PLEASE_WAIT
kurb lügatte; bir şeyin başka bir şeye yakınlığı anlamındadır. Bu yakınlık bazen mekânsal, bazen de zamansaldır. Bu nedenle yakınlık, ya mekânsaldır veya zamansal. Geleneksel ve genel örfte yakınlılık (kurb) başka bir anlamda da kullanılıyor. Oda şudur ki; bir kimsenin başka birisinin yanında değerli olmak ve başkasının yanında bir makama ve bir konuma sahip olmaktır.
Felsefede Kurbun Kısımları:
Felsefe açısından yakınlık üç kısımdır: mekânsal (zamansal), mahiyetsel ve vücutsal yakınlıklar. Mekânsal ve zamansal yakınlık cisim ve cismani âlemin eczalarına hastır. Allah u Teâlâ cisim ve cismanilikten uzak olduğundan dolayı bu türden olan yakınlık (kurb) kendisi için söz konusu değildir. Mahiyetsel kurb (olanaklı varlıklarda söz konusudur) örneğin İnsanlıkta Ahmet ile Hasanın bir birine yakın olmaları; hayvanlık ve şuur sahibi (natıklık) olma noktasında müşterek olup bir birine yakın olmaları gibi. Ama Allah u Teâlâ için bu anlamdaki yakınlık (kurb) da söz konusu olamaz. Zira (mahiyet her varlığın vücutsal haddini belirten yokluk sınırıdır, oysaki) Allah u Teâlâ'nın vücudu sınırsızdır. Ama vücutsal yakınlık ise; Allah u Teâlâ her varlığın kaynağı ve bütün varlıklara kendisi vücut bağışlamış, yani bütün varlıkların "tam illeti" odur, illetin malulden ayrılması veya ayırt edilmesi imkânsızdır. Malul'ün kendi illetine olan nispeti saf bağımlılıktır. Bu nedenle Allah u Teâlâ'nın varlıklara yönelik olan yakınlığı vücutsal türünden olan bir yakılıktır.
Allah u Teâlâ'nın Eşyaya Yönelik Olan Yakınlığı:
Allahın bize oranla olan yakınlık bağlamındaki ayetler dört kısımdır:
a) Bir kısım ayetler, yakınlığın (kurbun) aslına delalet ediyor. Bu ayetler Allahın bize yakın olduğunu söylüyorlar.
b) Bir diğer kısım ayetler, diğer varlıkların bize yakın olduklarına oranla Allahın bize daha yakın olduğuna delalet ediyorlar.
c) Üçüncü kısım ayetler, Allahın bize olan yakılığı, şah damarımıza oranla bize daha yakın olduğuna delalet ediyorlar.
d) Dördüncü kısım ayetler, Allahın insanlara yakınlığı insanın kendisinden daha yakın olduğuna delalet ediyor. Dördüncü kısım hakkında şunu söylemek gerekiyor ki, insan, içi dolu olan bir varlık türü değildir. Bilakis diğer varlıklar gibi içi boş[i] ve olanaklı türden olan bir varlık türüdür. Bu nedenle hak Teâlâ vücutsal boyutuyla insanı ihata ederek insan ile insanın kendisi arasına girmiştir.
Felsefede hak Teâlâ'ya yakınlaşma yolu:
Allahın her hangi bir semtte, tarafta veya yönde olduğu söz konusu değildir. Dolayısıyla her hangi bir semtten, ya cihet ve yönden Allaha yakınlaşmak söz konusu olamayacağı çok açık ve nettir. İlahi yakınlaşma insanın vücutsal eserlerini güçlendirme ve takviye etme vesilesiyle tahakkuk buluyor. Bu yakınlaşma insanı, ilahi isim ve sıfatlara mazhar edebilecek seviyesine kadar çıkaracak ve şiddetli olabiliyor. Saadet ve mutluluk yolunda insanın vücutsal kemali artığı oranda onun Allaha olan yakınlığı da artıyor anlamındadır.
