Ayetullah Şehid Muhammed Bakır Sadr
Bir dünya kurtarıcısına inanmak İslam’a has bir inanç değildir. Dini bir sığınakları olan tüm milletlerde böyle bir günün beklentisi mevcuttur. Hatta denilebilir ki bu intizar ve bekleyiş her insanın derinliklerinden yükselen gizli bir feryat ve fitri bir duygudur. Tüm insanlar İlahi risaletin gerçekleşeceği ve herkesin kendi nihai kemal ve rüşd derecesine ereceği bir günü gözlemekteler. Maddi ideolojilere inanan kimseler dahi kendi ekollerinin tüm dünyaya ve akıllara hakim olacağı, tüm akılları ve gönülleri kendisine cezb edeceği bir günün beklentisi içinde bulunmaktadırlar.
Mehdi aleyhi’s-selâm’in varlığına inanmak, zillet ve donukluğa yer vermeyen güçlü ve dinamik bir hakikatı ifade etmektedir. Zira O’nun mekteb ve ideali her türlü zulüm, bozukluk ve haksızlığa karşı savaş vermektir.
Zulüm saraylarının insanlara baskı yaptığı, insanların tecavüz ve zulümle meşgul olduğu, kısacası yaşam koşullarının tamamen tabii halinden çıktığı ve anormal bir hale geldiğini gören her akıllı ve zeki insan bu durumun devam edemeyeceğini ve sorumluluğunun şuurunda mesut, uyanık ve güçlü bir insanın ilahi risalet ve mesajlarıyla ümit verici yüzünü insanlara aşikar kılacağını, melekuti bir nida kan ve kılıç hareketiyle bu doğal olmayan koşulları icad eden sahte ve hayali tanrıların temel ve esaslarını yerle bir edeceğini ve yalancı maske ve örtüleri çekip parçalayacağını bilir ve böyle bir günün beklentisi içinde olmanın gerekliliğine iman eder.
İslam’ın en kıymetli semerelerinden biri olan bu intizar (Kurtarıcı bekleme) meselesi, tarihte en parlak sayfaları doldurmakta, zulme uğrayan mazlumların duygularını kabartmakta ve fikirlerin değişmesiyle gaybet meselesini gerçeğe, geleceği de hali hazıra dönüştürerek dünya insanlarının kulağına şöyle fısıldamaktadır:
Bu kurtarıcı sizin yanınızda ve sizin aranızda bulunmaktadır. O, sizin yaşamakta olduğunuz çevrede yaşamaktadır. O sizleri görüyor, sizler de onu... Fakat onu tanımıyorsunuz. O da zulüm ve acılar içinde kavrulan bir çevrede yaşayan tertemiz ruhlu, inançlı ve de sorumluluğunun şuurunda olan kimseler gibi eziyet ve ızdırap çekmektedir. Zira o, canlı hazır bir önder ve İmamdır. Sosyal problemler ve meşakkatlere o da ortaktır. Ama O, sükut görevinin sona ereceği ıslah yanlısı ve zulme uğramış insanlar tarafından kıvılcımların çakılacağı ve önemli anı beklemektedir. İşte o zaman güçlü elini uzatacak, tarihin mazlumlarını kurtarmaya koşacak ve zalimlerin kökünü kazıyarak bu bekleyişe son verecektir. O da bu cehennemi ortamdan rahatsızlık duymaktadır. Batıl söz ve amellerden, insanlık dışı hareketlerden ızdırap duymaktadır. Ama yine de kendisine söz verilmiş olan o günü beklemekten başka çaresi yoktur....
Ama buna rağmen yine de insanlık toplumunun yanı başında, kendini gam ve kederlere ortak kılmış ve İslam’ın asıl ve de canlı şiar ve hareketlerine büyük bir içtenlikle yardım etmektedir.
Mesuliyet yükünü kendi omuzlarından atabilmek maksadıyla mektebi olumsuz bir şekilde ortaya koymaya, bütün mesuliyet ve sorumlulukları onun üstüne yıkmaya çalışanlara Hazret: “Sizler de sorumlusunuz” diye haykırmaktadır. Zira İslam’ı kabul etmiş ve mümin bir kimse olduğunuzu iddia ediyorsunuz. Uyanık olunuz.! Sorumluluk yükleyen İslam ve onun asil semerelerinden sadece biri olan bekleyiş, işte bundan başka bir şey değildir.
Bazı kimseler intizar olayına olumsuz bir gözle bakmakta. Bu canlı ve yapıcı hakikat karşısında bir takım yanlış değerlendirmelere ve anlaşmazlıklara düşmektedirler ki, onlar şundan ibarettir:
1- Nasıl olur da bir insan 10 asır önce, dünyaya gelmiş ve şimdiye kadar öylece hayatta kalmıştır?
Her insanı bir müddet sonra ölümün kucağına iten bu doğal yaşam kanunu nasıl olur da Mehdi aleyhi’s-selâm hakkında işlemez hale getirilmiştir.
2- Niçin Allah-u Teala Mehdi aleyhi’s-selâm’a özel bir imtiyaz tanısın ki? Ölüm ve yaşlılıkla iç içe olan zaman aşımı ve ömrün doğal kanunu niçin Hz. Mehdi’ye gelince geçerliliğini kaybetmiştir.
Ayrıca vaat edilen bu söz konusu şahıs, cismani yönden diğer insanlarla hiçbir farkı olmadığı gibi şu andaki toplumda bilfiil yaşamakta, zamanın geçmesiyle ömrü geçmekte ve dünyanın huzursuzluklarından da etkilenmektedir.
3- Dünyanın kurtarıcısı olan Mehdi özel ve müşahhas bir fert olarak algılanırsa; bu şahıs on birinci İmamın oğludur. H. 255 yılında dünyaya gelmiştir. Babası (İmam Hasan-ı Askeri aleyhi’s-selâm) 260 yılında vefat etmiştir. Babası öldüğünde o beş yaşlarında bir çocuktu. Dolayısıyla da babasının faziletli, verimli mektebinden hakkıyla faydalanamamıştır.
O zaman nasıl olur da gelecekte fevkalade ilmi ve fikri görüş sahibi olmayı gerektiren dini bir önderliği üstlenebilir?
