Fazıl Agiş
İnsan olarak geldiğimiz şu dünyada düşündüklerimizi, duygularımızı, hatta hayallerimizi birbirimize bildirmek, aktarmak ihtiyacı duyarız. Bunu konuşarak, yazarak ifade ederiz. Bazılarının anlattıkları bazılarını sıkabilir, işine gelmeyebilir. Bazıları da bir şeyler öğrenmek için daha bilgili birisinden fikir alır. Bazen biri ihtiyacı olduğu bilgiyi hatırına bile getirmeyebilir. Ama arif veya filozof biri, kimsenin hatırına getirmeyi aklının ucuna bile getirmediği bir konuyu açar. Çoğunun göremediğini bir bilge kişi görerek toplumla paylaşmak ister. Bunu hangi toplum kabul edebilir? Ancak ve ancak cahil kalmakta inat etmeyen, ısrar etmeyen bir toplum.
İslâm dini oluşmasından önceki döneme, tarihte Cahiliyye Devri denir. Niçin?
Çünkü insanlar aklın kabul etmeyeceği şekilde kendi yaptıklarına kendileri tapıyorlar, bedevîlik hayatını en üstün yaşantı görüp, medeniyeti alaycı şekilde yeriyorlardı.
Belki yeryüzünün en geri kalmış, medenî âleme oldukça mesafeli, ekin bitmez bir şehirde ama Samî ırkından yetim, hiçbir hocadan eğitim ve öğretim görmemiş, okuma yazma bilmeyen bir kişi vahiy bilgisine ulaşınca, doğduğu şehri kutsallaştırıyor; getirdiği mesaj her kıtadaki, her ırktaki, her dildeki insanları bir inanç ve medeniyette birleştiriyor. İSLÂM MEDENİYETİ. Bu medeniyet Araplara veya Farslara yahut Türklere mahsus değil, her insanı, insan olduğu için kabul eden bir medeniyet.
Bu medeniyete "baskı ve kılıçla yayıldı" demek yanlış. Ama "hayır, İslâm cihat ve fütuhatla yayıldı" demek gerek Müslüman gerek Hıristiyan dünyasında yaygın ifade. Bunu böyle düşünenler ise İslâm’ı tarihinin gerçekleriyle bilmiyor, Kur’ân-ı Kerim’i okumamış oldukları kesin. Bir kere o yüce kitap, “Dinde zorlama yoktur” (Bakara suresi, 256. ayet) “onlar istesen de istemesen de inanmazlar” (Bakara suresi, 6. ayet), “sizin dininiz size, benim dinim bana” (Kâfirun suresi, 6. ayet), “Bu Kitab (Kur’ân) şüphesiz, Allah’tan sakınıp O’nun emirlerini yerine getiren kullarına yol göstericidir” (Bakara suresi, 2. ayet) diyor. Kimsenin kafasına vurup böyle inanacaksın demiyor. Mekke döneminde Hz. Muhammed (s.a.a) hiçbir şekilde savaşmadı. Mustazaflar Habeşistan’a, daha sonra da hepsi Medine’ye hicret etti. Yayılıp güçleninceye kadar sabredildi. Medine’de Peygamber’in liderliğinde bir devlet kuruldu. Bu devlet, Peygamber’e gelen vahye göre yönetilirdi. Birbiriyle kavgalı Arap kabileleri barıştılar. Hz. Ali (a.s.): “Araplardan ilk iman eden benim, Farslardan Selman, Habeşlerden Bilal, Rumlardan Süheyib.” demişti. Bundan, bu yeni oluşan İslâm topluluğunun belli bir ırka ait olmadığı da anlaşılır. Peygamber’in emrindeki savaşlar da saldırı ve işgal savaşları değil, kendini savunma, zulüm ve tehlikeleri, fitneyi yok etmek içindi. “Onlar savaşmadıkça siz de savaşmayın” emri vardı. Pekiyi "Yahudi ve Hıristiyanlardan dost edinmeyin şeklindeki prensip niye" denirse doğal olarak başka dine mensup olanlar İslâm’ın onlara “ehl-i kitab” olarak tanıdığı hakları vermeyecekleri için, zayıf buldukları anda tepeleyecekleri içindi. Yoksa İslâm, onların inançları için de hayat hakkı tanımış, onları zorla Müslümanlaştırmaktan kaçınmıştır. Ama tebliğini de yapmıştır.
