Cafer BENDİDERYA
"Artık sana gelen bunca ilimden sonra, onun hakkında seninle çekişip-tartışmalara girişirlerse de ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra karşılıklı lanetleşelim de Allah'ın lanetini yalancıların üzerine kılalım." (Âl-i İmran / 61)
Mübahele Nedir?
Mübahele "behl" veya "bohl" kökünden olup serbest bırakmak ve bir şeyin kayıt ve bağını kaldırmak anlamındadır; dolayısıyla kendi haline bırakılan, yavrusunu serbestçe emzirmesine müsade edilen ve memeleri torbaya bırakılmayan hayvana "bahil" (serbest bırakılmış) diyorlar ve duada ise aynı kökte olan "ibtihal" kelimesi yalvarış ve işi Allah Teala'ya bırakmak anlamında kullanılmaktadır.
Ancak bazen bu kelimenin helak olma, lanetleme ve Allah'ın rahmetinden uzaklaşma anlamlarında da kullanıldığını görüyoruz. Bunun sebebi ise kulu kendi haline bırakmayı bu sonuçlar izlediği içindir.
Mezkur ayette geçen "ibtihal" kelimesinin anlamı ise, önemli dini bir mesele hakkında birbirinin sözünü kabul etmeyen iki kişi bir yerde toplanarak Allah Teala'ya yakınmaları ve O'ndan yalancıyı rezil etmesini ve cezalandırmasını istemeleri şeklinde birbirlerini lanetlemesidir.
Necran Hıristiyanlarını İslam'a Davet
Resulullah (s.a.a) Medine'de olduğu yıllarda dünyanın dört bir yanındaki devlet başkanlarına ve dini merkezlere adamlar gönderip, mektuplar yazarak insanları İslam'a davet ediyordu. Hicaz ve Yemen sınırlarında yer alan Necran'a da elçi göndererek onları İslam'a davet etti. Necran, Arap yarımadasında bulunan tek hıristiyan bölgeydi, bazı sebeplerden dolayı putperestliği bırakarak hıristiyan olmuşlardı. Resulullah (s.a.a) onların piskoposu "Ebu Haris"e şu anlamda bir mektup yazarak onları İslam'a davet etti:
"İbrahim, İshak ve Yakub'un Rablerinin adıyla. Allah'ın resulü Muhammed'den Necran piskoposuna. İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un Rabbine hamd ediyor ve sizleri kullara tapmaktan Allah'a tapmaya davet ediyorum. Sizi Allah'ın kullarının velayetinden çıkarak Allah'ın velayetine girmeye davet ediyorum. Benim davetimi kabul etmezseniz, İslam hükumetine cizye (vergi) vermek zorundasınız, aksi takdirde sizi tehdid eden tehlikeyle uyarıyorum."[1]
Bazı kaynaklarda Resulullah'ın (s.a.a) mektubuna kitap ehlini tek Allah'a tapmaya davet eden ayeti de eklediği kaydedilmiştir.
Necran piskoposu Resulullah'ın (s.a.a) mektubunu alınca onu dikkatle okudu ve bu konuda bir karara varmak için Necran'ın ileri gelenleri ve dini şahsiyetleriyle bir toplantı düzenledi. Bunun üzerine Necran'ın ileri gelenleri, ve bilginlerinden altmış kişilik bir heyet Medine'ye giderek Hz. Muhammed'le (s.a.a) yakından görüşüp peygamberliğini ispatlamak için ortaya koyduğu delilleri incelemek üzere seçildi. Bu heyetin başında üç din adamı vardı:
1- Piskopos "Ebu Haris b. Alkama": Rum kilisesinin Hicaz'daki resmi temsilcisiydi.
2- "Abdulmesih": Heyetin başkanıydı, akıl, tedbir ve işbilirliğiyle meşhurdu.
3- "Eyhem" Necran halkının saygı duyduğu yaşlı bir adamdı.
