Hutbenin İçeriği
Bu hutbe tümüyle Peygamber (s.a.a)’den sonraki hilafet meselesi ile ilgilidir. Hz. Ali (a.s) halifeler döneminde vücuda gelen sorunları oldukça anlamlı, ateşli ve etkili ifadelerle beyan etmiştir. Ayrıca bu hutbede Resulullah (s.a.a)’den sonra bu makama en çok kendisinin layık olduğunu belirtmekte ve hilafetin neden asıl yörüngesinden çıktığına üzülmektedir.
Hutbenin sonunda ise halkın kendisine biat etme olayını anlatmakta ve neden biatlerini kabul ettiğini oldukça güzel ve ilham verici cümlelerle beyan etmektedir.
Hilafet Meselesi Hakkında Önemli Bir Yorum
Bu hutbe, önceden de beyan edildiği gibi Resulullah’tan sonra hilafet çizgisini değiştirmek için oluşturulan oldukça şiddetli ve ağır fırtınalara işaret etmektedir. Aynı şekilde Peygamber’in hilafeti makamına kimin layık olduğunu, delil ve mantık ışığında ortaya koymaktadır. Ardından da bu olayda işlenilen hata ve Peygamber’in hilafet konusundaki açık emrinin görmezlikten gelinmesi arkasından Müslümanlar için ortaya çıkan büyük sorunlara işaret etmektedir.
Hz. Ali (a.s) Hutbe’nin başlangıcında hilafetin ilk aşaması ile ilgili şikayetini ortaya koymakta ve şöyle buyurmaktadır: “Allah’a andolsun ki falan kimse (Ebi Kuhafe oğlu), hilafete göre yerimin, değirmen taşının mili gibi olduğunu bildiği halde hilafeti bir gömlek gibi giyindi.”
“Takammeseha” kelimesindeki “ha” zamiri hilafeti ifade etmektedir. Kamis (gömlek) olarak tabir edilmesi de onun hilafeti örtünmek için bir gömlek ve süs olarak kullandığına işarettir. Oysa bu büyük değirmen taşı, şiddetli hareketinde düzenini sağlayan, sapmasını önleyen, İslam ve Müslümanların menfaatleri doğrultusunda dönmesini temin eden güçlü bir eksen ve mile ihtiyaç duymaktadır. Evet, hilafet bir gömlek değildir. Bir değirmen taşı örneği gibi, toplumu döndüren, idare eden bir sistemdir. Hilafetin güçlü bir merkeze ihtiyacı vardır. Yoksa hilafet asla birisinin giyeceği ve kendisini örteceği bir gömlek değildir.
Ardından hilafete diğerlerinin değil kendisinin layık olduğunu ispatlamak ve herkesin bunu bildiğini vurgulamak için, asla inkar edilmesi mümkün olmayan apaçık bir delil ortaya koymakta ve şöyle buyurmaktadır: ''Oysa sel benden akar ve hiç bir kuş benim yükseldiğim yerlere yükselemezdi.''
“Yenhedir” (aşağı dökülür) ve “layerka” (yükselmez) tabirlerinin bir arada biri olumlu biri olumsuz kipte kullanılışının çok ince ve zarif bir anlamı vardır.
Burada İmam'ın varlığı yüksek zirvelere sahip dağa benzetilmiştir. Bu tür dağların en doğal özelliği, gökten inen yağmur ve suyu kendine çekerek daha sonra geniş topraklara ve vadilere akıtması, bitkileri yeşertmesi ve öte yandan yüksekten uçan hiç bir kuşun zirvesine ulaşamamasıdır.
Bu benzetme ile dağların yeryüzünün güvenliğini sağlamasındaki rolüne de işaret etmektedir. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: ''Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağları, yolunuzu bulmanız için de ırmakları ve yolları yarattı.''
Evet, eğer yüce dağlar olmasaydı bir yandan yeryüzünün iç basıncı, diğer yandan ay ve güneşin çekim gücü ve denizlerin gel-git olayı, bir de rüzgar basıncı insanlardan her türlü huzur ve güveni kaldırır, gökten inen sular büyük bir sel halinde denizlere akar ve dolayısıyla da çeşme ve nehir şeklinde bir su stokuna sahip bulunmazdık.
Her ümmet için masum bir imamın varlığı bir çok huzur ve bereketlerin kaynağıdır. Ayrıca bu tabir hiç kimsenin İmam’ın yüce fikirlerine, marifet derecesine ve şahsiyetinin özüne eremeyeceğini de göstermektedir. Hz. Ali (a.s.)’ı da muallimi olan Peygamber-i Ekrem, ve diğer Masum İmamlar dışında hiç kimse hakkınca derk edemez.
