Dünyaya Doğan Güneş Hz. Muhammed (s.a.a)

Cumartesi, 15 Şubat 2014 19:27

 

Zeynel ESKİCİ/Erenler 4-5

 

Arabistan ve Çevresi

Yıllardan 570... Rebiyülevvel ayının on yedinci günü... Vakit, fecirden sonra... Yeni bir güneş doğuyor dünyaya, karanlıkları aydınlatmak, insanları temizlemek için... Yer, Umman Denizi ile Kızıl deniz arasında uzanan kara kütlesi, yani Arabistan Yarımadası... Her şey karmakarışık. İnsanlar arasında Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi kimi ilâhî orijinal dinler yaygın olsa da, putperestlik hâkim. İnsanlar elleriyle yontup diktikleri putları kendilerine Rab edinmişler. Ahlâkî ve insanî yaşam tam bir çöküntü içinde. Kız çocuklarından bir kısmı utanç vesilesi olarak görülüp, diri diri toprağa gömülüyor. Zina ve fuhuş yaygın. Alkol ve içki alabildiğine. Savaş, yağma ve talan ruhu hâlâ dipdiri. Bu, cahiliye Arab’ının dilinde şu cümle ile özetleniyor: ‘Kadın, içki ve savaş.’ Sosyo-ekonomik yapı bozuk. Bazı insanlar hurafe inançları yayarak ekonomik girdilerini arttırma peşinde. Sınıflı bir toplum yapısı. Aklın, aşkın ve hikmetin sürgün edildiği bir coğrafya...

Bu yarımadanın etrafında iki ‘cihan devleti’ yer alıyor. Doğuda İran, batıda ise Roma İmparatorlukları. Her iki devletin de içteki durumları çok kötü. Başta bulunan imparatorlar, aynı zamanda birer diktatör. İran imparatorunun üç bin karısı var, on iki bin cariyesi, altı bin erkek koruyucusu, yalnız kendisine ait sekiz bin beş yüz binek atı. İran ve Roma kıyasıya savaşıyorlar; tampon bölge Anadolu. İçte iç sömürü, dışta dış sömürü. Arabistan o kadar değersiz ki, almaya tenezzül bile etmiyorlar. Halbuki onlar için, Arabistan’ı almak, işten bile değil.

Hz. Muhammed’in Hayatı

Cahiliye Arab’ının tam bir ateş çukurunun kıyısında olduğu böylesine kötü bir atmosferde, Hz. Muhammed, 570 yılında Mekke’de dünyaya geldi. Hz. Muhammed’in babası, Abdullah bin Abdulmuttalip, annesi ise Vehep kızı Amine’dir. Babası Abdullah, Hz. Muhammed henüz doğmadan ebediyet âlemine intikal etmişti.

Hz. Muhammed yedi günlük olunca, dedesi ona “Muhammed” adını koydu. Abdulmuttalib’e: “Niçin bu adı seçtiniz, halbuki bu ad aramızda tanınan, bilinen bir ad değildir?” diye sorulunca: “Yerde ve göklerde beğenilsin diye ona bu adı verdim.” cevabını verdi. Annesi ise onu “Ahmed” diye çağırıyordu. Böylece “Ahmed” ve “Muhammed” onun iki güzel ismi oluverdi.

Hz. Muhammed’e beş yıl boyunca, aynı zamanda süt annesi de olan, Hevazin kabilesinden Ebu Züheyb’in kızı Halîme baktı. Daha doğmadan babasını kaybeden Hz. Muhammed, kısa bir süre sonra annesini de kaybetti; hemen ardından da dedesi Abdulmuttalib’i.

Bütün bu ardarda gelen kayıplardan sonra Hz. Muhammed’i amcası Ebu Talip yanına aldı. Ebu Talip, geçimini ticaretle sağladığı için Hz. Muhammed de ticaretle meşgul oldu; birçok sefere katıldı ve ticaret yoluyla tanıştığı Hz. Hatice ile evlendi.

Hz. Muhammed kırk yaşında iken, Recep ayının yirmi yedisinde, insanoğlunun içinde bulunduğu kötü durumuna çare olmak ve insanları uyararak yanlış gidişatlarını engellemek için, yüce Allah tarafından peygamberlik ile görevlendirildi. Ona ilk vahiy, vahiy meleği Cebrail vasıtası ile geldi, ‘Oku...’ diye.