Necran heyeti ikindi vakitlerinde mescide girerek Resulullah'a selam verdiler. Necranlılar ipek elbiseler giymiş, parmaklarında altın yüzükler ve boyunlarında da haç vardı. Onların bu durumları; -o da Resulullah'ın (s.a.a) mescidinde- Resulullah'ı rahatsız etti ve Resulullah (s.a.a) onların kendisiyle konuşmalarını kabul etmedi. Onlar Resulullah'ın niçin rahatsız olduğunu bilmediklerinden meseleyi daha önceden tanıdıkları Osman b. Affan ve Abdurrahman b. Afv'dan sordular. Onlar, bunun cevabını ancak Ali b. Ebi Talib bilebilir dediler. Hz. Ali'ye müracaat ettiklerinde buyurdu ki, siz ilk önce elbiselerinizi değiştirmeli ve sade elbiselerle Resulullah'ın huzuruna çıkmalısınız, bu durumda Resulullah tarafından kabul edilirsiniz.
Necran heyeti sade elbiseler giyip parmaklarındaki altın yüzükleri çıkardılar ve Resulullah'ın huzuruna çıkarak selam verdiler. Resulullah saygıyla onların selamına cevap verdi ve onların getirmiş oldukları bazı hediyeleri de kabul etti. Hıristiyanlar müzakereye girmeden önce namaz vakti olduğunu söyleyerek Resulullah'tan (s.a.a) izin istediler, Resul-i Ekrem (s.a.a) namazlarını Medine mescidinde ve doğuya doğru durarak kılmalarına müsade etti.[2]
Necran Hıristiyanlarıyla Müzakere ve Mübaheleye Davet
Necran temsilcileriyle Resulullah'ın müzakerelerini tarihçiler kitaplarında kaydetmişlerdir; ancak onlardan bazıları ayrıntılara girmemiştir. Ancak Seyyid b. Tavus bu müzakereleri, diğerlerinden daha ayrıntılı, daha geniş ve daha dakik yazmıştır. Ancak makalemizin kapasitesi onların hepsini kaydetmemize müsade etmediği için burada sadece bu vakıanın bir bölümüne değiniyoruz:
Resulullah: "Ben sizi tevhid dinine, bir ve tek Allah'a tapmaya ve O'nun emirlerine teslim olmaya davet ediyorum." (Daha sonra onlar için Kur'an-ı Kerim'den bir kaç ayet okudu.)
Necran heyeti: "İslam'dan maksadın, alemlerin yegane Rabbine imansa biz daha önceden iman etmiş ve onun hükümlerine amel ediyoruz."
Resulullah: "İslam'ın alametleri var ve sizin bazı hareketleriniz gerçek İslam'ı kabul etmediğinizi gösteriyor. Haç'a taptığınız, domuz etinden sakınmadığınız ve Allah'ın oğlu olduğunu söylediğiniz halde yegane Allah'a taptığınızı nasıl söyleyebilirsiniz?"
Necran heyeti: "Biz onu (Hz. İsa'yı) ilah biliyoruz; çünkü o ölüleri diriltiyor, hastalara şifa veriyor, çamurdan kuş yapıp onu uçuruyordu ve bütün bu işler onun bir ilah olduğunu gösteriyor!"
Resulullah: "Hayır! O, Allah'ın yarattığı bir kuldur, onu Meryem'in rahminde kılan O'dur ve bu gücü de Allah ona vermişti."
Necranlı heyetten biri: "O, Allah'ın oğludur; çünkü annesi Meryem hiç kimseyle evlenmeden onu doğurdu; dolayısıyla babası Allah'tır."
O sırada vahiy inerek Resulullah'a (s.a.a) dedi ki: "Onlara de ki; Hz. İsa'nın durumu bu açıdan Hz. Adem'in durumu gibidir; (Allah Teala) onu sonsuz gücüyle anne ve babası olmaksızın topraktan yarattı.[3] Babasının olmaması onun Allah'ın oğlu olduğuna delilse o halde Hz. Adem buna daha layıktır; çünkü Adem'in ne annesi vardı ve ne de babası!"