Ashabı, takipçileri ve dostlarından herkes bu büyük okyanustan kendi varlık kapasitesi ölçüsünde istifade eder. Ama derinlikleri hiç kimse tarafından bilinemez.
Ayrıca şu nükteye de dikkat etmek gerekir ki değirmen taşının dönmesi için de nehirlerden faydalanılmaktadır. Bu nehirler ise yüce dağlardan akmaktadır. Ayrıca değirmen taşları dağların bir parçası olup dev kayalardan elde edilmektedir. Yukarıdaki tabir ise bütün bu anlamların tümüne işaret ediyor olabilir. Yani ben hem değirmen taşının miliyim, hem değirmen taşıyım hem, harekete geçirici gücüm.
Yine bilindiği gibi dağların dorukları, semavi bereketleri kar şeklinde kendi bağrında barındırmakta ve daha sonra yavaş yavaş buradaki su kaynağını susuz topraklara akıtmaktadır. Bu da Hz. Ali (a.s)’ın vahiy kaynağına ve Peygamber (s.a.a)’in sonsuz varlık denizinden faydalanmasına işaret de olabilir.
Bazı şarihler “sel” tabirinin yukarıdaki cümlede Hz. Ali (a.s)’ın vehbi ilim ve bilgisine gizli bir işaret olduğunu kabul etmişlerdir. Nitekim İslam Peygamberi (s.a.a) de, ''Ben ilim şehriyim, Ali ise kapısıdır.'' diye buyurduğu meşhur hadisi de buna işaret etmiştir. Yine Kur’an-ı Kerim’de “De ki: Suyunuz çekiliverse söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?” ayeti ile ilgili olarak İmam Ali bin Musa Rıza (a.s), ayetteki “main mein” (akarsu) kelimesini Hz. Ali’nin ilmi diye tefsir etmiştir.
Burada insanın aklına şu bir kaç soru takılmaktadır: İlk önce şöyle bir itirazda bulunulabilir: Neden Hz. Ali (a.s) burada kendisini övmektedir? Oysa insanın kendisini övmesi kınanmış bir özelliktir. Nitekim bir rivayette şöyle buyurmuştur: “İnsanın kendisini tekiye etmesi çirkindir.”
Bu soruya verilecek cevap olarak, kendini tanıtmak ile övmek arasındaki farklılığa dikkat etmek gerekir. Bazen halk birinin şahsiyetinden habersizdir ve bu bilgisizliği sebebiyle de ondan yeterince istifade edememektedir. Bu gibi durumlarda insanın bizzat kendisi, yada başkası tarafından tanıtılması hiçbir zaman kusur sayılmamaktadır. Hatta sevap ve kurtuluş yolu da budur. Bu bir doktorun reçetesinin üst tarafında tıp uzmanlığının niteliğini belirtmesi için yaptığı tanıtıma benzemektedir. Bunlar kendini övmek değildir; sadece insanların sorunlarını halletmek için onlara yol göstermeye yarar.
Akla gelen ikinci bir soruda şudur: “Oysa sel benden akar ve hiç bir kuş benim yükseldiğim yerlere yükselemezdi.” cümlesinde yer alan iddianın delili nedir?
Bunun cevabı birinci sorunun cevabından daha açıktır. Çünkü İslam ve müslümanların tarihi hakkında az bir bilgisi bulunanlar bile Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s)’ın ilim ve bilgideki eşsiz makamını bilirler.
Zira Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den, Hz. Ali (a.s)’ın geniş ilmi hususunda nakledilen bir çok hadislerin, yanı sıra İslam alimlerinin de belirttiği gibi tüm İslami ilimlerin Hz. Ali (a.s)’dan vücuda geldiği yani, bütün bu ilimlerin kurucusu sayılmasıda bu gerçeği vurgulamaktadır.
Diğer yandan halifeler zamanında ortaya çıkan ve diğerlerinin halletmekten aciz kaldığı tüm sorunların çözümü noktasında Hz. Ali’ye (a.s) başvurmaları ve bunlardan öte Hz. Ali’nin Nehc’ül Belağa’daki hutbelerine, mektuplarına ve kısa sözlerine bakmak da Hazret'in ilim derecesini anlamak için yeterlidir. Müslüman olsun veya olmasın her insaf sahibi kimse Nehc’ül Belağa’yı dikkatlice okuyacak olursa Hz. Ali’nin ilmi büyüklüğü karşısında boyun eğer ve “Oysa sel benden akar ve hiç bir kuş benim yükseldiğim yerlere yükselemezdi.” cümlesinin anlamını açıkça anlar.
Burada akla takılan üçüncü soru ise şudur: Neden Hz. Ali (a.s) Resulullah (s.a.a)’den sonra hilafet hususunda ortaya çıkan olaylardan şikayet ediyor? Acaba bu onun sabır, teslim ve rıza makamına ters düşmez mi?