Ayetler ve rivayetlerde İlahi yakınlık ve niteliği: Allah u Teâlâ her şeye yakın olduğundan dolayı insan, yakışır, layık ve uygun ameller işleyerek ilahi yakınlığı kazanmak için çalışmalıdır. Bu bağlamda amaller farz ve nafile olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır: yakınlık bağlamında kilit ve mihver konumunda olan ameller marifet (bilgi) ve amelde izlenilmesi gereken ihlâstır. Tevazu, güzel ahlak, ihsan ve buna benzer diğer ameller ise nafile konumundadırlar.
--------------
[i] Samet şeklinde içine sızılmayacak ve nüfuz edilmeyecek bir yapıya sahip değildir. Zira olanaklı türünden olan bir varlık türüdür. bu nedenle hak Teala onun ile onun kendisi arasına girebiliyor. (mütercim).
Kurbun (yakınlığın) lügatteki anlamı, bir şeyin başka bir şeye yakınlığıdır. Bu yakınlık bazen mekân ve yer kategorisinde bazen de zaman kategorisinde gerçekleşiyor. Bu nedenle şöyle deniliyor: falan şey (mekânsal olarak) beli olan başka bir şeye yakındır. İkisinin arasında var olan fasılanın miktarı şu kadardır. Veya dün (zamansal olarak) bu güne oranla önceki güne daha yakındır. Örfte yaygın bir şekilde istifade edilen yakınlığın bir başka anlamı da vardır. Oda şudur ki; has bir kişiye duyulan ilgi ve teveccühtür. O kişinin başkalarının yanında değerli ve bir konuma ve makama sahip olmasıdır.
Felsefede Yakınlığın Kısımları:
Yakınlık üç kısımdır: mekansal (zamansal) yakınlık, vücut bağlamında ittisal anlamını veren yakılık ve mahiyet bağlamında ittisal anlamını veren yakınlık. Yakınlık (kurb) ve uzaklığın (buud) tahakkuk bulabilmeleri için, iki şeyin varlığı gerekmektedir. Yani yakınlık ile uzaklık kavramları izafi manaları ifade eden kavramlardır. Örneğin "a" ve "b" ikisi olmalıdırlar ki, bu ikisinin birlikte var olmasıyla "a" nın "b" den yakın veya uzak olduğunu söylenilmesi mümkün oluyor. Bu anlamdaki yakınlık mekânsaldır. Ki bu anlamdaki yakınlık cisim ve cismani olan âlemin eczaları bağlamında söz konusudur. Veya yakınlık zamansaldır. Yani has bir zamanı, başka bir zamana kıyasla üçüncü bir zamana daha yakın olduğu söyleniliyor. Ama tabiatüstü olan varlıklar hakkında bu anlamdaki yani mekânsal ve zamansal kategorilerde anlam ifade eden yakılık anlamsızdır. Zira tabiatüstü varlıklar cisimsel sınırlardan ve noksanlıklardan beridirler ve hareket etmiyorlar. Özellikle (bütün bunların fevkinde olan) hakikatlerin hakikati, varlığı sonsuz, vücudu yoklukla (âdem) karışmamış saf vücuda sahip, "basitü'l-hakike"[1] ve samed niteliğine sahip olan Allah u Teâlâ gibi varlıkta mekânsal kategorilerde geçerli olan yakınlığın hiçbir anlamı olamaz. (la semedehu men eşare ileyhi ve tevehemehu=Allaha işaret eden veya onu vehmine getiren kimse Onu, Samet ve muhtaç olmayan niteliklerine sahip olan bir varlık olarak bilmemiştir).[2]
Mahiyet açısından ittisal (mahiyetlerin birbirine yakın olma) anlamında olan yakınlık da hak Teâlâ için söz konusu olamaz. Zira bu konumda ve anlamda olan mahiyet, vücuda mukabildir. Vücuda mukabil olması bir şeyin parçalarının vücutsal sınırını ifade eden has anlamda olduğuna delildir. Varlıkların sınırını tanımlayan bu mahiyet, cins ve fasıl olarak adlandırılmaktadır. Allah u Teâlâ ise bu anlamı ifade eden mahiyetten[3] beri ve uzaktır. Zira onun için sınır ve had diye her hangi bir şey söz konusu değildir. Ta ki, başka bir mahiyetin ona daha yakılığı veya daha uzaklığı mevzu bahis olmuş olsun. "men eşare ileyhi fe ked hadde'hu ve men hadde'hu fe ked adde'hu= Allahın her hangi bir tarafta olduğuna işaret eden bir kimse kesinlikle Onu sınırlandırmıştır, Onu sınırlandıran bir kimse kesinlikle Onu sayıya getirmiştir".[4] Bir mahiyette ortak olan iki fert birbirinin mislidirler. Ahmet ve hasan insan olma mahiyetinde ortaktırlar, (dolayısıyla insan olma noktasında birbirine benziyorlar). Oysaki Allah u Teâlâ ise "ortaktan", "zıttan" ve "benzer"den beri ve uzaktır.