Hz. Muhammed’in peygamberliğine ilk iman eden, kadınlardan Hz. Hatice, erkeklerden ise Hz. Ali oldu. Tarih, bu konuda şahitliğini şüpheye meydan vermeyecek şekilde yapmıştır. Yüce Allah’ın ‘Akrabalarını uyar!’  emri gereğince, Hz. Muhammed, ilk önce kendi akrabalarını uyardı; onları İslâm’a davet etti. İşte bu uyarı meclisinde, Hz. Ali’yi hayatında kendisine kardeş ve yardımcı, kendisinden sonra da halifesi olarak tayin etti.

Üç yıl süren gizli tebliğden sonra, yine yüce Allah’ın emri uyarınca, Hz. Muhammed, açık davete başladı. Müslümanların sayısında hızlı bir artış oldu. İslâmiyet müşrikler için açık bir tehlike hâlini almaya başlayınca, müşrikler Hz. Muhammed’i İslâm davasından vazgeçirmeye çalıştılar. Müşrikler ilk önce Hz. Muhammed’e yumuşak davrandılar, İslâm’dan ve peygamberlik iddiasından vazgeçmesini istediler. Karşılığında kendisine kadın, mevki ve servet teklif ettiler. Ama o, bunların hepsini elinin tersiyle itti ve bulunduğu hâl üzerinde sebat etti. Bunun işe yaramayacağını gördüklerinde, tartışma ve sohbet yolunu tuttular. Ama Hz. Muhammed her seferinde karşı tarafın delillerini çürüttü ve onları susturdu.  Çaresiz kalan müşrikler, bu defa baskı yolunu tuttular. Hz. Muhammed’e zarar vermek istediler; hatta suikast dahi düzenlediler. Müslümanlara işkence ettiler, ama yapılan her işkence müminlerin kalbine iman olarak dönmekten başka bir işe yaramadı. Müşriklerin bu baskı ve eziyetlerini her ne kadar Hz. Ebu Talib’in namı ile Hz. Hatice’nin serveti geçiştirdiyse de, bu iki zatın ardarda gelen vefatları ile Müslümanların üzerindeki abluka, baskı, eziyet ve işkenceler arttı. Hatta bu işkenceler altında Yasir ve Sümeyye adlı bir çift şehit oldu. Artık yapılması gereken tek şey kalmıştı: Hicret; kutsal bir dönüş için hicret.

Allah Resulü’nün emri ile hicret başladı ve Müslümanlar bölük bölük Mekke’den ayrılıp Medine’ye doğru yola koyuldular. Hz. Muhammed, bütün Müslümanları gönderdikten sonra Hz. Ali’yi kendi yatağına yatırdı ve Mekke’den ayrıldı. Hz. Muhammed’in yarım kalan işlerini tamamladıktan sonra, Hz. Ali de Medine’ye doğru hareket etti ve kendisini Medine dışında Kuba köyünde bekleyen Hz. Muhammed ile birlikte Medine’ye hicret ettiler.

Davet aşamasından devlet aşamasına geçildiğinde ilk savaş Bedir'de patlak verdi. Müslümanların Mekke’de kalan mallarına ve gördükleri işkenceye misilleme olarak başlatılan Bedir Savaşı, Müslümanların zaferi ile sonuçlandı. Bu savaştan sonra Hz. Ali ile Hz. Muhammed’in kızı Hz. Fatıma evlendiler.

Mekkeli müşriklerle ikinci karşılaşma olan Uhud, Müslümanların itaatsizliği yüzünden yenilgi ile sonuçlandı. Mekkeli müşriklerin bir saldırı savaşı olan Hendek sonuçsuz kaldı. Müşrikler bir kazanç elde edemeden geri döndüler. Hudeybiye Antlaşması, Hicret’in altıncı yılında imzalandı. Hayber ve Mekke’nin fethi, İslâm’ın kesin zaferi olarak tarihe geçti.