Bu sorunun cevabı da şöyledir: Sabır, teslim ve riza makamını taşımak bazı gerçeklerin tarihe kaydedilmesi zorunluluğu ile asla çelişmemektedir. Özellikle hilafet konusunda gerçeklerin söylenmesi önemli bir farz sayılır. Çünkü, İslam toplumunun ve özellikle gelecek nesillerin doğruyu teşhis edip İslam’ı anlamada kimi kendilerine ölçü olarak kabul edeceklerini bilmeleri için Hz. Ali (a.s)’ın bu gerçekleri beyan etmesi gerekiyordu.
Hz. Ali (a.s), daha sonra şöyle buyurmaktadır: “Ben de hilafetle arama bir perde çektim, ondan yüz çevirdim.
Bu tabirden de anlaşıldığı üzere Hz. Ali (a.s) kendisini bu olaylar karşısında görünce, asla çatışmaya kalkışmadı ve büyük bir fedakarlıkla ileride açıklamaya çalışacağımız sebepler yüzünden hilafetten vazgeçerek bir kenara çekildi. Ama öte yandan, “bu büyük sapıklık karşısında ne yapması gerektiği ve ilahi sorumluluğunu nasıl yerine getirmesi” düşüncesi onun ruhunu sürekli sıkıyordu.
Bu yüzden hemen ardından şöyle buyurmaktadır: “Başladım düşünmeye; kesilmiş elimle atağa mı geçeyim, yoksa kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim?”
Hz. Ali (a.s) bu cümle ile, ümmet karşısındaki sorumluluğunu, Allah ve Peygamberi tarafında verilen görevi unutmadığını vurgulamak istiyor. Sonra iki sorun arasında kaldığını şöyle belirtiyor: Birinci sorun şu idi: Eğer kıyam edip muhaliflerle çatışsaydım bu çatışma yeterli bir güce sahip olmadığım için zaferle sonuçlanmaz ve sadece Müslümanlar arasında bir ayrılık yaratırdı, münafıkların ve düşmanların eline fırsat geçerdi. Onlar sürekli böyle bir fırsatı gözetliyordu. İkinci sorun ise o karanlık ve sapmalar karşısında sabretmemdi.
“Tahye” zulmet ve karanlık anlamında olduğu halde “tahyetun amya” (kör bir karanlık) diye bir tabir kullanılması şuna işaret etmektedir ki bazen karanlıklar şiddetli değildir ve içinde bir takım karartıları seçmek mümkündür. Ama bu karanlık kör bir karanlık diye nitelendirilecek kadar şiddetliydi.
Daha sonra o zamanın şartlarını üç kısa ve anlamlı cümleyle açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
“Öyle bir karanlık ve körlük ki bu, büyüğü tamamıyla yıpratır, küçüğü tümüyle ihtiyarlatır, mümin kimse de Rabbine ulaşıncaya dek bu karanlık körlükte zahmetten zahmete düşer."
Bu tabirlerden de açıkça anlaşıldığı üzere hilafet konusundaki sapma genel bir sorun ve acı olarak herkesi büyük bir baskı altına almıştı. Küçükleri tümüyle ihtiyarlatmış ve büyükleri tümüyle yıpratmıştı. Ama müminlerin hiç şüphesiz çektiği acı kat kat daha fazlaydı. Zira İslam camiasının her gün artan problemleri ve kendisini her yönden tehdit eden tehlikeler onları sonsuz bir derde ve derin bir üzüntüye düşürmüştü. Bu dert ve musibetler çok kısa bir zamanda Ümeyye oğulları döneminde daha belirgin bir şekilde ortaya çıktı.
Hz. Ali (a.s) daha sonra bu iki zor ve tehlikeli seçenek karşısında aldığı kararı şöyle açıklamaktadır: “Gördüm ki sabretmek akla daha yatkındır, sabrettim.
Olayın bütün yönlerini göz önünde bulundurup üzerinde iyice düşündükten sonra bu sorunlar karşısında sabretmenin akla daha yatkın olduğunu gördüm.
“Sabrettim, (bu sabrım huzur içinde değildi) ama gözümde diken vardı, boğazımda kemik.
Bu tabir, Hz. Ali (a.s)’ın o yıllardaki dert ve keder dolu durumunu gözler önünde sermektedir. Hz. Ali (a.s) bir yandan gözlerini kapayıp olayları görmezlikten gelemiyor ve bir yandan da şahit olduğu durumlar yüzünden feryat edemiyor, içindeki acıları dışarıya yansıtamıyordu. Çünkü o yavaş yavaş her şeyini yitirdiğini görüyordu. “Mirasımın yağmalandığını görüyordum.”