Vücut Açıdan Manevi İttisal (Vücutsal Bağımlılık):
Hak Teâlâ bütün varlıkların vücutsal kaynağı ve her varlığa vücut bağışlayan bir varlıktır. "Malul" dan "illeti tamme"sini ayırt etmek imkansızdır. "İlleti tamme"den "malul"ünü ayırt edilmesinin imkânsız olduğu gibi. İşte böyleli bir şekilde olan(vücutsal bağımlılığı ifade eden) hakikat, "illeti tamme" ve "malul" şeklinde tabir edilmiştir. Zira Allah u Teâlâ dışında kalan tüm varlıklar, hak Teâlâ'nın vücutsal haletleri ve yansımalarıdır. Dolayısıyla bir mevcuda oranla hiçbir yakınlık bir vücudun başka bir mevcuda vücutsal bağlılık (ittisal) anlamında olan yakınlıktan daha yakınlık olamaz. "Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım".[5] Vacip olan (vücudunu başka kimseden almayan) Hak Teâlâ kendisinin dışında kalan diğer varlıklarla olan beraberliği kayyumiyet ve izafei işrafiye (yani vücut olmalarını sağlayan ve onlara vücutlarını bağışlayan) şeklindedir. Varlıklar hüviyet ve gerçekliklerinde saf bağımlılıktırlar.[6] İllet tanınmadığı sürece malulün tanınması imkânsızdır. (Yani her şey kendisini icat eden faili tarafından ancak doğru bir şekilde tanımlanabiliniyor. Zira onu icat eden ve meydan getiren onu en iyi tanıyandır). Bu nedenle Allahın eşyalara yönelik yakınlığı vücutsal cihetiyle olan bir yakınlık türüdür. Yakınlık türlerinden hiçbir yakınlık vücutsal türünden olan yakılıktan daha yakınlık olamaz. Zira vücudun bulunduğu her yerde her zamanda o vücudun kaynağı ve o vücudu bağışlayan Allah'tır ve (bilinmelidir ki), malul kendi illetiyle ancak vardır.
Hak Teâlâ'nın Varlıklara Olan Yakınlığı:
Allahın bize olan yakılığı konusunda kuranı kerimdeki ayetler dört kısma ayırıyor:
a) Yakınlığın kendisine ve aslına delalet eden ayetler: Bu ayetler Allahın mutlak bir şekilde bize yakın olduğunu ifade ediyorlar; "gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm"[7]
b) Göreceli ve daha yakınlığa delalet eden ayetler: bu ayetler Allah u Teâlâ'nın insanların insana olan yakınlıktan insana daha yakın olduğunu ifade ediyorlar; örneğin;" Biz ise ona sizden (ölüme yakalanmış olan kimseyi seyr eden kimselerden) daha yakınız. Fakat siz göremezsiniz".