İslâm devleti oluşunca İslâm devleti himayesine giren, zımmî olan ehl-i kitab, bu devlete vergi ve cizye ödemek zorundaydı. Ama yoksullardan, başka dinde olsalar bile, bu da istenmiyor, üstelik onlara yardım da ediliyordu.
Hele şirk, putperestlik; akla, mantığa uymayan birçok uydurma ve masallardan kurulup, bunlara karşı gelmek, atalarına saygısızlık olacağı için, kurulmuş düzenleri, gerçeklerin öğrenilerek bilinmesi karşısında, örümcek ağı gibi örülmüş uydurmaların hemen örümcek yuvası gibi bozulacağından, batıl olan görüşlerin yıkılması korkusundan başka görüşlere yer vermez, bu görüşleri yasaklar, bu görüştekilere idam cezası verecek kadar insanları düşünce ve inanç haklarından ve buna dayanarak hayat hakkından da mahrum edeceği kesin olduğundan İslâm da bu görüşlerin putlarını, heykel oldukları için değil, saçma sapan uydurma tanrılar sayıldığı için kırar. İslâm’ın güzel sanatlara karşı olduğu anlaşılmasın. İslâm, iyiye, güzele, faydalıya karşı değildir. İslâm, sıratu’l-mustakîm olduğu için yalan ve yanlışı, uydurmayı batıl bildiği için bağrına basamaz.
Putlara tapıcı putperestlere gelince, haliyle put dikmek yasaktı. Zaten İslâmiyet’in galibiyetiyle insanlar anlamıştı ki, bu taptıkları şeylerin bir kudreti, yapacakları herhangi bir özelliği de yoktu. Burada şu soru akla geliyor; putlar için savaşan Kureyş, nasıl oldu da kısa zamanda Müslüman oldu?
Cevap, o kadar savaşlara, o kadar cana kıyılmalara rağmen çok basit. Kureyş’in içinde Ebu Cehil, kabilesi olan Benî Mahzum’un, Ebu Süfyan’ın da Emevîlerin iktidarı elinde tutma çabalarıydı. Hz. Muhammed (s.a.a) ise verdiği mesajlarda, burhan, hüccet ve delillerle aklı uyandırıyordu. Düşünen kavim akıl ve adaleti tercih edeceğinden, doğruyu bulacağından; eğrinin batılın hükmü kalkacaktı. Onlar da akıl yoluyla çok iyi biliyorlardı ki, putlar kudreti olmayan taştan, topraktan yapılmış uydurma şeylerdi. Akıl yoluna başvurmayan birçok insan bunlara inanıyor. Hac mevsimlerinde kabilelerinin sembolleri olan bu uyduruk tanrıları ziyaret ediyor, onlara kurban kesip tapınıyorlardı. Bu da onlara saygınlık ve itibar sağlıyor, gelir getiriyordu. Aslında Kureyş, tek geçim kaynağı olan naklî ticaret ve Hac ziyareti dolayısıyla, her çeşit inanca, her türlü puta tapmaya izin veriyordu. Mekke’de ataları Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in (a.s) putları reddeden, gerçeği arayan Hanîf dininin yanı sıra, Yahudiler ve Hıristiyanlar da vardı. Bunlara kimse bir şey demiyordu.