Necran heyeti: "Sizin sözleriniz bizi ikna etmiyor."
O sırada mübahele ayetin nazil oldu ve Resulullah'a (s.a.a) kendisiyle tartışan, cedelleşen ve hakkı kabul etmeyen kimseleri mübaheleye davet etmesi emredildi; bunun üzerine Resulullah (s.a.a); "Gelin Allah'a yalvaralım ve lanetini yalancıların üzerine kılalım" buyurdu.[4]
Bunun üzerine her iki taraf meseleyi mübaheleyle halletmeye karar verdiler ve bir gün sonra her iki tarafın mübaheleye hazır olması kararlaştırıldı.
Mübahele ayetinde Allah Teala Resulullah'a emrediyor ki, bütün bu delillerden sonra artık yine Hz. İsa (a.s) hakkında seninle tartışır ve cidala girişirlerse onları mübaheleye davet et ve de ki, çocuklarını, kadınlarını getirsinler; sen de çocuklarını ve kadınlarını götür ve Allah Teala'nın yalancıyı rezil etmesi için dua edin.
Yukarda söylendiği şekilde mübahele, o zamana kadar arapların arasında belki de benzeri yoktu ve bu davet Resulullan'ın (s.a.a) davasının doğruluğunu açıkça gösteriyordu.
Tam anlamıyla Allah Teala ile ilişki ve irtibatı olmayan bir kimsenin böyle bir olaya teşebbüs etmesine imkan var mı?! Muhaliflerini çağırarak, gelin Allah'a yalvaralım ve O'ndan yalancıyı rezil etmesini isteyelim ve siz sonuçta Allah Teala'nın yalancıyı nasıl cezalandırdığını çok beklemeden hemen göreceksiniz.
Kesinlikle böyle bir işe girişmek çok tehlikelidir ve eğer duası kabul olmayacak olur da muhalifler cezalandırılmazsa bunun sonucunda mübaheleye davet eden kişi rezil olacaktır nihayet. İşin sonucuna kesinlikle güvenmeyen akıllı bir kimse bu tehlikeyi görmezlikten gelerek böyle bir işe girişebilir mi?! İşte bu yüzdendir ki, Resulullah'ın (s.a.a) onları mübaheleye davet etmesi, getirdiği dinin hak olduğunu açıkça ispatlıyordu.
Hadislerden anlaşıldığına göre mübaheleden bahsedilince Necran hıristiyanlarının temsilcileri bu konuda etraflıca düşünmek için Resulullah'tan (s.a.a) kendilerine zaman tanımasını istediler, kendi ileri gelenleriyle görüşüp danıştılar ve sonuçta psikolojik bir noktadan kaynaklanan bir karara vardılar ve kendi adamlarına dediler ki, Muhammed'in gürültü çıkararak, bir kalabalıkla mübaheleye geldiğini görürseniz korkmayın onunla mübahele edin; çünkü bu onun gerçekçi olmadığını göstermektedir; ancak kendi yakınlarından sadece özel birkaç kişiyle ve küçük çocuklarıyla mübaheleye geldiğini görürseniz bilin ki o Allah'ın peygamberidir, onunla mübahele etmek tehlikelidir; bu durumda mübaheleden sakının!
Hıristiyanlar önceden belirtilmiş şehrin dışındaki yere gittiler ve Resulullah (s.a.a) da torunu Hüseyin kucağında, Hasan'ın elini tutmuş, Fatıma arkasında ve Ali de Fatıma'nın arkasında hareket ettiği halde mübahele yerine geliyorlardı[5]. Resulullah (s.a.a) onlara, "Ben dua ettiğim zaman siz de amin deyin" diye tenbih ediyordu.
Necran piskoposu Resul-i Ekrem'in (s.a.a) yanında gelenlerin kim olduğunu sorduğunda dediler ki: "Bu amcasının oğlu, kızı Fatıma'nın kocası ve kendi yanında herkesten daha sevimli olan (Ali)dir, bu ikisi kızı Fatıma'nın Ali'den olan çocuklarıdır ve bu kadın ise, insanlar arasında en çok sevdiği kızı Fatıma'dır."