4- Nasıl olur da hayat ve yaşamı hiçbir ilmi delile dayanmayan ve sadece teori olarak ortaya sürülen bir öndere iman edebiliriz?
Bu hususta tek delil ve sened Hz. Peygamber ve masum İmamlardan nakledilen rivayetlerdir. Ve bu şer’i nakiller, tabiat ilimlerinin açık kanun ve esasları karşısında hiç bir zaman ikna edici konumda değildirler.
5- Bir ferdin, ne kadar güçlü ve kudretli olursa olsun tek başına derin bir içtimai değişiklik icat edebilmesi ve milletleri, zaman süresi ve tarihi olaylar sonucu oluşması gereken o tarihi merhaleye ulaştırabilmesi mümkün değildir.
6- Nasıl olur da bir fert dünyanın zulüm ve kudretlerini yıkar, seri bir hareketle bütün güçlere galip gelir; ve yıllar boyunca askeri, siyasi ve iktisadi güç sayesinde kendi muhalif ve rakiplerini yok eden ve kalplerde büyük bir korku ve vahşet meydana getiren zorbaların elini kesebilir; baskı ve de zulüm kanunları yerine adalet ve insaf ilkelerini getirebilir?
Bunlar, haktan habersiz olan bir takım kimselerin Hz. Mehdi’nin güç ve eylemi hakkında sordukları sorulardır.
Bizler ise ilahi yardım ve başarı sayesinde bu sayfalarda kalemin gücünün yettiğince, söz konusu sorulara cevap vermeye çalışacağız.
Nasıl Olur da Mehdi’nin Ömrü
Bu Kadar Uzun Olabilir?..
Mehdi’nin çocukluk döneminden yaşlılık ve nihayet ölüm anına kadar hesaplandığında 1140 sene yaşaması gerekir. Acaba onun normal bir insanın tam 14 katı kadar bir zaman yaşaması mümkün müdür?
İmkan kelimesi 3 şekilde düşünülebilir:
1- Ameli imkan
2- İlmi imkan
3- Mantıksal ve felsefi imkan
1- Ameli imkandan maksat, insan için gerçekleştirmesi ve pratiğe geçirmesi mümkün olan bir imkandır. Örneğin: Günümüz insanı denizlerin altında yaşayabilmekte, gökleri kendi hakimiyeti altına alabilmekte ve Aya rahat bir şekilde ayak basabilmektedir.
2- İlmi imkandan maksat ise şudur: İnsanoğlu öğrenmek istediği bir çok olayların sırrını bu gün çözebilmiş değilse de ilmi ilerleme ve sırların keşfi ona günün birinde bu hedefine ulaşabilme imkanını sağlayacaktır. Astronomlara bu gün meçhul olan Zühre ve Güneş küresinin musahhar kılınması gibi. Bu günde bilginler, tüm güçleriyle çalışmakta ve uzay gemilerinin hem hızını artıracak, hem de onu eritici ışınlardan koruyacak bir yapıya kavuşturabilmenin çarelerini bulmak için araştırmalarda bulunmaktadırlar.
Bu ideal, pratik bir düzeye ulaşabilmiş değilse de, uzayı yaran ve ayın müsahhar kılınması teorisini pratik kılan astronomi ilmi, ona günün birinde Zühre ve Güneş küresinin de fethedileceği müjdesini vermektedir.
3- Mantıki ve felsefi imkandan maksat ise: Akıl açısından muhal (olmazlık - imkan dışı) sayılıyor olmamasıdır. Örneğin üç portakal’ın kesilmeksizin iki eşit parçaya bölünmesi akli açıdan muhaldır. Burada akıl “üç portakal” “tek” olduğundan iki eşit parçaya bölünmesi mümkün değildir” şeklinde bir hüküm verir. Sayıların taksim edilmesinin şartı çift olmasıdır.
Oysa bu “tek”tir. Neticede bu üç portakalın hem “tek” ve hem de çift olması gerekiyor, ki bu bir çelişkidir. Çelişki ise mantık ve felsefe açısından imkansızdır.
Ama ateşin içine girip de yanmamak veya oldukça sıcak olan güneş gezegenine gitmek mantıksal veya felsefi açıdan imkansız değildir. Zira, eğer biz “sıcaklığı az olan bir cismin, sıcaklığı çok olan başka bir cisimden hararet alıp da, onunla aynı oranda bir sıcaklığa sahip olmadığını farz edecek olursak; böyle bir şeyi sabit kılan deney bilimleri kanunlarına muhalefet etmiş oluruz.
Ama bizler bu teoride hiç bir çelişki görmemekteyiz. Hepimizin bildiği gibi, mantıksal gerçeğin çalışma ve nüfuz alanı, ilmi alandan çok daha geniştir.
Aynı şekilde ilmi alan da, pratik alandan daha geniş ve daha kapsamlıdır. Bir insanın ömrünün binlerce yıla varması mantıksal ve felsefi açıdan mümkündür. Akıl böyle bir şeyi imkansız saymadığı gibi burada çelişki de söz konusu değildir.
Ancak bir insanın ömrünün binlerce yıla ulaşmasının pratik açıdan mümkün olmadığı da çok açıktır. Zira deniz altında yaşamak veya aya gitmek gibi sabit kılınmış bir şey değildir. Hepimiz de görüyoruz ki insan, sağlık ilmi ve fizyoloji kudretiyle gece gündüz durmadan çalıştığı halde kendi ömrünü tabii halinden çıkarabilmiş ve uzatabilmiş değildir.
Ama ilmi gerçekler, böyle bir şeyi olası kabul etmekte ve bunu reddetmemektedir. Zira fizyoloji ilmi sabit kılmıştır ki, insan bedeni milyonlarca hücreden meydana gelmiştir. Bu hücreler zaman aşımı neticesinde ihtiyarlamakta yok olmakta ve yerine yeni hücreler almaktadır. İnsan hayatı da işte bu program sayesinde devam etmektedir. İnsanı ihtiyarlatan, hücreleri faaliyet ve yenilemeden alıkoyan ve beraberinde ölümü getiren faktör; insanın dış düşmanlarıdır.