Toplumun bütün sorunu putlara tapmak mı idi, denirse cevap, hayır olacaktır. Çünkü toplumda adalet, erdem, insan hakları, hayvan hakları hiçe sayılıyor, yoksul ve zayıflara hatta hayvanlara bile eziyet ediliyordu. Egoistlik ön plandaydı. Bu egoistlikle birlikte bulunduğu topluluğa haksız bile olsa bağlanmak taassubu, bağnazlığı oldukça hâkimdi. Bu, kabileler arasında kan davalarının sürüp gitmesine sebep oluyordu. Haksız bile olsalar haklıdan kana kan davası güdüyorlardı. İslâm ise âdil olmaya çağırıyor, "kendi yakının haksız olursa ona da cezasını ver" diyordu. Körü körüne taraf tutmayı yasaklamıştı. Hor görülen kız çocuklarının hayat haklarını ileri sürerek diri diri toprağa gömülmelerini yasaklıyordu. Bir cenin her nasıl doğacaksa da hayat hakkı vardı; İslâm Hukuku’nda öldürülemezdi. Her insanın cenin de olsa, hatta gayri meşru yolla doğacak bir çocuğun da hayat hakkı elinden alınamaz. Köleler kardeşti ve savaş esirleri dışında insanları köleleştirmek yasaklanıyordu.
Peki, "İslâm köleliği niye kaldırmadı" denirse:
İslâm, Müslüman’ın vermekle mükellef olduğu zekât ve humus vergilerini zorla almaya müsaade etmediği gibi, zorla köleleri serbest bırakma yoluna da gitmemiştir. Çünkü bundaki zorlama, insan iradesine müdahaledir. Allah insanlara sevap verebilmek için, bu ibadetleri yerine getirmelerinde insan iradesini hür bırakmıştır. Kimsenin başkalarının canına ve malına el koyma hakkı yoktur. Bir bakıma iyi muamele gören köle, serbest adamdan daha da rahat edebilir. Üstelik yaradanı karşısında muhtaçlığını ve acizliğini gören insan da kendi iradesiyle Rabbine teslim olup kulu olmuyor mu?
İslâm’ı baskıcı, sırf kılıç dini, akla hitap etmeyen din olarak görenler; Halifelik makamını gasp edip kendi çıkarları doğrultusunda kullanan, bu makamı saltanata çeviren sultanların yüzünden böyle düşünüyorlardı. Ne yazık ki bunlar da İslâm toplumunu yüzyıllarca yöneterek uyutma yoluna gittiler.
Zalim iktidarlar hep, toplum uyanmasın diye akıl yürütmeyi, doğruyu bulmayı engellemeye, yasaklamaya çalışmışlardır. Toplumu eğlenceyle, oyunlarla ve uyduruk batıl inançlarla, masallarla kandırarak yönlendirmişlerdir. Tarihte sadece hükümdar olanlar uyutmuyor, hükümdarlar da çocukluktan dinledikleri çeşitli masalların etkisinde kalarak saf tipler olabiliyorlar. Yani hükümdarları; yönetenleri de yönlendirenler vardır; Firavun’un Haman’ı gibi.
Sinemacılığı ele alalım; Amerikan filmleri daha çok aksiyon filmlerinden oluşur. Çok hareketli, insanlar ucuzuna öldürülüyor ama bir fikir yok. Fikri ne yapacaksın; düşünme, iş yap görüşü. Sosyalist filimler sınıf çatışmaları, basit yaşam… Hint filmleri masal ve danslar… İran filmleri konusu ağır ama düşündürücü. İşte bundan da ödül alabiliyor.
Halkın içinde statükoyu korumak isteyen birçok kimse vardır. Bunlar tutucu, yeniliklere karşı insanlardır. Her yenilik iyidir demek de olmaz. Değişim olacaksa gelişim de ona bağlı olmalı. Gelişim olmazsa değişim, o toplumu dejenere eder, yani yozlaştırır. Ama toplumun gelişmesi aykırı, sıra dışı değişimcilerle olur. Bir Sokrates idam edilmiştir ama bugün de etken bir insandır. Peygamberler de öyle. Bir Mevlâna, bir Yunus Emre bugün de niye sayılır ve sevilir? Tanrı’nın verdiği irfanî geniş görüşlülüklerinden.
