriat ve genel risalet sahibi beş tane peygamber vardır. Bunlar; Nuh, İbrahim, Mûsa, İsa ve Hz. Muhammed"dir. Bu beş peygambere Ulul-Azm Peygamberler denmektedir.
Kurân"a ilave olarak dört ayrı semavî kitap Kurân-ı Kerim"de şöyle zikredilmiştir:
İbrahim"in (a.s) sahifesi, (el-Âlâ. 19), Davut"un (a.s) Zebur"u (İsrâ. 55), Musa"nın (a.s) Tevrat"ı (Bakara. 87, Âl-i İmran.3-4) ve İsa"nın (a.s) İncil"i (Maide. 46)
Müslümanım diyen herkesin bütün semavî kitaplara ve bütün peygamberlere inanması gerekmektedir. (Bakara.4-285, Nisa. 152) ileride değineceğimiz gibi Şiîler peygamberlerin masum (günahsız) olduklarına inanmaktadırlar. Onlar da diğer Müslümanlar gibi İslam peygamberi Hz. Muhammed"in (s.a.a) risaletinin kıyamet gününe kadar kalıcı olduğuna inanmaktadırlar. Şiaya göre Hz. Muhammed (s.a.a) Allah"ı (c.c.) en iyi tanıyan, O"na en güzel bir şekilde tevekkül eden, O"nun isteklerine ihlaslı bir şekilde itaat eden ve bütün insanlara karşı merhametli ve şefkatli olan en kamil ve güzel örnektir.
Hz. Muhammed (s.a.a) son ve en kâmil olan ilahî dini insanlara ulaştırması için Allah (c.c.) tarafından şansa, gelişi güzel seçilmemiştir. Bir insanın Allah ile muhatap olması ve ondan vahiy alabilmesi için birçok yönden liyakat ve kapasiteye ihtiyacı vardır ve doğal olarak da vahyin en güzel en kâmil bir şekilde alınabilmesi için yeterli kapasite ve liyakatin olması gerekmektedir.
Peygamberimiz"in (s.a.a) şahsiyeti, ahlakı, tabiatı ve davranışlarının, İslamın ilerlemesinde çok büyük bir rolü olmuştur. Peygamber (s.a.a) küçüklüğünden beri Emin sıfatıyla tanınmakta idi. Hz. Muhammed (s.a.a) peygamberliği boyunca İslamın temelleri ve değerlerine göre hayatını sürdürmüş, zor ve kolay, emniyet ve korku, barış ve savaş, başarı ve yenilgi günlerinde de her zaman mütevazı, adil, vakarlı ve ağır başlı olmuştur. Peygamber (s.a.a) o kadar mütevazı ve alçak gönüllü idi ki hiçbir zaman kendisini beğendiği, övdüğü ve başkalarından üstün gördüğü duyulmamış ve hiçbir zaman şatafatlı, gösterişli ve lüks hayatı istememiştir.
Ne yalnızlık ve zayıf zamanlarında, nede Arabistan yarımadasına hakim olduğu ve bütün Müslümanların onu kalpten sevdiği bir zamanda, hatta abdest için kullandığı suyun damlalarını teberrük için aldıkları zaman dahi, yaşantısında hiçbir değişiklilik yapmamıştır. Onun yaşantısı, halkın içinde özellikle fakirlerin yanında geçmiş, hükümet sarayı ve korumaları olmamıştır. Ashabı ile beraber oturduğu zaman, yeni gelen birisi onu oturduğu yerden, oturuş şeklinden ve giyiminden peygamber olduğunu anlayamazdı. Peygamber-i Ekrem"in (s.a.a) sadece konuşmaları ve maneviyatı onu başkalarından ayrı kılıyordu.
Peygamber (s.a.a) o kadar adaletliydi ki hiçbir zaman düşmanı dahi olsa, birisinin hakkına zulmedilmesini reva görmezdi. O Kurâ-ı Kerim"in şu temel ilkesini hayatına esas olarak almıştı:
Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu Allah korkusuna daha çok yakışan bir davranıştır. Allah"a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.