Peygamberin Halifesi Hz. Ali

Hz. Muhammed’in vefatından önce kendi yerine bir halife tayin edip etmediği meselesi, İslâm tarihinin en önemli sorunları arasında yer alır. Sünnîler arasında bu hususta kabul gören iki görüş vardır. Bunlardan birincisi, Hz. Muhammed’in kendisinden sonra herhangi bir halife bırakmadığı, bunu ümmetin seçimine havale ettiği; ikincisi ise, Hz. Muhammed’in hastalığı sırasında namazı halka Ebu Bekir’in kıldırdığı yönündeki rivayete binaen, Hz. Muhammed’in kendi yerine Ebu Bekir’i halife bıraktığını savunur. Şia’ya gelince, Şiîler bu iki görüşü de reddederler ve Hz. Muhammed’in kendi yerine Hz. Ali’yi tayin ettiğine inanırlar.

Tarihsel kaynaklar, açık bir şekilde Şia’nın görüşünü doğrulamaktadır. Hem Sünnîlere ve hem de Şiîlere ait hadis ve tarih kitaplarında, Hz. Muhammed’in değişik vesilelerle kendi yerine Hz. Ali’yi halife tayin ettiği, bunu halka açıkladığı yer almış, bunlar tevatür hâlinde bize ulaşmıştır. Şimdi bununla ilgili sadece birkaç örneği vermekle yetinelim:

1- Davetin başlangıcında: Şuarâ Suresi’nin ‘Ve en yakın akrabalarını korkut.’ mealindeki 214. ayeti nazil olunca, Hz. Muhammed, Hz. Ali’ye bir yemek hazırlamasını ve bu yemeğe en yakın akrabalarını davet etmesini emretti. Davetin gerçekleştirilip, yemeğin yenmesine karşılık Ebu Leheb’in bazı uygunsuz davranışları yüzünden herhangi bir tebliğ gerçekleşemedi. İkinci gün yine yemek hazırlandı, lâkin aynı sebepten ötürü yine tebliğ yapılamadı. Üçüncü gün Hz. Muhammed, yemekten hemen sonra ayağa kalkarak Allah’ın bir olduğunu, kendisinin Allah’ın elçisi olduğunu ve cennet ile cehennemin hak olduğunu anlatan bir hutbe okudu. Bu hutbe bittikten sonra; “Ey Abdulmuttalip oğulları! Bana itaat edin, yeryüzüne hâkim olun. İçinizden kim bana yardım eder, bu işte beni kuvvetlendirirse, kardeşim, vasim, vezirim, varisim ve benden sonra halifem olur.’ dedi. Bunu sadece Hz. Ali olumlu cevapladı. Ve nihayetinde, Hz. Muhammed, Hz. Ali’ye hitaben; “Sen benim kardeşim, vasim, vezirim, varisim ve benden sonra halifemsin.’ buyurdu. Orada bulunanlardan bazıları Ebu Talip ile alay ederek; “Bundan sonra oğlunu dinle ve ona itaat et.’ dediler.

2- Davetin ortalarında: Hicret’ten beş ay sonra Hz. Muhammed bir törenle Ensar ile Muhacirleri kardeş yaptı. Kardeşlik töreni bitince, Hz. Ali yalnız kaldı. Hz. Ali, bu durumu Hz. Muhammed’e iletti ve Hz. Muhammed, Hz. Ali’ye; “Harun, Musa’ya göre ne idiyse, sen de bana osun; ancak benden sonra peygamberlik yok; sen dünya ve ahirette benim kardeşimsin.’ diyerek karşılık verdi.

3- Davetin sonlarına doğru: Tebük Savaşı’nda sefere katılan Hz. Muhammed, Medine’de kendi yerine Hz. Ali’yi vekil olarak bıraktı. Bunun üzerine münafıkların dedikoduları etrafı sardı. Sözde Hz. Ali, Hz. Muhammed’in gözünden düşmüştü. Bu dedikodular üzerine Hz. Muhammed, Hz. Ali’ye hitaben şöyle dedi: “Ya Ali! Medine, ancak benimle yahut da seninle düzene girer. Harun Musa’ya göre ne idiyse, senin de bana göre aynı durumda olman seni razı etmiyor mu? Sadece benden sonra peygamber yoktur.” Hz. Ali ise bunun karşısında; “Allah ve Resulü’nden razı oldum.’ dedi. Bu olaydan sonra Peygamber ona “Murtaza” lakabını verdi.

4- Davetin sonunda:  Hz. Muhammed, Veda Haccı’ndan dönerken Gadir-i Hum denilen yerde Hz. Ali’nin halifeliğini açıkça ilân etti.  Dört yüze yakın Sünnî alimin naklettiği bu olayı daha sonra biraz daha geniş şekilde ele alacağız.