Değişik yollardan bedene giren zararlı ve zehirli mikroplar, hücrelerle savaşmakta ve onu eskitip yıpratarak güçsüz düşürmekte, bazen de onu mağlup ederek beraberinde ölümü getirmektedirler. İhtiyarlık, hücrelerin dış düşmanlarla savaşması ve yenilgiye uğraması sonucunda oluştuğuna göre, tabii ilim ve fizyoloji kanunları bu savaşın olmadığı bir ortamda hayatın bekasının imkanını kabul etmekte ve bunu bir olasılık olarak değerlendirmektedir. Aynı şekilde; fizyoloji uzmanları, bazı fertlerin daha genç yaştayken ihtiyarlık ve yenilgiye uğrayıp çabucak yıkıldığını, bazı fertlerin ise ihtiyarlık yaşlarında dahi dinamik ve dinçliğini kaybetmediğini ıspatlamıştır.
Nitekim fizyoloji bilginleri, bazı hayvanların ömrünü kendi tabii ömürlerinin bir kaç katına çıkarmış ve bunu pratikte ispatlamışlardır. Bu yüzden bir insanın asırlar boyu yaşayıp ömür sürdürmesi, mantık ve ilmi imkanlar dahilindedir. Ama beşerin ilim gücü, şimdiye kadar yapılan aralıksız çalışmalara rağmen bu teoriyi pratiğe dönüştürememiştir.
İlim ve felsefe açısından Hz. Mehdi’nin ömrünün bu kadar uzun olması ilginç ve şaşırtıcı olmadığı açıklandıysa da yine şu mesele aydınlık kazanmamıştır. Bilim adamları bu konuda şaşkın şaşkın dolaşır ve şimdiye kadarki çalışmaları bir netice vermemişken nasıl Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm bu çözülmeyen teoriyi kendisi için pratize etmiştir?
Ayrıca bilim adamlarının bir muamma veya ilmi bir sırrı çözebilmek için, uzun yıllar boyunca aralıksız çalıştıklarını da çok iyi bilmekteyiz. Ama sonunda bir bilim adamı, yaptığı aralıksız çalışmaların sonunda, beyninde tutuşan ilmi bir kıvılcım neticesinde o ilmi sırrı keşfetmiş ve insanları ölümden kurtarmıştır. Ölüme sebep olan bir takım dertlerin veya gelecekte kanser ilacının keşfi gibi...
İlmi birikimlerin yardımıyla, ilmi bir sırrı keşfederek dünya bilim adamlarını şaşkınlığa düşüren ve ilmi görüşleri amelen de sabit kılan bir bilim adamı sonuçta diğerleri tarafından da kabul görmekte ve geriye zihinlerde hiçbir sorun da bırakmamaktadır.
Öyleyse ilmi hazinelerini Allah’tan almış olan Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm için böyle bir şeyin imkanı neden olmasın ki?
Bilim adamlarının ilmi kudreti daha bu sırrı çözmemiş ve yüzlerce yıl telaş sonucunda, bu hakikate ulaşmamışken ilahi marifet ve yardım sayesinde o yüz yıllık yolu bir lahzada katedebilmiştir. Nitekim atası Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih bu yüz yıllık yolu bir lahzada katetmiş ve Hakkın bir tek işaretiyle Mescid-ül Haram’dan Mescid-ül Aksa’ya gitmiştir. Hakkın buyruğu üzere İslam Peygamberinin eliyle o günlerde pratiğe dönüştürülen sırrı, ilim ancak yüzlerce yıl sonra keşfedebilmiştir. Ayrıca Kur’an’da Allah’ın kudretinden bazı örnekler verilmektedir ki onların vahy ve ilahi marifet vesilesiyle keşfettikleri sırları karşısında beşerin ilmi kudreti aciz kalmaktadır.
Kur’an’ın haber verdiği Nuh Peygamber aleyhi’s-selâm gibi... O kendi kavmi arasında tam 950 yıl yaşadı. Tufan’dan sonra da kendisi ve kendisine uyanlar için yep yeni bir dünya kurdu.
Şunu bilmemiz gerekir ki, Nuh’un ölüm ve yokluk uçurumuna doğru giden karanlık bir dünyayı bir anda hayata dönüştürmesi ve ideal bir çevre oluşturabilmesi, İmam-ı Zaman aleyhi’s-selâm’ın ömrünün uzunluğuna karşılık daha ilginç ve şaşırtıcıdır.
Dünya ıslahatçıları, bir toplumu kendi tarihsel seyri içinde tutabilmek, aydın ve müsait bir çevre oluşturabilmek için yüzlerce yıl zahmet çektikleri halde o (Mehdi), kısa bir zaman diliminde bu işi başaracak ve bin yıllık yolu bir lahzada aşabilecektir.
Mucize ve Uzun Ömür
Ömrün doğal kanununun, değişmeyen tabii bir kanun olduğunu belirtip Hz. Mehdi ve Hz. Nuh’un ömrünü de bu doğal kanuna aykırı bir şey olarak algılayacak olursak, o zaman bazı şahısların ömrünün uzunluğunu ve hayatının sürmesini Kur’an ifadesiyle “harikulade” ve “mucize” olarak değerlendirmek gerekir.
Hz. Mehdi’nin ömrü sadece bir ferde özgü bir mucize değildir. Zira yaşlılık ve ihtiyarlık kanunu, hareket açısından eşit olsunlar diye hararetin sıcak bir cisimden sıcağı az olan bir cisme intikal etmesi kanunundan daha önemli değildir.
Nitekim tevhit kahramanı İbrahim hakkında bu kanun işlemez hale geldi. Nemrud’un adamları İbrahim’i ateşin içine attıklarında Allah’ı Zü’l Celal tarafından:
“Ey ateş, İbrahim’e karşı soğuk ve esenlik ol!” emri verildi ve İbrahim hiç bir zarar görmeden tehlike alanından kurtuldu.
Veya Musa vesilesiyle denizin yarılması ve kendisi ile taraftarlarının oradan geçmesi. Fravun ve askerlerinin ise boğulması... Veya İsa’yı çarmıha germek için gelen Rumlara Hazretin bir benzeri gösterilmesi gibi...
Allah-u Teala bir mucize yaratarak Romalılara asılan kişiyi “İsa” olarak gösterdi ve böylece de evinin düşmanların muhasarası altında olduğu bir ortamda o grubun arasından dışarı çıkmış ve hiç kimse de Onu tanıyamamıştı. Allah-u Teala kendi kudretiyle peygamberlerini, düşmanlarının gözünden gizlemişti. Bunların hepsi ve benzeri binlerce örnekler Allah-u Teala’nın istediği kimseler hakkında doğal kanunları bir müddet iptal ettiğinin canlı örnekleridir.
