“Kim sana gelen ilimden sonra bu hususta seninle tartışacak olursa, de ki: 'Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, nefislerimizi ve nefislerinizi çağıralım, sonra lânetleşelim de, Allah'ın lânetinin yalancılara kılalım.”[1]
Hz. Ali’nin şahsiyetini tanımanın zorluğu
Hz. Ali (a.s) hakkında konuşmak, onun sonsuz şahsiyeti hususunda söz söylemek oldukça zor ve hatta imkânsız bir şeydir. Çünkü Hz. Ali’nin şahsiyeti hususunda konuşmanın gerekli ön koşulu şahsiyetini tanımaktır. Bu ön koşul olmadığı takdirde onun şahsiyeti hakkında konuşmak da mümkün olmayacaktır.
Kâinatın efendisi, yaratılışın özü ve özeti, bütün fazilet ve kemallerin sahibi Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Ali’ye hitaben şöyle buyurmuştur: “Ey Ali, seni Allah’tan ve benden başka hiç kimse hakkıyla tanıyamamıştır.”[2]
Peygamber’in bu sözü bir haber niteliğindedir ve var olan bir gerçeği bildirmektedir. Yani Ali (a.s) hakkında yüzeysel bilgiler ve tanımlar var olmuştur ve de olacaktır ama, Ali’nin varlığının hakikati hakkındaki bilgi Peygamber (s.a.a) dışındaki hiç kimse için mümkün olmamıştır.
Hz. Ali (a.s) hakkında gerçek bilginin mümkün olmayışının sebebi, fazilet ve kemalleri kavramanın bizzat o kemallere sahip olmaya bağlı oluşudur. Örneğin; ilim, insan için bir kemaldir ve insan ilim sahibi olmadıkça ilmin hakikatini anlayamaz. Diğer insanî kemaller de aynı şekildedir. Hz. Ali’nin şahsiyetinin üstünlüğü ilâhî bir üstünlüktür ve bu üstünlüklerden mahrum insan asla o faziletleri algılayamaz. Nitekim Gazalî şöyle demiştir: “Gerçek fazilet, yüce Allah katında fazilet olan şeydir. Bundan ise Resulullah (s.a.a) dışında hiç kimse haberdar olamaz.”[3]
Ebu Hamit Gazalî’den nakledilen bu sözün üzerinde düşünülmesi gereken iki önemli nüktesi vardır:
1- Gazalî, sadece yüce Allah katında fazilet olan şeyi fazilet kabul ediyor. Faziletin hakikatinden yoksun ama sadece adı fazilet olan şeyler, fazilet değildir. Fazilet, sadece Allah’ın fazilet bildiği şeylerdir.
2- Allah katında fazilet olan şeyler, Peygamber (s.a.a) dışında hiç kimse tarafından bilinemez. Peygamber dışında hiç kimsenin bilememesinin sebebi, sıradan insanların o tür faziletleri kavrama aracına sahip olmamasıdır. Lâkin Peygamber (s.a.a) vahiy aracılığı ile bu faziletlerden haberdardır.
Faziletleri tanımak ve bilmek beşer için mümkün olmadığından dolayı, o faziletlere sahip olan kimseleri de hakkınca tanımak ve bilmek mümkün değildir. Yani onların gerçek şahsiyetlerini tanıyabilmek imkânsızdır ve beşerî gücün üstünde bir olaydır. Nitekim İmam Humeynî, "Birinci Nehc’ül-Belâğa Konferansı"na gönderdiği mesajda şöyle demektedir:
“Biz Ebu Talip oğlu Ali'nin şahsiyeti, onun tanınmayan gerçekliği hakkında konuşuyoruz veya kendi kısır bilgimizi dile getiriyoruz. Ebu Talip oğlu Ali dünyevî ve mülkî bir insan mıdır ki, dünyadakiler onun hakkında konuşabilsin?! Hakeza sadece melekutîbir varlık mıdır ki, melekut ehli onu değerlendirebilsin?! Arifler sadece kendi irfanî düzeyleri, filozoflar da sadece kendi ilmî seviyeleri dışında ne ile onu tanıyarak bize tanıtabilirler?! Bilginlerin, erdemlilerin, ariflerin ve filozofların bütün değerli bilgileri ve faziletlerine rağmen, hakkın tam cilvesi olan Ali’den kavradıkları bilgi, sadece kendi perde arkasında kalan varlıklarına yerleştirebildikleri ve sınırlı benliklerinin aynasına yansıttıkları şeydir. Hz. Ali (a.s) ise bunlardan apayrı bir şeydir. O hâlde, en iyisi bu vadiden geçip gidelim.”