Görülüyor ki, Hz. Muhammed, peygamberliğinin daha başlangıcında Hz. Ali’yi yerine halife tayin etmiş, bunu değişik zamanlarda ve değişik vesilelerle insanlara açıklamış ve nihayet hayatının sonlarında da bunu yinelemiştir. Peki ne oldu da, Hz. Muhammed’in defalarca halife ilân ettiği hâlde Hz. Ali halife olamadı da yerine Ebu Bekir b. Kuhafe halife oldu? Bunun için Hz. Muhammed’in sağlığı sırasındaki birkaç olayı iyi tahlil etmek gerekiyor.

Hudeybiye’de Yaşananlar

Hicret’in altıncı yılında Hz. Muhammed, bin dört yüz kişi ile umre yapmak için Medine’den Mekke’ye doğru yola çıktı. Hz. Muhammed, herhangi bir çatışma ve savaş amacı taşımadığından yanında bulunanlara kılıçlarını kınlarına koymalarını ve ihramlarına bürünmelerini emretti. Bu arada Müslümanların Mekke’ye hareket ettiğini haber alan Mekkeli müşrikler, Hz. Muhammed’e bir heyet gönderdiler. Heyet, umreye bir sene sonra izin verileceğini, şimdi Müslümanların  Medine’ye geri dönmelerini istedi. Bu teklifi Hz. Muhammed herhangi bir savaş ve karışıklığa neden olmamak için kabul etti. Hudeybiye denilen yerde yapılan bu antlaşma uyarınca umre bir sene sonraya ertelendi.

Bu antlaşma, ashaptan bazıları tarafından hoş karşılanmadı. Bunlar, Peygamberin hikmetini soru altına götürürcesine şikâyetlerini açıkça dile getiriyorlardı. Peygamberin kararına itirazda bulunanların başında Ömer bin Hattap geliyordu. Rivayetlerde aktarıldığına göre, Ömer, Hz. Muhammed’e itiraz yollu:

-    Sen Allah’ın peygamberi değil misin? dedi.

Hz. Muhammed:

-    Ben Allah’ın peygamberiyim, diyerek cevap verdi.

-    Biz hak yolundayız ve düşmanlarımız batıldır, öyle değil mi?

-    Evet, öyledir.

-    O hâlde dinimize neden hakaret ettiriyoruz?

-    Ben Allah’ın peygamberiyim, Allah’a karşı gelemem; bizi yönlendiren, zafere koşturan, O’dur.

-    Peki Kâbe’yi tavaf edeceğimizi söyleyen siz değil miydiniz?

-    Evet, ama ben bu yıl için söz vermedim.

-    Evet, bu yıl için söz vermediniz.

-    O hâlde telâşlanmanıza gerek yoktur, tavaf farizasını yerine getireceksiniz. Biraz sabretmesini biliniz.

Ancak Hz. Muhammed’in bu açıklamaları Ömer’i tatmin etmez. Bu defa Ebu Bekir bin Kuhafe’ye yönelir. 

-    Ey Ebu Bekir, bu adam Allah’ın hak peygamberi değil mi?

-    Elbette hak peygamberi!

-    Biz hak, düşmanlarımız batıl üzere değil mi?

-    Elbette!

-    Öyleyse dinimiz için neden alçaklığı kabul ediyoruz?

-    Be adam, o Allah’ın resulüdür, diyorum. Peygamber Allah’a karşı gelemez, Allah onun  yardımcısıdır. Onun emrine itaat et.

-    O bize Kâbe’ye gideceğiz, onu tavaf edeceğiz, demiyor muydu?

-    Evet ama, o sana bu yıl gideceksin dedi mi?

-    Hayır.

Hudeybiye’de yaşananlar bununla da kalmıyor. Hz. Muhammed, antlaşma yapıldıktan sonra yanındakilere kalkmalarını, saçlarını tıraş etmelerini ve kurbanlarını kesmelerini emrediyordu. Kesin bir emir verilmesine rağmen, yerinden kalkan parmakla sayılıyordu. Bu durum karşısında Hz. Muhammed tıraş oluyor ve kurbanını kesiyordu. Ashap ancak bundan sonra saçlarını tıraş etmek ve kurbanlarını kesmek için harekete geçti.