Fahr-i Razi Tefsir-i Kebir'inde diyor ki: O gün Resulullah yünden dokunmuş olan siyah bir elbise giymişti...
Necran hıristiyanları bu etkileyici manevi sahneyi görünce dehşete kapıldılar; Resulullah ciğer parelerini, en aziz kimselerini getirmişti mübahele için; masum yavrucuklarını getirmişti. Bambaşka bir heybet ve haşmet vardı gelenlerde; bu hareketiyle sadece kendisini tehlikeye atmayı göz önüne almakla kalmayıp biricik kızını ve torunlarını da getirmişti. Hak olduğunda en küçük bir şüphesi olsaydı azizleri ve en çok sevdiği kimseler için Allah'ın azabına razı olmazdı; Hz. Peygamber'in sadece kendisi şahsen hıristiyanların başlarıyla lanetleşmesi gerekirken Ehl-i Beyt'inden en yakınları da mübaheleye getirmesi davasının hak olduğu içindi. Allah Teala herkesin kalbinde karısının ve çocuklarının sevgisini yerleştirmiştir; öyle ki herkes kendi canını tehlikeye atarak onları korumaya çalışır, ancak kendisini korumak için onları tehlikeye atmaya razı olmaz; dolayısıyla ayette de ilk önce çocukları, ikinci sırada kadınları ve en sonda da nefisleri zikredilmiştir; güya Resulullah (s.a.a) onları mübaheleye davet ederek, gelin ey hıristiyanlar! Tüm varlığımızla birbirimizle lanetleşelim ve Allah'ın lanetini tüm yalancıların üzerine kılalım; öyle ki bu lanet çoluk-çocuğumuzun da üzerine olsun da sonuçta yalancının soyu yeryüzünden kesilsin ve batıldan bir eser bile kalmasın.
Bu manzarayı gören Necran piskoposu dedi ki: "Ben öyle çehreler görüyorum ki, Allah'tan en büyük dağları yerinden koparmasını, dağılmasını isteseler duaları hemen kabul olur ve dağlar dağılıverir. Bu nurlu çehrelerle mübahele edecek olursak hepimizin yok oluruz ve Allah'ın azabı yeryüzündeki bütün hıristiyanları kapsamına alabilir ve kıyamet gününe kadar dünyada bir hıristiyan bile kalmaz!"[6] Necran hıristiyanları mübaheleden sakınarak anlaşmaya karar verdiler ve her yıl bir miktar cizye vererek İslam'ın meziyetlerinden yararlanmaları kararlaştırıldı.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.a) buyurdu ki: "Canım elinde olan Allah'a andolsun ki eğer benimle mübahele edecek olsalardı masholup maymun ve domuzlara dönüşürlerdi ve -bu- çölde tutuşan ateşte yanıverirlerdi ve ateşin eteği Necran'a kadar uzanırdı."
Ayyaşi'den nakledilmiştir ki: Resulullah (s.a.a) mübahele günü -mübahele için getirdiği-yanındaki dört kişiyi siyah renkteki abasının altına alarak şu ayeti okudu: "Ey Ehl-i Beyt, doğrusu Allah pisliği sizden gidermeyi ve sizi tertemiz kılmayı diler."
Ehl-i Beyt'in Üstünlük ve Azametini Gösteren Canlı Bir Belge
Şia ve Ehl-i Sünnet müfessirleri Mübahele ayetinin Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i Beyt'i hakkında indiğini açıklamış ve Resulullah'ın (s.a.a) zevceleri ve ashabından hiç birini değil, sadece iki torunu Hasan ve Hüseyin'i (a.s), kızı Fatıma (s.a) ve Hz. Ali'yi (a.s) götürdüğünü bildirmişlerdir. Bu demektir ki, ayette geçen "evlatlarımız" kelimesinden maksat sadece Hasan ve Hüseyin'dir ve "kadınlarımız" kelimesinden maksat Hz. Fatıma (s.a) ve "nefislerimiz" kelimesinden de sadece Hz. Ali (a.s) kastediliyordu ki bu konuda çok sayıda hadisler de nakledilmiştir.