İmam Humeynî’nin, filozoflar ve ariflerin bilgisinin çok sınırlı ve Hz. Ali'nin erişilemez şahsiyetini tanımada kusurlu olduğunu beyan eden bu sözleri de, Hz. Ali’nin gerçek şahsiyetini tanımanın sıradan insanların gücünün üstünde olduğunu göstermektedir. Peygamber’in; “Ey Ali, seni Allah’tan ve benden başka hiç kimse hakkıyla tanıyamamıştır.” hadisi de bu manayı ifade etmektedir. Yani Ali’yi tanımak beşerî gücün ötesinde bir olaydır; yoksa insanların Ali’yi tanımak istemeyişi söz konusu değildir. Belki de Ali’nin bu sonsuz şahsiyetini tanımak mümkün olmadığı için bazıları kendi sığ düşüncelerini ortaya koyarak Ali’yi Resulullah’ın diğer ashabıyla mukayese etmiş ve bazıları da onlarla eşit tutmuşlardır. Hatta bazıları Peygamber’in bazı ashabını Ali (a.s)’dan üstün kabul etmişlerdir.[4]
Halbuki Ali (a.s), nur ve feyiz almaya kabiliyeti olan temiz insanların aldatılmasını önlemek için kendisinin Peygamber’in diğer ashabıyla eşit tutulmasına itiraz etmiştir. Nitekim şöyle buyurmuştur: “İkinci halife ölüm döşeğinde hilâfeti bir grupta karar kıldı ve beni de şûra ashabıyla aynı derecede düşündü. Allah'ım, bu şûra hakkında senden yardım dilerim. Ne kadar ilginç! Nasıl olur da benim birincisine olan üstünlüğüm hakkında şek ederler ve böylece beni şûra ashabıyla denk kabul ederler!”
Hz. Ali (a.s), bu sözünde sadece şûra ashabıyla denk tutulmasına itiraz etmekle kalmamış, kendi üstünlüğü hususunda da şek edilmesini şaşkınlıkla karşılamıştır. Ardından engin varlığını nitelendirirken şöyle buyurmuştur: “İlim ve fazilet benden akar, düşünce kuşları doruğuma ulaşamaz.” Ali’nin yüce makamı hakkında en güzel söz, sözlerin en seçkini ve yetkini olan yüce Allah’ın sözüdür. Gerçi Ali canlı Kur’an’dır ve bu yüzden Ali’yi tanımak Kur’an’ı anlamak ve Kur’an'ı anlamak da Ali’yi tanımaktır. Ali hakkında birçok ayet nazil olmuştur. Bu makalede mübahale ayeti olarak bilinen Âl-i İmran suresinin 61. ayetinin Ali’nin yüce makamıyla ilgili bölümünü ele almaya çalışacağız.
Mübahale ayeti
Mübahale ayeti, İslâm alimlerinin naklettiği üzere, Ehl-i Beyt hakkında nazil olmuştur. Nitekim bir rivayette şöyle yer almıştır: “ 'De ki: Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, nefislerimizi ve nefislerinizi çağıralım…' nazil olunca, Resulullah; Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i çağırıp şöyle buyurdu: “Allah'ım, bunlar benim ehlimdir.”[5]
Tirmiz'i, Beyhakî, Suyutî, İbn-i Hacer Askalanî, İbn-i Münzir, Hâkim, İbn-i Bıtrıyk ve diğer birçok büyük Ehl-i Sünnet hadisçileri de mübahale ayetinin Ehl-i Beyt hakkında nazil olduğunu belirtmişlerdir.