Peygamber (s.a.a) her savaştan önce, askerlerine kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve teslim olanlara saldırmamalarını, bağlara, bahçelere ve tarlalara zarar vermemelerini, savaş meydanından kaçanları takip etmemelerini ve esirlere iyi davranmalarını emrederdi.
Peygamber (s.a.a) vefatından kısa bir süre önce, bir gün mescitte halka; üzerinde hakkı olan veya zulmettiği kimse varsa öne çıkıp hakkını istemesini söyledi. Müslümanlar Peygamberin (s.a.a) bu isteğinden etkilenerek gözyaşlarına hakim olamadılar. Onlar Peygamberin (s.a.a) hiçbir zaman kendi isteklerini diğer insanların isteklerinden önde tutmayacağı ve kendi rahatlık ve emniyetini onlarınkine tercih etmeyeceğini çok iyi bilmekteydiler.
Bundan dolayı mescitte bulunan Müslümanlar teşekkür ve minnettarlık duygularını Peygamber"e (s.a.a) iletmeye başladılar. Ama o sırada orada bulunanlardan birisi ayağa kalkarak Peygamber"in (s.a.a) üzerinde hakkı olduğunu iddia etti. Onun anlattıklarına göre savaşlardan birinde Peygamber (s.a.a) Müslüman askerlerin sıralarını düzene sokarken, elinde ki sopa o şahsın karnına çarpmıştı.
Peygamber (s.a.a) hemen yakınlarından birine evine giderek o sopayı getirmesini buyurdu ve sopayı o şahsa vererek kısas uygulamasını istedi. O şahıs sopanın çıplak karnına çarptığını ve bu yüzden kendisinin de aynı şekilde vurmak istediğini söyledi. Peygamber (s.a.a), o şahsın kısas uygulayabilmesi için gömleğini biraz yukarı doğru çekti. Müslümanlar sinirli ve şaşkın bir halde bu sarsıcı sahneyi izlemekteydiler ki birden o şahıs eğilerek Peygamber"in (s.a.a) bedenini öptü. İlginç olan o ki bütün söylenen sözler sadece Peygamberin (s.a.a) bedenini öpebilmek içindi.
4- İmamet
Bundan önce de açıklandığı gibi Şia, Peygamberimiz"in (s.a.a) getirmiş olduğu dinin kıyamet gününe kadar korunabilmesi için, imamet konusunun gerekliliğine inanmaktadır. Arapça"da imam kelimesi önder ve yol gösterici anlamına gelmektedir. Bu sözlük anlamına göre imam kelimesi iyi ve kötü önderlerin her ikisi için de kullanılabilir. Aynı şekilde imamın önderlik sınırı bir millet veya bir ülkenin liderliği gibi çok geniş olabileceği gibi bir mescitte cemaat imamı gibi çok dar bir manada da kullanılabilir.
Ama Şiî inancında imam kelimesinin özel bir anlamı vardır. Bu anlama göre İslam topluluğunun siyasi ve dinî konularının yönetimi için Allah (c.c.) tarafından görevlendirilen birisine imam denilmektedir. Yani imam, İslam topluluğunun önderliği, dinî ve şeri kanunların beyanı ve korunması ve hayatın çeşitli alanlarında halkın kılavuzluğu için Allah (c.c.) tarafından seçilen Peygamber (s.a.a) ya da bir önceki imam yoluyla halka bildirilen kimsedir. İmam Allahın Peygamberden (s.a.a) sonra yeryüzündeki halifesidir. Bu yüzden mutlaka günahsız ve Kurân-ı Kerim"in batını ve zahirine kâmil bir ilmi olması gerekmektedir.