Yaşlılık ve ihtiyarlık da dahil olmak üzere hikmet ve maslahat üzere Mehdi hakkında iptal edilen kanunlar gibi...
Zira Allah Teala, bir şahsın uhdesine bırakılan önemli bir görevi yerine getirebilmesi için yaşaması ve hayatını sürdürmesini maslahat gördüğü takdirde, böyle bir şeyi mutlaka tahakkuk ettirir.
Nitekim sağlıklı olan bir şahıstan hayat ve yaşamının geri alınmasını irade buyurduğunda da daha genç yaşlardayken bile onun hayatına son verir.
Bu yüzden de bu tür bir olayın ilmi yasaları geçersiz hale getirdiğini düşünmemek gerekir. Zira doğal yasaların kaynağı, varlık arasında var olan zorunlu ilişkilerdir. Öyleki ilki (sebebi) geldiğinde, ikincisi de (sonuç) hemen ardından gelmektedir. Zaten ilim de, iki zaruri şey arasında sebebi bir ilgi ispat etmek için değil; var olan ilişkilerin aydınlatılması ve genişletilmesi için çalışmaktadır.
Mucize ise, bu ilişkileri ortadan kaldırdığında artık birincinin (sebep) gelişiyle, ikincisi (sonuç) gelmemektedir. Ateş ve yakıcılık arasında var olan ilişki gibi... Ateş geldiğinde artık yakmamaktadır. Bu yüzden de mucizenin görevi, var olan zorunlu ilişkileri müsebbebden ayırmak değildir. Dolayısıyla da mucize değişmez doğal yasaların ihlalidir ve “bu nasıl olmaktadır?” diye itiraza da yer kalmamaktadır. Belki mucize, iki bilinen ve açık şeyin yakınlık ve birlikteliğinden bir istisna durumudur ki, zorunluluk yasasını ihlal etmediği gibi, muhal bir şeyle de sonuçlanmamaktadır.
Tümevarım mantığını esas aldığımızda çağdaş ilmi görüşler de tümevarımın görevinin iki şey arasındaki zorunlu ilişki ve ilgilerin keşfi olmadığını, belki sadece görünen iki şey arasındaki yakınlık, birliktelik ve uyumun devamı ile ortak bir yönün varlığına delalet etmek olduğunu belirttiğini görmekteyiz.
Bu ortak yönü, zati bir gereklilik esasına bağlı olarak düşünmek mümkün olduğu gibi kainat nizamının gerektirdiği ve daima görünenler arasında ilgi kuran bir hikmet esasıyla düşünmek mümkün ve olasıdır. İşte bu hikmet ve kainatın muhkem kanunu bazen bir takım istisnalar vucuda getirmektedir ki, adına “mucize” denmektedir.
Geleceğin Önderi Nasıl Olur Da
Kamil Olabilir?
Geleceğin önderi daha beş yaşlarındayken babasını kaybetti. Öyleyse daha çocuk yaşlarındayken nasıl oldu da fazilet çeşmesinden içerek kendisini bir örnek ve rehber olmaya hazırlayabildi?
Cevap olarak demek gerekir ki: Evet, İmam aleyhi's-selâm babasını kaybettikten sonra bizzat kendisi ümmetin İmamet ve rehberlik makamına oturdu.O daha çocuk yaşlarındayken bile ruhi ve fikri açıdan rehberliğin bütün şart ve gereklerine haiz durumdaydı. Üstelik bu yaş ve şartlarda rehberlik makamına oturan ilk İmam da o değildi. Ondan önceki İmamlar da yaş açısından oldukça genç idiler.Örneğin İmam Cevad daha sekiz yaşlarındayken ümmetin önderliği makamına oturdu. Aynı şekilde İmam Hadi dokuz yaşındaydı.
Mehdi’nin babası İmam Hasan-ı Askeri ise 28 yaşlarındayken İmamet makamına geçtiler. Onlardan en genç olanı ise İmam Mehdi aleyhi’s-selâm idi. Bunların kendi ruhi, fikri ve tecrübi hazinelerini halk arasından ele geçirme ve toplamaları gibi bir sorun ve ihtiyaçları da yoktu. Aksine tüm hazinelerini ilahi ilimler kapısından hiçbir zahmet ve tecrübe olmaksızın elde etmişlerdi.
Bu meselenin izahının, bir kaç nokta ve mukaddime sonrası daha da bir aydınlık kazanacağı kanısındayız:
1- Mutahhar İmamların hilafet ve önderliği, Abbasi, Fatîmi ve benzeri hanedanlar gibi kudret nüfuzu veya veraset usulüyle değildir. Belki fikri ve ruhi açıdan sahip oldukları üstün kudretler sebebiyle önderlik makamına layık görülmüşlerdir. Bu üstün kudretler onların önderlik makamında bulunmalarının esasını teşkil ediyordu. Halk onlarda böylesi fikri, ruhi ve manevi zenginliği görünce kendi istek ve rızalarıyla onları önderlik makamına seçmekteydi.
Yani bir yandan önderlik şartlarına sahip oldukları sebebiyle İmamet makamına seçilmeleri ilahi bir görevlendirme ve seçim idi. Diğer yandan da halk, onlarda böyle bir ilahi derece ve kudreti (amelen de) müşahede edince, hemen onların hükümet ve idaresine canı gönülden itaat ediyorlardı.
2- İslam’ın ortaya çıktığı ilk dönemlerde dünya onların (İmamların) yetişkinliğine Allah vergisi üstün zeka ve kudretlerine şahid idi. İmam Muhammed Bâgır ve İmam Cafer-î Sadık zamanında bu mekteb ve hareket, toplumda varolan imkanlar sayesinde daha da bir gelişme kaydetti.
Öyle ki, kendi mekteb ve okullarında binlerce güçlü fakih ve şuurlu müfessir yetiştirildi. İslam toplumunu derin bir fikri hareketle ileri götürdüler ve gerekli meselelerden haberdar ettiler.