c) Göreceli olup Allahın, insanın hayatının bağlı olduğu şah damarından insana daha yakın olduğunu ifade eden ayetler. "Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız".[8]
d) Allah'ın insanın kendisinden insana daha yakın olduğunu ifade eden ayetler: aşağıdaki ayet gibi; "Ey iman edenler! Allahın ve Allah Resulü, size hayat verecek şeylere sizi davet ettikleri zaman Onların davetlerine icabet ediniz. Ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer".[9]
İlk üç kısımdan olan ayetler hakkında konuşmak pek zor değildir. Ama dördüncü kısımdan olan ayetler hakkında konuşmak ve onu anlamak pekte kolay değildir. Allahın insanın kendisinden insana nasıl daha yakın olabiliyor?
Bu nedenle bazı tefsirler bu konuyu bazı ayetlerin zahiri ve yüzeyselliğine dayanarak ve bun müteakiben "kişi ile kalbi arasına girer" anlamını ifade eden "yahulu beynel meri ve kalbihi", "hululetu'l-kudret" (yani kişi ile kalbi arasına Allahın kudreti girer) şeklinde mana etmişler. Bunlar şöyle diyorlar: "yahulu beynel meri ve kalbihi"den maksat şudur: bazen insan her hangi bir işi yapmak için karar aldıktan sonra Allah u Teâlâ onu o işi yapmaktan caydırır ve kişinin almış olduğu kararın üzerinde kalmasını ve kararı eyleme geçirmesini engelliyor.[10]
Bu mana yaklaşık mutedil ve orta halli sayılan bir manadır. Ama eğer ayete uygun akli bir delile sahip olur ve bu delili destekliyor başka deliller de bulunursa, Allah, kişi ile insanın kendisi arasına fasıla koyar" şeklinde olan zahiri anlamdan sarfınazar etmesini gerektiren her hangi bir neden olmayacaktır. Zira insan, içi dolu olan Sametsel bir varlık değildir. Bilakis insan da diğer varlıklar gibi olanaklı ve içsel olarak boşluğa sahip olan (içine sızıla bilinecek ve nüfuz edilebilinecek) bir varlıktır. Merhum Küleyni (k.s.) bir rivayetin zımnında bu konuyu şöyle nakil etmiştir ki; Ebu Cafer (a.s.) şöyle buyurmuştur: "Allah u Teâlâ Âdemoğlunu ecvef (içi boş) yaratmış".[11] Hal böyle olunca yani insanın içi boş ise, hak Teâlâ'nın varlığının ihatası ve kapsamlılığı insan ile insanın kendisi arasına fasıla koyar bir durum söz konusu olabiliyor. (Yani Allah insan ile insanın kendisi arasına girmiş bir durum söz konusu olabiliyor). Buna binaen Allah u Teâlâ herkese herkesten daha yakındır. Allah her kesten yakın ise tüm sıfatlarıyla yakındır. Zira Allahın zati sıfatları, zatının aynısıdır. Zati sıfatlar[12] hazırda bulunmakta ise fiilsel sıfatlar da hazırda bulunmakta ve zati sıfatlara müteakiben faal ve müessir durumdadırlar.[13]
Felsefe Açısından Hak Teâlâ'ya Yakınlaşmanın Yolu:
Yakınlık konusuyla alakalı sorulan temel sorulardan bir tanesi de şudur: nasıl Allaha ve Onun dergâhına yaklaşabiliyor? Varlığının nuru, gökyüzünü, yeryüzünü ve varlığa hâkim olan nizamı aydınlatmış; yani bütün bunlara vücut vermiş olan Allaha nasıl ve hangi yönden yaklaşılabiliniyor, hangi cihetten Onu aramamız gerekiyor?