Kendinin bilgi ve irfan karşısında sarsılacağından korkan, başkalarının konuşmasını, yazmasını istemez. Çünkü ortaya atabileceği akıl ürünü bir görüşü yok. Bu görüşlere bedevînin küçümsemesiyle bakacak, seninki de ucuz siyaset diyecek. Bu kadar mı? Bir de faşistlik damarları kabaracak, başkasına konuşma hakkı, tabii ki düşünme hakkı, irade hakkı ne kadar insanın hak ettiği hak varsa hepsini yasaklamak isteyecek, zavallı… Bilgini içinde sakla, ona ihtiyacımız yok diyecek ve toplumun bilinçlenmesine köstek olacak, fikir cinayeti işleyecek.
HÜRRİYET ASLINDA YARATAN’IN BİZE VERDİĞİ EN BÜYÜK NİMETLERDENDİR. O hiçbir zaman şer yapmaz. Şer O'ndan gelse âdil olmaz. Eğer şer Allah'tan gelseydi, insan yaptığının sorumluğundan hesaba çekilemezdi. O Allah her zaman hayır vermiştir. Şer, hayrın olmamasıdır, yani iyinin yok olmasıdır. Bu noksanlık ancak kâmil olmayan noksan varlıklarda olur. İşte Allah, kendini ve yolunu cebren kabul ettirmiyor. İNSANLARA NE OLUYOR DA, HADDİNİ BİLMEDEN ÂMİR OLUP, CEBREN İLLA KENDİ DEDİKLERİ İLE SINIRLANDIRMAYA KALKIYORLAR.
Bana diyebilirler ki, "iki de bir Tanrı’dan, peygamberden, dinden bahsediyorsun". Evet…
Önce ben bir insanım, bana bazı dogmalar veriliyor. Dünya hayatı, ahiret hayatı ikisi ayrı. Bu din, bu siyaset ayır. Veya ayıran nasıl ayırıyor? Evet, önce düşünen, Aristoteles’in deyimiyle zoon politikon’um yani politik hayvan. Peki, beni kim yarattı ve niçin yarattı? Bu dünyaya niye geldim? Çok da biliyorsunuz. Tabii ki hemen hemen her felsefeyi okumuş biriyim. Dinleri de araştırdım. Descartes’in ifadesiyle “var mıyım, yok muyum? Düşünüyorum o halde varım”. Demek ki yok da değilim, ama geçmişimi bilmiyorum; gelecek de bilinmiyor. Bir yanda dünya hayatı, diğer yanda seni disipline sokan dinî kurallar. Ama her nereye baksam yaratan Tanrı’yı görüyorum, her şeyde ve her yerde şekilden, biçimden, mekân ve zamanın ötesinde münezzeh ve subhan olarak, misli olmayan şekilsiz, hiçbir benzeri olmayan
Eşi ve ortağı olmayan varlık olarak. Bir ama rakam değil, cinsiyeti de yok. Cinsiyet başka şeye muhtaç eder bir varlığı. Eş, çocuk gibi. O ise muhtaç değil ama her şey muhtaç ona. Vahiy ve peygamberi vasıtasıyla bana yolu gösteriyor; yaşam için kurallar koymuş, o kuralları yapmazsam düzenim bozuluyor; ortalık kargaşaya dönüyor. Dünyada ne yapsam sorumluyum. O halde her yapacağım şeyin ahirette karşılığı var. Yanlış yapsam cezası var; doğruya da mükâfat. Ben bu dünyada ceza ve mükâfatlarını görmüşüm; acaba daha ebedî olanda bunlar daha da fazla değil mi?
Her ne ise, O Allah’ın sınırı olmayan varlığını seyretmek, O'nunla sevmek, O'nunla sevmemek (haksızlık, zulüm, batılı ve cehaleti sevmemek) hayatımın gayesi oldu.
İnsan çıkarını, bencilliğini, taassubunu, dar görüşlülüğünü bir tarafa atıp akılla düşünürse, kalb-i selim hissi ile birleşen bir görüşle aklın yolunda birleşir.