Bazı Ehl-i Sünnet müfessirleri bu konudaki hadislerin olduğunu inkar etmeye çalışmışlardır; örneğin "el-Minar" tefsirinin yazarı diyor ki:
"Bu konuda gelen hadislerin hepsi Şia kanalıyla nakledilmiştir ki, onların hedefi de bellidir ve onlar bu hadisleri yaymak için o kadar çalışmışlardır ki bu kadar sade olan bir konuyu Ehl-i Sünnet bilginlerinden birçoğuna bile müphem kalmıştır!!"
Ancak Ehl-i Sünnet kaynaklarına müracaat edilecek olursa bu hadislerin birçoğunun Ehl-i Sünnet kaynaklarında yer aldığı ve Ehl-i Sünnet ravilerince nakledildiği görülür. Ehl-i Sünnet kaynaklarında geçen bu hadisleri inkar edecek olursak diğer Ehl-i Sünnet hadisleri ve kitapları da itibarını kaybeder.
Bu konunun açıklığa kavuşması için burada Ehl-i Sünnet yoluyla nakledilen hadislerden bir kısmını kaynaklarıyla birlikte naklediyoruz:
Kâzi Nurullah-i Şuşteri "İhkak-ul Hak" adlı nefis kitabının yeni baskı 3. cildinde sayfa 46'da diyor ki:
"Mübahele ayetinde geçen "evlatlarımızı" kelimesinden maksadın Hasan'la Hüseyin (a.s) olduğu, "kadınlarımız"dan Hz. Fatıma'nın ve nefislerimiz"den maksadın da Hz. Ali'nin olduğu konusunda müfessirler ittifak etmişlerdir."
Daha sonra aynı kitabın dipnotunda, Mübahele ayetinin Ehl-i Beyt hakkında indiğine tasrih eden büyük Ehl-i Sünnet alimlerinden yaklaşık altmış kişinin ismini kaydediyor ki kitabının 46. sayfasından 76'ya kadar onların isimlerini ve kitaplarını genişçe zikrediyor.
Bu konuyu açıkça kaydeden meşhur Ehl-i Sünnet bilginlerinden bazıları şunlardır:
1- Müslim b. Haccac-i Nişaburi meşhur "Sahih" adlı kitabında, c.7, s.120'de, Muhammedali Sabih-Mısır, basımı. Bu kitap Ehl-i Sünnet'in altı hadis kaynağından (Kutub-i Sitte'den) biridir.
2- Ahmed b. Hanbel, "Müsned" kitabında c.1, s.185, Mısır basımı.
3- Taberi meşhur tefsirinde mübahele ayetinin tefsirinde, c.3, s.192, Meymeniye-Mısır basımı.
4- Hakim "Müstedrek"inde c.3, s.150 Haydarabad-Deken basımı.
5- Hafız Ebu Nuaym-i İsfahani, "Delail-un Nubüvvet" adlı kitabında, s.297 Haydarabad basımı.
6- Vahidi Nişaburi, "Esbab-un Nüzul" adlı kitabında, s.74, el-Hindiyye basımı.
7- Fahr-ur Razi meşhur Tefsirinde, c.8, s.85, el-Behiyye-Mısır basımı.
8- İbn-i Esir, "Cami-ul Usul" adlı kitabında, c.9, s.470, Sünnet-ul Muhammediyye-Mısır basımı.
9- İbn-i Cevzi, "Tezkiret-ül Havas" adlı kitabında, s.17, Necef basımı.
10- Kazi Beyzavi kendi Tefsirinde, c.2, s.22, Mustafa Muhammed-Mısır basımı.
11- Alusi, "Ruh-ul Meani" adlı tefsirinde, c.3, s.167, Muniriyye-Mısır basımı.