Yüce olan Allahın bir semtte bir cihette ve her hangi bir yönde olmadığı kesin ve açıktır. Dolayısıyla İnsanları Allaha yaklaştıran yol salik olan (Allaha doğru manevi yolculuğa koyulmuş) kimsenin zatında tahakkuk ediyor. Zira salik kendi zati kemalini kazanma yolunda iken yani "halktan" "hakka" doğru yaptığı yolculukta iken, aklın "heyüla=saf yeti"[14] merhalesinden aklın "bil fiil" mertebesine, aklın "bil fiil" merhalesinden "akli mustefad" mertebesine varıyor ve basit (soyut) akılla irtibat kormuş ve onunla vücutsal birliktelik oluşturmuş oluyor. İşte akıl sahibi (ulu'l-elbab) olan kimselerin akli yolculuklarında, varmak istediği nihai nokta budur. Burada Allahın "esmau'l-husna" şeklindeki isimler ve sıfatlarla vasıflanır. Yani kendi mutluluğuna ve saadetine nail oluveriyor. Artık onun vücutsal eserleri güçleniyor. Büyük olan ilahi mazharlardan bir mazhar konumuna gelir ve tekvini vilayete sahip oluyor. Nefsin bu haletine ve bu durumundaki yapısına ilahi yakınlık (kurbi ilahi)" denilmektedir.[15]
Rivayetler Açısından İlahi Yakınlık:
Her şey Allah u Teâlâ'nın ihatası altında olduğu için her hangi bir şeyden uzak olması tasavvur edilemez. Dolayısıyla Allahın kula olan yakınlığı her halükarda mevcuttur.
Bu nedenle eğer insan Allaha yakınlığı ve onunla irtibat kurmayı diliyor ise, ona itaat ve ona yakışır amellerle bu yakınlığı meydana getirmesi gerekiyor. İmam Muhammed Bakır (a.s.) şöyle buyuruyor: "Allaha yakınlık sadece ve sadece itaatle elde ediliyor". Bu durumdadır ki, ancak vilayetin başlangıcı konumunda olan mehabet duyulacak ve dolayısıyla yardım edilecek kimsenin yoluna girmeyi hak etmiş oluyor. Namaz; "es-selatu kurban-u kulli takkiy'in=namaz her muttakinin yakınlaştırıcısıdır".[16] Zekat; "inne'z-zekate cuilet maa's-selat-i kurban'en=gerçekten zekat namazla birlikte yakınlaştırma vesilesidir",[17] gibi yakınlaştırıcı amelleri yerine getirmek insanı Allaha yakınlaştırıyor. Bu yakınlık hâsıl olup gerçekleştiğinde insan Allahın dostu Allah da insanın dostu oluveriyor. “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin"[18] şeklindeki ayette bu iki taraflı olan mehabeti vurgulamaktadır.[19]
Yakınlık yolunda amellerin niteliği:
Zati itibariyle Allaha yakınlaştırma niteliğine sahip olan her amellin kendisi ve aynı ameli yerine getiren özne söz konusu olan ameli, sadece Allahın rızasını gözetlemek için yerine getirirse yani gerçekleştirilmesi istenilen amelde hem fiilin gözeliği (hüsn-i fiil) hem öznenin gözeliği (husn-i faili) dikkate alınırsa, Allaha yakınlaştırma ortamı hazırlanılabiliniyor. Kul Allaha yakınlaştığı vakit Allahın yakınlığından yararlanabiliyor. Bu niteliğe sahip olan ameller iki kısımdır. Bunlardan bir kısmı farzdır bir diğer kısmı da nafiledir. Cennete girmek için yapılması gereken farz ve nafile ameller olduğu gibi insanı, insanlık makamına -ki, bu makam bir anlamda cennet sayılmaktadır- ulaşması için de yapılması gereken farz ve nafile ameller vardır. Bu istikamette önemlilik arz eden ve farz konumunda olan ameller marifet (bilme/bilgi) ve amellerde gözetlenmesi gereken ihlâstır. Marifet ve bilginin olduğu oranda amellerdeki ihlâs da fazlalaşır. Kuranı kerim ibadetin, marifet/bilgi ve yakine ulaşmak için bir vesile olduğunu söylemektedir. "yakine varıncaya kadar rabbine ibadet et".