Şüphesiz, burada ashabın tavrı düşündürücüdür. Özellikle Ömer’in tavrı dikkatle incelenmeye değerdir. Eğer Ömer’in tavrının bir şüphe üzerine olduğunu söylerseniz, Peygamberin kendisine verdiği cevapla tatmin olması gerektiğini de düşünmeniz gerekecektir. Eğer bir sahabî Peygamberin açıklamaları ile tatmin olamıyorsa, başka kimin ve hangi açıklamaları ile tatmin olacağı merak konusudur?

Bu hadisenin bir benzeri de Peygamberin vefat etmesiyle yaşanmıştır. Eline kılıcı alıp; "Peygamber ölmedi, kim öldü derse, onun kellesini vururum." sözleri ile Medine'de sahabenin sakinleştiremediği ve birkaç saat sonra, sahabîlerin kendisine söylediği sözlerin aynısını kullanan Ebubekir'in olay mahalline gelerek sakinleştirdiği kimse, Ömer'den başkası olmadığına yine tarih ve tarih kitapları şahittir...

Gadir-i Hum

Hz. Muhammed Veda Haccı’ndan dönerken, perşembeye denk gelen Zilhicce ayının on sekizinci günü öğle vakti, Mekke ile Medine arasında bulunan Cuhfe’de Gadir-i Hum denilen bir su birikintisinin yanında devesinden indi. Orada bulunan ağaçların altında bir çadır kurularak ileri gidenlerin geri dönmesini ve geride kalanların ise yetişmelerini emretti. Herkes toplandıktan sonra ezan okundu ve namaz kılındı. Bu sırada hava oldukça sıcaktı ve bu sıcağa rağmen Peygamberin emri ile yaklaşık olarak yüz yirmi dört bin kişi toplanmıştı. Aşırı sıcak yüzünden sahabîlerin bir kısmı elbiselerinin bir parçasını başına almış, bir kısmı ise ayaklarının altına sermişti. Namazdan sonra, Hz. Muhammed önceden deve eyerlerinden yapılan, üç veya beş basamaklı minbere çıktı. Allah’ı övdükten, O’ndan yardım diledikten, birliğini bilip bildirdikten ve kendi peygamberliğine şehadet getirdikten sonra şunları söyledi:

-   Ey insanlar! Allah bana ömrümün sona erdiğini, yakında davetine icabet edeceğimi, varlık yurduna göçeceğimi bildirdi. Ben de sorumluyum, siz de sorumlusunuz; ne dersiniz? Ashap hep bir ağızdan:

-   Şehadet ederiz ki, sana emredileni tebliğ ettin, öğüt verdin, Allah sana hayırla karşılık versin, dedi.

-   Allah’ın var ve bir olduğuna, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna, cennetin, cehennemin, ölümün, ölümden sonra dirilmenin gerçek olup, kıyametin kopacağına ve bunda şüphe olmadığına, Allah’ın kabirdekileri dirilteceğine şehadet eder misiniz?

-   Evet, şehadet ederiz.

-   Allah’ım şahit ol. Ahirete göçmekte ve havuzun kıyısına varmakta hepinizden önde bulunacağım; siz de havuzun kıyısında bana ulaşacaksınız. Havuzumun genişliği San’a ile Busra arası kadardır; kıyısında yıldızlar kadar gümüşten kadehler vardır. Bana ulaşacağınız zaman sizden iki paha biçilmez şey hakkında soracağım. O iki paha biçilmez şeyin büyüğü, Allah’ın kitabıdır ki, bir ucu Allah’ın kudret elindedir, öbür ucu ise sizin elinizdedir. Ona sarılın da sapıtmayın, değişmeyin. Öbürü de, benim Ehl-i Beytimdir. Latif ve her şeyden haberdar olan Allah, bu ikisinin havuz kıyısında bana ulaşıncaya dek birbirinden ayrılmayacağını haber verdi. Benden sonra bu ikisine karşı nasıl davranacağınıza dikkat edin.  Ey insanlar! Ehl-i Beytim hakkında sizi uyarıyorum. Ehl-i Beytim hakkında sizi uyarıyorum. Ehl-i Beytim hakkında sizi uyarıyorum.