Bu yüzden Hasan b. Ali Veşşa diyor ki: Ben Kufe mescidine girdiğimde tam 900 âlimin bir araya gelip de Cafer b. Muhammed hakkında konuştuklarını gördüm.
3- İslami ilimlerinin ilerlemesi ve halkın ilmi şuuru, İslam ümmetine önder olacak şahsın fikri ve ilmi açıdan herkesten daha üstün olması gerektiğini ortaya çıkarmaktadır. Dolaysıyla da ilim ve kemâlde Resulullah’ın varisi olan kimselerin dışında hiç kimse bu şartlara sahip değildir.
4- Ehl-i Beyt mektebinde yetişen İslam’ın gerçek önderleri, halk yığınları arasında yarattıkları ruhi ve fikri etkinlikler sebebiyle, daima zamanın halife ve idarecilerini karşılarında buluyorlardı. Zira, zamanın idarecileri bu ıslah edici program ve çalışmalar karşısında uzun bir süre tutunamayacaklarını çok iyi biliyorlardı. Onlar nüfuz, tasallut ve hükümdarlıklarını sürdürebilmek için halk yığınlarının ruhi ve fikri açıdan baskı altında olmalarını istiyorlardı. Halktan binlercesi şuurlu ve sorumluluğunun bilincinde olan gerçek önderlerini savundukarı için öldürülüyor, yine binlercesi de karanlık zindan köşelerinde korkunç işkenceler görüyorlardı.Ama hiç birisi İmamları ve Ehl-i Beytin önderliğine var olan güçlü ve haklı inançlarından dönmüyorlardı. Bununla birlikte hepsi de Allah’a daha yakın olabilmek için, hak teklifin edası ve ilahi sorumluluk yolunda başlarına gelen her türlü musibet ve meşakkatlere tam huzur içinde tahümmül ediyorlardı.
5- Peygamberin varisi olan İslam önderleri, İmamlar ve ümmetin büyük rehberleri, kendilerini halktan ayrı görmüyorlardı. Saray ve lüks villalarda, tam bir ilgisizlik ve itinasızlık içinde ayyaşlık ve eğlenceyle meşgul olan tarihin despot idarecileri gibi değillerdi.
Aksine daima kendilerini savunmasız halk kitlelerinin dert ve işkencelerine dert ortağı ediyorlardı. Sadece hakim sınıf tarafından zindanlara atıldığı veya uzak bir bölgeye sürgün edildiği zamanlar halktan uzak kalıp, onlarla olan ilişkilerini kısıtlamak zorunda kalıyorlardı. Bütün bu hakikatler, İslam muhaddislerinin naklettikleri rivayetlerde tafsilatıyla kaydedilmiştir. Halk içindeki vekillerine yazdıkları mektuplar, yaptıkları hatırlatmalar ve Hac merasimi sonrası Mekke yolu üzerinde kendilerini görmeye gelen dostlarına yaptıkları konuşmaların hepsi de gerçek önderlerin risalet ve dini vazifelerini eda ettiklerinin açık örnek ve misalleri konumundadırlar.
6- Mutahhar İmamlar zamanındaki sultanlar, İmamların halk arasındaki ruhi ve fikri önderliklerinden endişe duyuyorlardı. Her an alaşağı edileceklerinden korkuyorlardı. Bu yüzden de bütün güçleriyle onlardan bu önderlik makamını almaya veya en azından halk kitleleriyle olan sıkı ilişkilerini kesmeye çalışıyorlardı. Bu arzularına erişebilmek için de hiç bir cinayet ve zulümden geri kalmıyorlardı. Katı kalplilikle İmamlara iziyet ediyorlardı. Neticede du şuurlu halk ve İmamların vefalı dostları bu durumdan rahatsızlık duyuyor, galeyana geliyorlardı.
Önderin vazifeleri, risalet görevinin edası ve halk yığınlarının İmamların eli altında terbiye edilmeleri hususunda, dediklerimizden de anlaşılmaktadır ki, babası zamanında çocukluk çağında olan 12’nci İmam da İmamet ve rehberliğin bütün şartlarına sahip idi.Nasıl olur da o çocuk, şartlara sahip değilken İmamet ve rehberlik iddiasında bulunabilir ve büyük deliller ile İslami rehberliğin şartlarına aşina olan ve teribiye edilmiş halk da onun bu davetini kabul edip önderliğine teslim olabilir?
Bilgi ve şuurluluk açısından toplumun güzidesi ve İslam’ın esas ve kanunları hususunda tam bir bilgiye sahip olan bir grup, yaşça küçük olan bir kimsenin fikri açıdan da çocuk olduğunu görmüş olsaydı, kesinlikle kendisine tabii olmazdı. Eğer İmam, fikri olarak yetişkin olmasaydı, İmamet ve önderliği müddetince ruhi ve fikri açıdan hataya dücar olur ve halk da onun bu çocukça ve yetkin olmayan fikirlerinden mutlaka haberdar olurdu. Ehl-i Beyt’i yok etmek isteyen, bu isteklerine erişebilmek için yüzlerce bilgin ve edib kiralayan ve İslam ümmetinin rehberi makamında olan kimselerin, zayıf noktalarını bulmaya çalışan sultanlar; nasıl olur da, fikri ve, ilmi açıdan hiç bir bahane bulamıyorlardı?
Bütün bunlar, genç rehberin yetkinliğini göstermektedir. Öyle bir İmam ki, yaşça küçük olmasına rağmen; fikir, ruh ve ilim açısından eşsiz ve benzersizdir. Öyle bir İmam ki, önderlik ve rehberlik kudreti, kendi çağdaşı olan tüm alim ve bilginlerin ilgisini çekmişti. Bu olay, ilahi mektebin ilk tarihi örneği değildir. Belki ilahi risaletler yolunda bir çok örnekler de mevcuttur. Nitekim Kur’an-ı Kerim bazı yerlerde onlardan bahsetmiştir.
Mesela İsa b. Meryem daha beşikte iken annesinin günahsız olduğuna şehadette bulunuyor, kendisini bir önder ve peygamber olarak tanıttıktan sonra şöyle söylüyordu;
“İsa dedi ki: Şüphe yok ki ben Allah’ın kuluyum, bana kitap vermiş ve beni peygamber kılmıştır”
Aynı şekilde Yahya hakkında da şöyle buyuruluyor:
“Ey Yayha, azim ve kuvvetle kitabı al. Ve ona çocukken peygamberlik verdik”
Mehdiye Nasıl İnanalım?