[20] Burada maksat olan yakin varlıkların kaynağı (mebdei) olan Allahın varlığı hakkındaki yakinin maksat olmadığı kesindir. Zira bu yakinin kendisi ibadetin kaynağı ve menşeidir. Bu yakin ibadetin en bariz menşei ve evliyaların makamından sayılan bir mahsul da değildir. Bilakis bu yakin, Allahın vücuduyla birlikte tüm mutlak sıfatları hakkında gerçekleşen bir yakindir.[21] Yakınlaştırma yönünde ve bu bağlamda olan diğer bütün ahlaki programlar nafile konumundadırlar. İmam Sadık'ın (a.s.) değimiyle; "Allahın Hz. Davud'a (a.s.) vahiy ettiği şeylerden birisi de şuydu; ey Davut! Tevazu ehli olan kimseler, Allaha en yakın olan kimseler olduğu gibi, tekebbür ehli olan kimseler de Allahtan en uzak olan kimselerdir".[22] Tevazu, güzel ahlak, iyilik ve ihsanda bulunmak gibi şeyler ilahi yakınlık konusunda tavsiye edilmiş şeylerdir. Bütün bunlar nafile konumundadırlar. Asıl, temel ve mihver konumunda olan şey, Allah hakkındaki marifet, bilgi ve Onun için yapılması gereken kulluktur. Peygamber (s.a.a.) Ebu Zere şöyle buyuruyor: "Allaha, Allah'ı görüyormuşsun gibi ibadet et, sen Onu göremiyor isen O kesinlikle seni görüyor"[23]. İbadet sezgi ve şuhutsal bilgiye dayalı olmalıdır. Allaha, Allah'ı görüyormuşsun gibi ibadet et. Onu görecek merhaledeki marifet ve bilgiye ulaşmamışsan ve onu göremiyorsan O seni kesinlikle görüyor.
------------
[1] Hakikati soyut ve basit olan varlıktır. Basitin iki anlamı vardır: birisi somut varlıklara karşı olanlarda kullanılmaktadır. Buradaki soyutluktan maksat parçalara sahip olmamaktır. Yani vücudunu tek bir parça oluşturmuştur. Ama kendisi olanaklı varlıklardandır. Olanaklı varlıklardan olduğu için ondaki basitlik ve soyutluk sırf ve saf değildir. Zira mahdut ve sınırlı, dolayısıyla bir anlamda varlığı, vücut ve ademden (yokluk) şekillenmiştir. Bu nedenle hem olumluğu ifade eden kavramlarla ve hem olumsuzluğu ifade eden kavramlarla onun hakkında konuşabiliyoruz. Diğeri hem somut hem olanaklı soyut olan varlıklara karşı kullanılmaktadır. Buradaki soyutluktan maksat parçalara sahip olmamakla birlikte kendisinde adem diye bir şey de yoktur. Adeta varlığı vücut ve ademden değil, bilakis saf vücuttur. Dolayısıyla onun hakkında sadece olumluluğu ifade eden kavramlarla konuşabiliyoruz. İşte bu anlamda basit ve soyut olana "basitu'l-hakike" denilmektedir. Bu nedenle Molla Sadra "basitu'l-hakike kullu'l-eşya" yani hakikati basit olan varlık her şeydir" şeklide bir kaide ortaya koymuş ve onu ispatlamıştır. (mütercim).
[2] "Nehcül-Balaga", hutbe: 186.
[3] Mahiyet varlığın sınırı anlamındadır. Dolayısıyla olanaklı sınırlı olan varlıklara hastır. Allah u Teala sınırsız ve mutlak bir varlık olduğundan dolayı had ve sınır sahibi değildir. Bu nedenle bu anlamdaki mahiyeti söz konusu değildir.
[4] "Nehcül-Balaga", hutbe: 1.
[5] Bakare, 186.