Ehl-İ Sünnet"in Görüşü:Ehl-i Sünnet mezhebine bağlı olan Müslümanlar imam kelimesini halife kelimesi ile aynı anlamda kullanmaktadırlar. Arapçada halife kelimesi bir öncekinin yerine geçen ve onun görevini üstlenen anlamına gelmektedir. Bu unvanı hükümetin başına geçen ve Peygamberin (s.a.a) vefatından sonra İslam topluluğuna hükmeden herkese vermektedirler. Halifenin halk tarafından seçilmesi ya da önceki halife tarafından atanması ya da belli bir şuranın seçmesi, hatta güç kullanarak başa geçmesi dahi mümkündür. Halifenin günahsız veya iman ve ilim gibi sıfatlarda başkalarından üstün olması gerekli değildir.
Şiîler (İsna aşarî) aşağıdaki sıraya göre Peygamber (s.a.a)den sonra on iki imamın geldiğine inanmaktadırlar:
1- İmam Ali b. Ebu Talip, el-Murteza (40 h.k şehit oldu)
2- İmam Hasan b. Ali, el-Müctaba (50 h.k şehit oldu)
3- İmam Hüseyin b.Ali,Seyyidüş-Şüheda (61 h.k şehit oldu)
4- İmam Ali b. Hüseyin, Zeynül-Abidin (95 h.k şehit oldu)
5- İmam Muhammed b. Ali, el-Bâkır (114 h.k şehit oldu)
6- İmam Cafer b. Muhammed es-Sâdık (148 h.k şehit oldu)
7- İmam Musa b. Câfer, el-Kâzım, (183 h.k şehit oldu)
8- İmam Ali b. Musa, er-Rıza (203 h.k şehit oldu)
9- İmam Muhammed b. Ali, el-Cevâd (220 h.k şehit oldu)
10- İmam Ali b. Muhammed, el-Hâdi (254 h.k şehit oldu)
11- İmam Hasan b. Ali, el-Askerî (260 h.k yılında şehit oldu)
12- İmam Muhammed b. Hasan, el-Mehdî (Şu anda hayatta gözlerden uzak bir şekilde yaşamaktadır.)
Bütün ilahî dinlerde, bir kurtarıcının geleceği inancı vardır. İslam dininde ise bu kurtarıcıya olan inanç, mehdilik öğretisinde konu olmuştur. İmam Mehdi (a.f) yeryüzü zulümle dolduktan sonra Allah"ın (c.c.) izni ile kıyam edecek ve yeryüzünü baştan sona adaletle dolduracaktır. Müjdelenmiş kurtarıcı veya dünya için iyi bir son inancı Kuranın birçok ayetlerinde ve Peygamber"in (s.a.a) hadislerinde beyan edilmiştir:
And olsun Zikir"den sonra Zebur"da da Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır diye yazmıştık.
Biz ise, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önder yapmak ve onları vâris kılmak istiyoruz.
Burada Ehl-i Sünnet"in önemli kaynaklarında bulunan kurtarıcı ile ilgili hadislere değineceğiz:
1- Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor:
Dünyanın sadece bir günlük ömrü kalsa bile Allah (c.c.) o günü o kadar uzatır ki, ta soyumdan ismi benim ismimle aynı olan birisinin, yeryüzüne hâkim olsun.
2- Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor:
Mehdi, benim Ehl-i Beytim"dendir. Allah-u Teala onun için gerekli şartları bir gecede hazırlar.
3- Peygamber (s.a.a)"den şöyle naklediliyor:
Vaat edilmiş Mehdi, benim Ehl-i Beytim"den ve Fatıma"nın evlatlarındandır.
4- Cabir b. Abdullah Ensarî Peygamber (s.a.a)"den şöyle naklediyor:
Ümmetimden bir topluluk kıyamet gününe yakın bir zamana kadar hakkı ayakta tutmak için savaşacaklardır. O sırada Meryem oğlu İsa gökyüzünden yeryüzüne inecektir. Ve o topluluğun imamı, İsa b. Meryem"den kendilerine cemaat namazı kıldırmasını isteyecek; ama Hz. İsa bunu kabul etmeyerek şöyle buyuracaktır: Hayır, Allah bu ümmeti şereflendirmek için imamları sizin aranızda karar kılmıştır.