Mehdi’nin ömrünün uzunluğu ve önderlik yetkinliğinden bahsettikten sonra şu sorunla karşılaşıyoruz: Bütün bu söylenenler sadece Mehdi’nin varlığını olası kılmaktadır. Ama tarih açısından Mehdi’nin vücudunu ispatlayan kesin bir delile sahip değiliz ki?
Mehdi’nin inkîlabı ve onun eliyle meydana gelecek olan evrensel değişiklik, genelde nebevi hadis ve rivayetlerle, özelde de mutahhar İmamlar aracılığıyla nakledilmiştir..
Peygamber ve İmamların söz ve hadisleri öyle bir seviyededir ki, hiç kimse için Mehdi’nin varlığı ve inkılabı hakkında hiç bir şüphe ve tereddüde yer bırakmamaktadır. Mehdi’nin inkılabı’nın varlığı hakkında Peygamberden yaklaşık 400, masum İmamlardan ise 6000’e yakın hadis (Şia’da İmamların sözü de hadis kabul edilmektedir) nakledilmiştir. Bu büyük rakam bu iddiayı ispat ve bu konudaki her türlü şüphe ve tereddüdü giderecek en büyük delil ve şahid konumundadır. Öyle ki, biz, İslami mevzuların hiç birisi hakkında bu kadar rivayet ve kaynağa sahip değiliz. Yine bizler, bu kadar sağlam delillere sahip değiliz. Bu delilleri kısaca iki gruba ayırabiliriz:
1- İslamî delil
2- İlmi delil
1- İslami Delil:
Mevcut olan çok sayıda rivayetler, dini önderlere inanan kimseler için Mehdi’nin varlığı ve inkîlabı husunda hiç bir şüphe ve tereddüde yer bırakmamakta ve Ona, bu konunun boş, efsane ve hayali bir şey olmadığını, belki tarihi tecrübelerle de ispatlanmış bir hakikatı ifade ettiğini bildirmektedir.
Peygamber ve Hidayet İmamlarından nakledilen yüzlerce delil ve rivayetin hepsi, vaad edilen Mehdi’den bahsetmektedir. Hepsi de çok açık bir şekilde Mehdi’nin Fatıma’nın sevgili çocuklarından Hüseyn’in dokuzuncu kuşaktan evladı olduğunu açıklamaktadır. İmamlar, Hazretin gaybeti meselesine özel bir ilgi duyduğundan, onun gaybet ve zuhurunun şart ve sıfatlarını açıklama hususunda hiç bir şeyi esirgemeyerek konuya tam bir açıklık kazandırmışlardır.
Bu meseleye şehadette bulunan, sadece rivayet ve nakillerin çokluğu değil elde başka bir takım deliller de vardır ki, bu söz konusu rivayetlerin esas ve temelini daha da güçlendirmekte ve muhkem kılmaktadır.
Bu rivayetler genellikle Şia ve Sünni kitaplarının meşhur ve güvenilir olanlarından alınmıştır. Nebevi hadislerin çoğu Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, Musned-i Ahmed b. Hanbel ve Mustedrek-i Hakim’de yer almıştır. Üstelik Hz. Peygamberin halifelerinin 12 kişi olduğunu bildiren Buhari: İmam Cevad, İmam Hadi ve İmam Hasan-ı Askeri zamanlarında yaşamıştır. Bu da söz konusu hadisin, Peygamberden nakledildiğini göstermektedir. Zira İmamların sayısı daha 12 yi bulmamışken, Peygamber sallâ'llâhu aleyhi ve alih kendi halifelerinin 12 kişi olduğunu bildirmektedir. Buharinin kendisi 11. İmam zamanında yaşamıştır. Bu rivayet ve benzeri nakiller inkâr edilmez bir hakikatı göstermektedir. Zira daha İmamların sayısı 12’yi bulmamışken, bu hadis, hadis kitaplarında yer almış, kayda geçmiştir. Yani bu hadisler, konuşma ve sözleri ilahi vahy esası üzerine olan ve hiçbir zaman kendi şahsi istek ve arzuları doğrultusunda konuşmayan bir ferdin diliyle, ilahi bir hakikat ve gerçeği gözler önüne sermektedir. Bu İmamların ilki Ali b. Ebu Talib, sonuncusu ise İmam Hasan Asker-i’nin oğlu Mev’ud (vaadedilmiş) Mehdî’dir.
2- İlmi Delil:
Bu delil Gaybet-i Suğra (küçük gizlilik) zamanında yaşayan bir halkın, 70 yıllık tercübesidir. Bu dönem İslam ümmetinin önderi. Hz. Mehdi’nin hayatı’nın ilk yıllarını teşkil etmektedir.
İmam,zahir’de halkın gözlerinden gizli yaşıyordu. Ama kalp ve fikriyle, kendi dostlarıyla uyum ve beraberlik içindeydi. Aniden gaybet zamanı başlayınca Müslümanlar zor ve buhranlı bir döneme girdi. Zira uzun yıllardır bizzat kendi İmamlarıyla görüşmeye, sorunlarını ve vazifelerini bizzat kendisine sorup, cevaplarnı da bizzat kendisinden almayı adet etmişlerdi. Ama bu zor şartlara rağmen İmam aleyhi's-selâm bir an dahi, İslam ümmetin’den gaflette değildi. Bütün emirlerini ve ümmetin sorunlarını özel vekilleri aracılığıyla insanlara ulaştırıyordu. Bu 70 yıllık zaman zarfında, aracı olarak İmamla temasta bulunan ve Niyabet-i has (özel vekillik) görevini üstlenenlerin sayısı dört idi. Bu dört kişi şunlardır:
1- Osman, Said-ül Amri
2- Muhammed b. Osman b. Said-ül Amri
3- Ebul Kasım El Hüseyin b. Ruh
4- Ebul Hasan Ali b. Muhammed-i Semeri
Bu dört kişi sırasıyla biri diğerinin yerine geçiyordu. Şialar tarafından söz konsu edilen her türlü soru ve meseleleri İmama iletiyor, cevabını ise yazılı ve sözlü olarak alıp sahibine iletiyorlardı. Bütün yazıların hepsi de aynı yazı biçimi ve özel bir stil ile bizzat hazret tarafından kaleme alnıyordu. Son vekil olan Semeri, Gaybet-i Suğra döneminin sona erdiğini ve bundan böyle artık Gaybet-i Kubra (büyük gizlilik) dönemi-nin başladığını ve artık hiç kimse İmamla halk arasında vekil olarak yer almıyacağını bildirmiştir. Bu dönemde şialar kendi sorunlarını naib-i amm (genel naib) olan şartları haiz müctehidlere götürmeli, yani din ve dünya işlerinde bilgili müctehidlere baş vurmalıdırlar.Müctehidler de böylece yazılı ve sözlü olarak şiaların problem ve sorunlarını çözmeye çalışsınlar. İslam’ın hakimiyet ve tanıtılması yolunda çaba sarfetsinler. İslam’ın şuurlu ve bilgili nesline özen göstererek, İslami hedeflerin gerçekleşmesi yolunda halk kitleleriyle işbirliğinde bulunsunlar ve onlara önderlik etsinler.