[6] İmkân âlemindeki varlıklar, vücut bağlamında saf bağımlıktır. Bundan kast edilen şudur: imkân âleminde vücut bulmuş varlıkların hiç birisi vücutsal bağımsızlığa sahip değildir. Onun tüm hakikatini oluşturan onun vücududur. Onun vücudu da gölgeseldir. Gölge anlamında olan varlık zati itibariyle hiçbir hüviyete sahip değildir. Onun tüm varlığı onu gösteren şâhısa (göstericiye) bağlıdır. Allah'ın dışındaki (masivallah) tüm varlıklar, "Vücud-i tam" olan varlık (Allah) için birer gölge konumundadırlar. Elbette bu misalde gölgenin şâhısa (gösterici) olan bağımlılık maksattır, şâhısın maddi yönleri gibi diğer yönler maksat değildir.
[7] Bakare, 186.
[8] Kaf, 16.
[9] Enfal, 24.
[10] TABERİSİ, Ebu Ali Fazl b. Hüseyin, "tersir-i mecmau'l-beyan" c. 6, s. 282.
[11] KÜLEYNİ, Muhammed b. Yakup, "kâfi", c. 6, s. 282.
[12] Allahın sıfatlarının kısımları: 1- zati sıfatlar: bu tür sıfatlara varmak ve onları tanımak için sadece zata teveccüh etmek yeterlidir. İlim, kudret, hayat ve… gibi. 2- fiilsel sıfatlar: bu sıfatlara varmak ve bu tür sıfatları elde etmek için zata teveccüh etmek yeterli değildir. Bilakis zata teveccüh etmekle birlikte Allahın fiillerine de teveccüh etmek gerekir. Yaratıcı, rızık verici (razık) ve yaşama amir ve… gibi.
[13] CEVADİ AMULİ, Abdullah, "ibadetin hikmeti" bahş-i haftum, s. 213.
[14] Filozof ve hekimler akıl ile alakalı dört mertebe bayan etmişlerdir: birinci mertebe akli heyüla mertebesidir: akıl, bu mertebede tasavvur edilecek tüm tasavvurlara (maakullat) karşı sadece bir yeti ve bil kuvve durumundadır. Aklin bu mertebesi "akli heyüla" şeklinde isimlendiriliyor. İkinci mertebe akli bil melekedir: akıl, bu mertebede bedihi şeklinde olan tasavvur ve tasdikleri (yargıları) tasavvur ediyor. üçüncü mertebe bilfiildir: akıl bu mertebede bedihi şeklinde olmayan nazari tasavvur ve tasdikleri bedihi şeklinde olan tasavvur ve tasdikler vesilesiyle tasavvur edebiliyor. Dördüncü mertebe akli mustefaddir: bu mertebeye ulaşmış olan nefis soyut (meleküt) alemiyle ve somut (madde) alemiyle tetabuk içinde olup kazanmış olduğu tüm bedihi ve nazari tasavvurları kendi yanında hazırda bulundurup onlara bilfiil olarak teveccüh etmektedir.
[15] HASAN ZADE AMULİ, Hasan, "nususu'l-hikem ber fususu'l-hikem", s. 502.
[16] ŞEYH-İ SADUK, "men la yahduru'l-fakih", c. 1, hadis no: 637.
[17] FEZU'L-İSLAM, "nehcül-belaga", hutbe: 190.
[18] Ali İmran, 31.
[19] CEVADİ AMULİ, Abdullah, "vilayet der kuran", merkez-i neşr-i ferheng-i reca, s. 57
[20] Hicr, 99.
[21] CEVADİ AMULİ, Abdullah, "vilayet der kuran", merkez-i neşr-i ferheng-i reca, s. 112.
[22] REYŞEHRİ, Muhammed, (hüseyni seyit Hamit), "muntahab-u mizanu'l-hikme", rivayet no: 5212.
[23] MECLİSİ, "biharu'l-envar", c. 77, s. 74.