Özet olarak, Hz. Mehdi (a.f), bütün insanlık için görevlendirilecek ve kıyamının başlangıcı da Arap yarımadasında olacaktır. Onun ismi Peygamber"in (s.a.a) ismi olan Muhammeddir ve o Hz. Fatıma"nın (s.a) neslinden gelecektir. Peygamberin (s.a.a) hadisleri ve Ehl-i Beyt"in (a.s) sözlerine göre Mehdi on birinci imam Hasan Askeri (a.s)"in oğludur. Hz. Mehdi (a.f) 255 h.k yılında dünyaya gelmiş ve 260 h.k yılında ise imam Hasan Askerinin şehit olmasının ardından gaybete çekilmiştir. İmam Mehdi (a.f) hayattadır ve ne zaman ortam müsait olursa zuhur edecektir.
Ehl-i Sünnet âlimlerinin birçoğu da aynı şekilde bu konuyu kendi kitaplarında zikretmişlerdir. Ama bunun karşısında Ehl-i Sünnet âlimlerinin bir başka çoğunluğu ise Mehdi"nin henüz dünyaya gelmediğine inanmaktadırlar.
Ünlü Şiî araştırmacı Seyit Muhsin Emin Ayanüş-Şia kitabında Mehdinin, imam Hasan Askeri"nin (a.s) oğlu olduğuna inanan Ehl-i Sünnet âlimlerinden on üç kişinin ismini zikretmiştir. Örnek olarak; Muhammed b. Yusuf el-Kenci eş-Şafiî el-Beyan fi Âhbarî Sahibiz-Zaman ve Kifayetüt-Talib fi Menakibî Ali b. Ebu Talib kitabında; Nuruddin Ali b. Muhammed el-Mâlik el-Fusulul-Mühimme fi Maifetil-Eimme kitabında ve ibn-i Cûzi Tezkiretül-Havas kitabında bu konuyu zikretmişlerdir.
5- Mead
Bir gün bu dünya kıyametin gelmesi ile sona erecektir. Bütün insanlar yeniden dirilip Allah"ın huzurunda toplanacaklardır. Allah bütün insanların inanç ve amellerini hesaba çekerek salih ve iyi işlerde bulunanlara sevap verecek ve sapıklıklarında inat eden, kötü amellerde bulunanları da cezalandıracaktır. (Hac.6-9); Al-i İmran.185; Enam.62)
Allah, herkese adaletli bir şekilde davranacaktır. Bununla birlikte bu adaletin uygulanmasında, Allah daha çok rahmet sıfatıyla kullarını hesaba çekecektir. (Enam.12)
Hatırlatma
Her ne kadar bütün Müslümanlar üç temel konuda yani tevhit, nübüvvet ve mead konusunda ortak görüşe sahip olsalar da inanç ve amellerin sayılarında ve bölümlere ayrılmasında, onlar arasında bir takım farklılıklar görülmektedir. Şia, bu üç temel konuyu Usul-u din olarak ve adalet ve imamet konularını da Usul-u mezhep olarak adlandırmaktadırlar. Bunun yanında ibadet ve farz amelleri de Furu-u din olarak adlandırmaktadırlar. Bu ayırımın sebebi tevhit, nübüvvet, mead, adalet ve imamet inançlarının dinin ve mezhebin en önemli ve temel unsurları olmaları, amel ve ibadetlerin ise bu temel unsurlara iman etme ve inanmanın peşinden gelmeleridir. Bu yüzden amel ve ibadetler teferruat olarak kabul edilmiştir.
Ehl-i Sünnet ise Allah"ın birliğine ve Hz. Muhammedin (s.a.a) peygamberliğine şahadet getirmeyi dört farz ibadet (namaz, oruç, hac ve zekat) ile birlikte Usul-u din olarak saymaktadırlar. Emr-i bil-Maruf (İyiye emretmek) ve nehy-i anil-Münker (Kötülükten alıkoymak) gibi diğer ibadetleri de farz olarak bilmelerine rağmen namaz, oruç hac ve zekâtın yanında zikretmemektedirler.