Özel vekillerin, aracı olduğu yetmiş yıllık zaman boyunca Hazretin konuşma ve haketlerinde en küçük bir yanlışlık ve zıtlık görülmemiştir.
Acaba onların tam 70 yıl yalan söyledikleri ve üstlendikleri görevin tersine davrandıkları düşünülebilir mi?
Onların hayat metodunda böyle bir tasavvur ve düşüncenin varlığı kabul edilemez. Böyle bir ihtimal düşünülemez. Zira bu dönemde, aralarında hiç bir ilişki bulunmaksızın hepsi aynı görüş, aynı ideal ve aynı mantıkla; İmam adına halkla konuşuyor, söz söylüyorlardı.
Eğer gerçekten de ortada bir gerçek olmasaydı bu müddet içerisinde söz ve fikirlerinde bir takım sürçmeler görülür, neticede İslam milleti onların hareket ve davranışları karşısında kötümser olurdu. Halbuki bu müddet zarfında halkın tümü onları tam bir inanç, güven ve imanla karşılıyordu. Zaten ilim açısından ihtimal esasıyla da düşünülecek olursa, böyle bir şey imkansızdır. Yani tam 70 yıl boyunca özel bir şekilde halkın hayatına yalanların hakim olması, bunun da ötesinde; halkın bu yalanlarla hayatını düzenlemesi düşünülemez. Gaybet-i Suğra döneminde edindiğimiz ilmi tecrübeler bizlere viladet, hayat, gaybet ve Gaybet-i Kubra zamanındaki “niyabet-i amm” meselesini de ispat etmektedir.
Bu da göstermektedir ki, Mehdi (a.f.), bir takım sebepler yüzünden halkın gözlerinden gizlenmiş ve bir gün yeniden ortaya çıkarak kendisini tüm dünyaya gösterecektir.
Niçin İmam-ı Zaman (Mehdi), Gaybet Müddetince Kıyam Etmedi?..
Kendisini, toplumu fesaddan kurtarmaya hazırlanmış olan bir ferdi, hangi sebepler bu görevinden alıkoymakta ve onun yetmiş yıllık toplumla olan ilişkisini kesmekte, sonra da Gaybet-i Kubra döneminde belirsiz bir müddet için toplumla olan ilişkisini tümüyle koparmaktadır?
Halbuki gaybet-i suğra döneminde ve gaybet-i kübra döneminin ilk başlarında; Hazretin kıyamı için, şartlar da oldukça verimli ve uygundu. Zira o zamanın hakimleri techizat ve askeri kudret açısından, bugünkü dereceye ulaşmamıştı. Dolaysıyla da kıyam daha kolay ve başarılı bir şekilde sonuçlanabilirdi.
Toplumsal değişiklik ve mazlum halk kitlelerini tarihin cabbar hükümdarlarının elinden kurtarmak, müsaid şart ve ortamları gerektirmektedir. Bazen de insanın şöyle düşündüğü olur; iş, ilahi bir memuriyet ve risalet olunca ve bitmek tükenmek bilmeyen ilahi bir güç de işin içindeyse; artık bir takım özel maddi şart ve unsurlara ne ihtiyaç vardır?
Ama bilinmelidir ki, bütün ilahi yardım ve teyidler, maddi sebebler kanalıyla şekillenmektedir. Gaybi unsurların, maddi unsurlarla sıkı bir ilişkisi vardır. Bu yüzden de cihan beş asır cahiliyye dönemi yaşadı. Ta ki, Hz. Muhammed’in risaleti için müsaid ortam ve şartlar oluştu. Yani o zaman cihan, ilahi bir kurtarıcıyı kabullenmek için hazır bir hale gelmişti.
Bu mesele oldukça açık ve bedihidir ki, bir hareket veya akım ancak ve ancak toplumdan destek gördüğü zaman başarıya ulaşabilir. İlahi sünnetler de göstermektedir ki, Allah-u Teala daima illetler, sebepler ve müsaid ortamlar vasıtasıyla iradesini gerçekleştirmektedir. İlk önce bir ortam oluşturmakta daha sonra da istediği değişiklik ve evrimleri gerçekleştirmektedir. Mesela İslam, uzun süren bir fetret (duraklama) döneminden sonra gelmiş ve adeta bu fetret dönemi, İslam’ın gelişi için uygun bir atmosfer oluşturmuştur.
Bu olay bazı özel durumlarda meydana gelen mucizeden oldukça farklıdır. O buhranlı ortam ve özel hususlarda alınan kararlar olayı bir tek hareketle neticelendirmektedir.Gaybi yardımlar doğal şart ve gerekçeler üzere şekillenmekte ve ilahi yardım bir tek kıvılcımla vücuda gelmektedir. Nemrud’un adamlarının İbrahim için yaktıkları ateşin onu yakmaması, Peygamberin başı üstünde yalın kılıç duran yahudinin elinden kılıcının düşmesi veya Hendek savaşında kafir ve müşriklerin kalplerine korku ve vahşet düşüren ve onların yenilmesine ve dağılmalarına sebep olan şiddetli rüzgarın esmesi gibi...