Ben, bütün insanlara kendilerinden daha evlâ değil miyim? Sonra bilmez misiniz ki ben, her inanan erkek ve kadına kendinden daha evlâyım? Öyleyse, ben kimin mevlâsı isem, bu Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım ona dost olana dost, düşman olana düşman ol! Ona yardım edene yardım et, onu horlayanı horla. Nerde olursa olsun, onunla hakkı beraber kıl.

Ey insanlar! Bunları burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin.

Bu hutbe bittikten sonra sahabîler Hz. Ali’yi tebrik ettiler. Hatta Ömer bin Hattap, “Selam olsun sana, ey Ebu Talip oğlu! Benim ve kadın-erkek her inananın mevlâsı oluverdin.” dedi.

Vasiyetname Sorunu

Hz. Muhammed, şiddetli bir hastalığın pençesinde son günlerini yaşıyordu. Vefatından üç gün önce Hz. Muhammed’i görmek için sahabîlerden bir kısmı Peygamberin evinde toplanmışlardı. Bu sırada Hz. Muhammed; “Bana bir kağıt ve bir kalem getirin de size bir yazı yazdırayım; benden sonra ebediyen sapıklığa düşmeyin.” buyurdu. Bu arada sahabîler arasında bu yazının yazdırılıp yazdırılmaması konusunda itilâf çıktı, tartışmalar yaşandı. Ömer vasiyetin yazdırılmamasını istiyor, bunun gerekçesini, hâşâ; “Resulullah’a hastalık galip geldi, peygamber sayıklıyor. Allah’ın kitabı yanımızdadır, o bize yeter.” diyerek açıklıyordu. Bu tartışmalar karşısında Hz. Muhammed ashabına şöyle dedi: “Gidin yanımdan! Bu sözlerden sonra yazdırsam ne çıkar! İçinde bulunduğum durum, beni çağırdığınız durumdan daha iyidir.”

Bu olay sırasında orada bulunan Abdullah bin Abbas sonraki yıllarda; “Hz. Peygambere yazı yazdırmak ve yazdırmamak arasında bir kargaşa çıkarmak hedeflenen bir olaydı.’ diyecekti. Yine İbn-i Abbas, bir başka yerde aynı olaydan bahsederken; “Perşembe gününün musibeti ne büyük bir musibetti!” diyecek, gözyaşlarının yanaklarından aşağı dökülmesine engel olamayacaktı.

Üsame Ordusu

Hz. Muhammed’in vefatına iki gün kalmıştı ve Roma üzerine yürütülecek bir ordu gerekliydi. Hz. Muhammed, Hz. Ali’nin kendi yanında kalmasını buyurarak Üsame bin Zeyd’i ordunun başına komutan olarak tayin etti. Ona taktik ve öğüt verdi; diğer ashabın da Üsame’nin emri altında savaşa gitmesini emretti. Üsame on sekiz yaşında bir gençti, ancak onun emri altına girmesi gerekenler arasında Ebu Bekir, Ömer, Ebu Ubeyde gibi yaşlı sahabîler de vardı. Bu durum hoşnutsuzluk doğurdu. Bunu duyan Hz. Muhammed, iki kişinin yardımı ile yatağından kalktı ve etrafa hâkim bir yerden uzun bir hutbe okudu. Sahabeden Üsame’nin ordusuna katılmasını ve hareketi kolaylaştırıcı fiillerde bulunmasını istedi. Ancak değişen bir şey olmuyor ve ordu bir türlü hareket etmiyor. Bu durum karşısında Peygamber; ‘Üsame’nin ordusundan geri kalanlara Allah lânet etsin.’ buyurdu.

Peygamberin On İki Halifesi

Hz. Muhammed hayatı boyunca, değişik vesilelerle kendisinden sonra On İki İmam’ın halife ve vasi olacağını açıklamıştır. Bu hem Sünnî ve hem de Şiî tarih ve hadis kitaplarında üzerinde ittifakla durulan bir konudur. Bunlardan birkaçını aktarmakla yetiniyoruz.

Hz. Muhammed şöyle buyuruyor:

“Kıyamet kopana dek ve on iki halife varolduğu sürece İslâm dini ayakta duracak, aziz olacaktır. Onların hepsi de Kureyş’tendir.”

Yine buyuruyor ki:

“Benden sonra on iki halife olacaktır.”

 

Yeni Makale ve Video öğeleri

Yeni Kitaplar