Hakeza, Şiî ve Sünnî hadisçilerin naklettiği ve Hz. Ali’nin, Ömer’in seçtiği altı kişilik şûradaki konuşması olan Münaşede Hadisi'nde de Ali (a.s) uzun bir açıklamadan sonra kendisini Resulullah’ın nefsi olarak nitelemiştir. İbn-i Hacer Askalanî, es-Savaik’ul-Muhrika adlı kitabında Münaşede Hadisi'ni büyük Ehl-i Sünnet hadisçisi Darekutnî’den şu şekilde rivayet etmiştir:
Ali (a.s) şûra günü şûra üyelerine delil getirerek şöyle buyurdu:
“Allah için söyleyin, aranızda yakınlık açısından Resulullah’a benden daha yakın olanınız var mıdır? Aranızdan benden başka Resulullah’ın kendi nefsi saydığı, çocuklarını kendi çocuğu, kadınlarını da kendinden bildiği başka bir kimse var mıdır?”
Orada olanlar hep bir ağızdan; “Hayır, vallahi.” dediler.[6]
Şeyh Müfid’in el-Fusul’ül-Muhtare adlı kitabında rivayet ettiğine göre Me’mun, bir gün İmam Rıza'ya (a.s) şöyle dedi: “Kur’an’ın da işaret ettiği Emir’ül-Müminin Ali’nin en büyük faziletlerinden birini bana söyle."
İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu:
“Hz. Ali’nin en büyük fazileti, mübahale ayetinde zikredilen fazilettir. Bu ayette Peygamber (s.a.a), Ali'yi Hıristiyanlarla mübahale etmeye (lânetleşmeye) çağırmış ve yüce Allah’ın hükmüyle Ali, Resulullah’ın nefsi olarak adlandırılmıştır. Allah’ın yaratıklarından hiç kimse Resulullah’tan daha üstün olmadığına göre Allah’ın hükmü gereği Resulullah’ın nefsi olarak adlandırılan Hz. Ali (a.s) da herkesten daha faziletli ve daha üstündür.”
Me'mun tartışmak için şöyle dedi: “Resulullah kendisini davet etmiştir, nefsi sayılan başka birini değil. Dolayısıyla ayetteki “nefislerimiz”den maksat, bizzat Peygamber kendisidir, başkası değil.”
İmam Rıza (a.s), Me'mun’a cevap olarak şöyle buyurdu: “Ey Me'mun, bu söylediğin şey doğru değildir. Çünkü davet etmek, başkasını çağırma söz konusu olunca geçerlidir. Nitekim emreden insan da başkasına emrettiği takdirde emredicidir. Dolayısıyla davetçi insan, kendisini davet etmiş olamaz. Nitekim insan kendisine de emredemez. O hâlde, mübahalede Resulullah (s.a.a), Emir’ül-Müminin Ali’den başkasını davet etmediği için Ali (a.s) Resululah’ın nefsi olarak nitelendirilmiştir.”
Me'mun İmam Rıza'nın cevabını dinledikten sonra şöyle dedi: “Bu cevabınıza karşı bir şey söylemek mümkün değildir.”[7]
Şiî ve Sünnî müfessirler, mübahale ayetinde geçen “nefisleriniz” kelimesini kesin bir şekilde Hz. Ali’ye intibak ettiğini açıklamışlardır.
Şeyh Tabersî, Mecma’ul-Beyan’da, Şeyh Ebu'l-Futuh Razî, Ravzat’ul-Cinan’da ve Allâme Hillî Elfeyn adlı eserinde müfessirlerin mübahale ayetinde geçen “nefislerimiz” kelimesinden maksadın, Ali (a.s) olduğu hususunda icma ettiğini söylemişlerdir. Müfessirlerin bu konuda gösterdikleri delil de “nefislerimiz” kelimesinde sadece iki ihtimalin oluşudur:
1- Ya “nefislerimiz” kelimesinden maksat, bizzat Resulullah’tır.