Bu yüzden Mehdi (a.f)nin kıyamıda doğal bir şekilde şekillenerek vücuda gelecektir. İmam Mehdi’nin tüm alemi ıslah etmek istediğinden; tüm dünyanın, kendi risaletini hemen kabulleneceği bir duruma gelmiş olması gerekiyor. Zira, eğer sadece, önderlik liyakati ve müsait ortamın varlığı şart olsaydı; bu, Hz. Peygamber zamanında vardı.Ve dolaysıyla da böyle bir ıslah’ın o zamanda peygamber’in güçlü eliyle vücuda gelmiş olması gerekirdi. Mehdi’nin evrensel memuriyet ve risaleti, özel bir konuma sahip olduğundan tüm dünya’da kapsamlı bir değişkenliğin vücuda gelmesi, zulüm, sitem, ve bezginliğin tüm dünya’yı kaplaması, dört bir yandan gelen baskı ve zorlukların, halkı tam bir patlama noktasına getirmiş olması gerekiyor.Böylece evrensel ıslahatçı (Mehdi)nin bir tek feryadıyla esaret zincirleri koparılsın, halk kitleleri ellerini ona doğru uzatsın ve risaleti herkesçe kabul edilsin.
Bu cevap ve bilgi neticesinde insan’ın, “İmam bütün bu askeri güç ve teknolojik silah ve teçhizatlara karşı nasıl olur da galip gelebilir?” diye sorabileceği gibi, sorunun cevabı da kendiliğinden anlaşılmaktadır. Zira süper güçler, askeri güç ve teknolojik silahlar açısından güçlü olmalarına rağmen ruhi yönden bir yönelgiyle karşı karşıya gelecektir. Çünkü insani ruhun temelden hastalandığı, bozulduğu bir ortamda, bu techizat, araç ve gereçlerden istifade edebilmesi mümkün değildir. Tüm insanlığın ruhi sükunet ve huzurdan mahrum olduğu, insanların hayret ve şaşkınlık içinde ne yapacağını bilmez bir hale geldiği ortamda, savaş techizatının insanlar için hiç bir faydası olamaz.
Böyle Bir Rehber Nasıl Olur Da Bu Dönemde Zafere Ulaşabilir?..
Geçmiş bölümlerde yer alan soruların ardından bir de insanın aklına şu soru takılabilir:”Bir insan ne kadar güçlü ve kudretli de olsa, bu kompleks ve önemli dönemde zafer’e ulaşabilir mi? Acaba değişiklik ve hareket vücuda getirmek sadece bu insana mahsus bir şey midir?”
Bu soru, şu görüş açısından söz konusu edilmektedir: İnsan tabiatta adeta ikinci etken konumundadır. Asıl etken, kendisini çepeçevre kuşatan maddi etkenlerdir. Dolayısıyla da insan ne kadar güçlü ve kudretli de olsa bu etkenlere dikkat etmek zorundadır.
Başka bir yerde de belirttiğimiz gibi, tarihin iki asıl kutubu vardır:
1- İnsan
2- İnsanı çepeçevre saran maddi güçler.
İnsana tesir ettiği ve onu bir yere kadar değiştirdiği gibi insanda bu maddi güçler üzerinde etkili olmakta ve değişiklik vücuda getirmektedir.
Hareketin maddeden başlayıp, insanda sona erdiği farzedilecek olursa; aynı suret ve miktarda insandan maddeye yönelik bir hareket ve değiştirmenin meydana geldiği de bir gerçektir.
Böylece tarihi seyir ve değişiklikte, hem insanın ve hem de maddi faktörlerin etkisi söz konusudur. Eğer insanın gaybi ve semavi ilişkilerini de göz önüne alacak olursak; tarih, tahavvül ve değişikliğinin en önemli etkeni, insan olacaktır. Nitekim bu etken; peygamberler tarihinde açık bir şekilde görülmektedir. Hz. Muhammed sallâ’llâhu aleyhi ve alih gaybi ve ilahi ilişkiler esası üzere tek başına derin ve köklü bir tarihi hareket vücuda getirdi. Çok kısa bir müddet zarfında öyle bir medeniyet vücuda getirdi ki; onu çepeçevre kuşatan hiç bir maddi etkenin böyle bir hareket ve değişikliği bu süratle vücuda getirebilmesi olası değildir. Dolayısıyla büyük İslam Peygamberi vasıtasıyla oluşan bu değişikliğin, bir benzerinin onun soyundan olan insanlığın gelecekteki büyük önderi Mehdi aleyhi's-selâm tarafından da vücuda getirilmesi olası ve mümkündür.
Mehdi Zamanında Değişiklik Nasıl Olacaktır?.
Kitabın sonunda da şu soruyla karşılaşıyoruz:”Hakkın yasaları ve toplumsal adalet, zulüm ve zorbalık düzenlerine nasıl galip gelecektir”?
Bu soruya cevap verebilmek için ilk önce Mehdi’nin zuhur ettiği günü ve o gün meydana gelecek olan hadisleri iyice bilmek gerekiyor. Böylece o asırda meydana gelecek olan değişikliği de bilmiş oluruz.Zira her ne kadar da olsa, o gün hakkında tam ve yeterli bir bilgiye sahip değiliz. Dolaysıyla da ilmi bir takım verilere de her hangi bir hükümde bulunamayız. Ama zihni ve fikri varsayımlar ve tasavvurlarla bir hükme varabilmek mümkündür.
Açık ve rahat bir şekilde denebilecek tek söz şudur:
İnsanlık ve beşer tarihi müddetince vücuda gelen değişiklik ve tecrübeler, bizlere bildirmektedir ki o zaman tüm cihan yeni bir risaleti kabule hazır bir duruma gelmiş olacaktır. Yani toplumda ruhi açıdan tam bir hazırlık ve uygun bir atmosfer meydana gelecektir.
İşte bu ortamda ümit nuru parlayacak ve intizâr (bekleme) dönemi sona erecektir. Mehdi kendi risalet görevini tamamlamak üzere zuhur edecektir. Halk kitleleri ve taraftarlarının himaytiyle fesat ateşini söndürecek ve zalimane kanun ve esaslar yerine toplumsal ve sosyal adaleti hakim kılacaktır. O gün artık sapıklar, tecavüzler, kötülükler ve emniyetsizlikler sona erecek tüm canlılar tam bir güven ve emniyet içinde Mehdi’nin adilce hükümeti altında kendi yaşantısını sürdürecektir.