2- Ya da maksat, Resulullah’ın nefsi kabul edilen başka bir kimsedir.
Birinci ihtimal doğru değildir. Çünkü Resulullah (s.a.a) burada davetçidir ve insan kendi kendini davet etmez. Bu normal bir şey değildir. Çünkü davet iki tarafın söz konusu olduğu durumlarda geçerlidir. Tek taraflı davet olmaz. Birinin varlığı diğerinin de varlığını gösterir. Davetin iki tarafı, davet eden ve davet edilen kimsedir. Dolayısıyla bir insan hem davet edici, hem de davet edilen olamaz. O hâlde ikinci ihtimal doğrudur. Yani “nefislerimiz”den maksat, Peygamber’den başkasıdır. Aksi takdirde davet olayı gerçekleşemez. Öte yandan, bilindiği gibi mübahale olayında Ali (a.s) dışında başka bir kimse yoktu. Hiç kimse de Hz. Ali, eşi ve çocuklarından başka birilerinin mübahale olayına katıldığını iddia etmemiştir. Bu yüzden müfessirler, “nefislerimiz” kelimesinden maksadın Ali (a.s) olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.[8]
Dolayısıyla “nefislerimiz” kelimesinden maksadın Ali (a.s) olmadığını iddia edenlerin iddiaları da doğru değildir. Çünkü onların bu iddiasını hiçbir rivayet ve delil doğrulamamaktadır. Onların bu sözü delilsizdir ve nefsanî heveslerden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla itina etmemek gerekir.
Mübahale ayetinin Ali’nin şahsiyetinin sonsuzluğuna delâleti
Naklî ve edebî deliller gereğince mübahale ayetinde geçen “nefislerimiz” kelimesinden maksadın Ali (a.s) olduğunu kabul ettikten sonra, bu ayetin Ali’nin şahsiyetini tanıttığını da söylemek gerekir. Çünkü mübahale ayetinde, Ali (a.s) sadece kendine özgü bir nitelik ile nitelendirilmiştir. Hiç kimse bu nitelikte ona ortak değildir. Bütün yaratılış âleminde Resulullah'ın nefsi olarak adlandırılan tek kişi Ali’dir. Yüce Allah, Resulü'ne Ali’yi nefsi olarak çağırmasını emretmiştir. Dolayısıyla bu ayet, Ali’nin sonsuz şahsiyetine ve hiç kimsenin tasavvur dahi edemeyeceği yüce makamına delâlet etmektedir.
Şeyh Tusî, mübahale ayetinin Hz. Ali’nin yüce şahsiyetine delâleti hususunda şöyle diyor: “Allah-u Tealâ, onu Peygamber’in nefsi gibi saydığı için hiç kimse fazilet ve üstünlük noktasında ona ulaşamaz.”
Şeyh Tabersî de bu hususta şöyle diyor: “Mübahale ayeti, Hz. Ali’nin faziletinin sonsuzluğuna ve makamının yüceliğine delâlet etmektedir. Bu ayet, onun hiç kimsenin ulaşamayacağı bir makama ulaştığının delilidir. Çünkü Allah onu Resulullah’ın nefsi karar kılmıştır. Bu da hiç kimsenin erişemeyeceği yüce bir makamı ifade etmektedir.”
Kısaca bu ayet, insanî kemaller ve kişisel üstünlükler hususunda Resulullah (s.a.a) ile Hz. Ali'nin arasında bir fark olmadığına delâlet etmektedir. Burada ariflerin şeyhi sayılan Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî’nin şu sözüne dikkat etmek gerekir:
“Allah-u Tealâ’nın iradesi âlemleri yaratmak isteyince iradesinden bir hakikat vücuda geldi. Filozoflar bu hakikate “heyula” (madde) demişlerdir. Bu hakikat salt kuvve ve kabiliyet idi. Âlemde olan her şey, o hakikatte kendi kuvve ve kabiliyeti esasınca vücut bulmuştur. Tıpkı içinde bir ışık bulunan ev gibi ki, evin her köşesi o ışığa yakınlığı ölçüsünde aydınlanır. O hakikatte vücut bulan ve Allah'a en yakın olan hakikat, “Akıl” olarak adlandırılan Muhammed’in (s.a.a) hakikatidir. O hâlde Muhammed, bütün âlemin efendisi ve vücut âleminde ilk zuhur eden hakikattir. Onun vücudu o ilâhî nur ve küllî hakikatten kaynaklanmıştır. Bu küllî hakikatle Muhammed’in zatı vücuda gelmiş ve âlemin dış gerçeği ondan tecelli etmiştir. Peygamber’e en yakın olan kişi ise Ali b. Ebî Talip'tir. dolayısıyla Ali (a.s), âlem ve cihanın imamıdır ve bütün peygamberlerin sırrıdır.”[9]
Muhyiddin Arabî’nin bu sözü tefsir ve açıklamaya muhtaçtır. İçinde düşünülmesi gereken birçok husus vardır. Burada bizim faydalandığımız husus, Ali’nin vücudunun Peygamber’in vücudundan hemen sonra yer alışıdır. Herkesin varlıksal derecesi onun makamını gösterir. Peygamber (s.a.a) âlemde zuhur eden ilk hakikattir. Dolayısıyla bütün âlemin efendisidir. Ali de Peygamber’den sonra yer almıştır. Dolayısıyla Peygamber dışında bütün insanların efendisidir. Belki de bu yüzden Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ben ve Ali bu ümmetin babalarıyız.” Buradaki ümmetten maksat insanlık kafilesi ve beşeriyet kervanıdır. Peygamber ve Ali de bu kervanın babalarıdır. Nitekim İmam Humeynî de şöyle demiştir: "Bütün nübüvvetler ve velâyetler Resulullah’in mutlak velâyeti ve zatî nübüvvetinin gölgesi mesabesindedir. Bu yüzden ondan başkasına davet, ondan başkası için dua ve ondan başkasına ihsan söz konusu değildir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'Rabbin, yalnız kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmeyi buyurmuştur.' (İsra/23) Peygamber (s.a.a) ümmetin manevî babalarından biridir. Onunla ruhaniyette ittihat içinde bulunan halifesi de ümmetin babalarından bir diğeridir. Nitekim Peygamber; “Ben ve Ali bu ümmetin babalarıyız.” diye buyurmuştur. Böylece yüce Allah’ın ana babaya iyilik etmeyi emrederken ümmetin manevî babaları olan Peygamber (s.a.a) ve Ali'ye (a.s) iyilik etmeyi emretmiştir.”[10]
Bir rivayette İmam Hasan Askerî (a.s) şöyle buyurmuştur: “Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “En üstün ve teşekkür etmenize en lâyık anne babanız, Muhammed (s.a.a) ve Ali’dir. Ali bin Ebî Talip de, Peygamber’in şöyle buyurduğunu işittiğini söylemiştir: “Ben ve Ali bu ümmetin babalarıyız.”
[1] Al-i İmran, 61
[2] Meclisi, Bihar’ul-Enva, /84
[3] Gazali, İhya 137
[4] Gazali, İhya 137; İbn-i Eb’il-Hadid, Şerh c.1, s.7.
[5] Sahih-i Müslim, c.15,s.176
[6] Meclisi, Bihar’ul-Envar c.35, s.267
[7] -Fusul/38
[8] -Tusi, Tibyan, c.2, s.485; Şeyh Tebersi, Mecme’ul-Beyan, c.1, s.764; Razi, Revzat’ul-Cinan, c.2, s.382
[9] -İbn-i Arabi, Futuhat, c.2,s.226-227
[10] -İmam Humeyni, Ta’likat 48