12- Meşhur müfessir Tantavi "el-Cevahir" adlı kitabında, c.2, s.120, Mısır basımı.
13- Zemahşeri, "Keşşaf" adlı tefsirinde, c.1, s.193, Mustafa Muhammed, Mısır basımı.
14- Hafız Ahmed b. Hacer-i Askalani, "el-İsabe" adlı kitabında, c.2, s.503, Mustafa Muhammed-Mısır basımı.
15- İbn-i Sabbağ, "el-Fusul-il Muhimme" adlı kitabında, s.108, Necef basımı.
16- Allame Kurtubi, "el-Cami-u li Ahkam-il Kur'an" adlı eserinde, c.3, s.104, 1936 Mısır basımı.
Yine Sahih-i Tirmizi ve diğer Ehl-i Sünnet kaynaklarına müracaat edilsin.
"Gayet-ul Meram" adlı kitapta "Sahih-i Müslim"in, Fezail-u Ali b. Ebi Talib babından naklen şöyle diyor:
Bir gün Muaviye Sa'd b. Ebi Vakkas'a; "Niçin Ebi Turab'ı (Hz. Ali'yi) sabbetmiyor ve hakkında kötü şeyler söylemiyorsun?" demesi üzerine Sa'd dedi ki, "Resulullah'ın (s.a.a) Hz. Ali hakkında buyurduğu üç şeyi hatırladıktan sonra bu işten vazgeçtim... (Onlardan birisi şu ki;) Mübahele ayeti inince Resulullah (s.a.a) sadece Hasan'ı, Hüseyn'i, Fatıma'yı ve Ali'yi davet ederek; "Allahım! Bunlar benim Ehl-i Beyt'imdirler." buyurdu.
Ehl-i Sünnet'in ileri gelenlerinden olan Keşşaf tefsirinin yazarı Mübahele ayetinin tefsirinde diyor ki: "Bu ayet, Kisa ehlinin (Ehl-i Beyt'in) faziletini isbatlayan çok güçlü bir delildir."
Şia müfessirleri, tarihçiler ve muhaddisler de ayetin Ehl-i Beyt (a.s) hakkında indiği konusunda ittifak etmişlerdir. "Nur-us Sekaleyn" tefsirinde bu konuda birçok hadis nakledilmiştir.
Mesela "Uyun-u Ahbar-ir Rıza" adlı kitapta Abbasi halifesi Memun sarayında düzenlediği bahis toplantısı hakkında şöyle yazıyor: İmam Ali b. Musa er-Rıza (a.s) buyurmuşlardır ki: "Allah Teala kullarından temiz olanları Mübahele ayetinde tanıtmış ve pergamberine buyurmuştur ki: "Bundan sonra seninle tartışırlarsa..."
Orada bulunan saray alimleri, ayette geçen "nefislerimiz"den maksat Resulullah'ın kendisidir, dediler. İmam, "Yanıldınız; maksat Ali b. Ebi Talib'dir." buyurdu. "Bunun delillerinden birisi şu ki, Resulullah (s.a.a) Beni Velia kabilesi hakkında buyurdular ki: "Beni Velia kötü işlerinden vazgeçsinler, aksi takdirde onları bastırmak için benim nefsim (yerinde) olan bir kişiyi gönderirim onlara" Resulullah'ın (s.a.a) maksadı da Ali b. Ebi Talib'di. "Evlatlarımızı" kelimesinden maksat, Hasan ve Hüseyin, "kadınlarımız"dan da maksat Fatıma idi. Bu ise öyle bir üstünlüktür ki, bu üstünlükte ümmetten hiç kimse onlardan öne geçemez; öyle bir fazilettir ki, bu fazilet ve şerefte insanlardan hiç kimse onlara ulaşamaz. Çünkü, Resulullah (s.a.a) bu sözünde Ali'yi (a.s) kendi nefsi saymıştır...
Bu ayet indikten sonra Resulullah (s.a.a) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i kendisiyle birlikte mübaheleye götürdü... Bu sadece Ehl-i Beyt'e mahsus olan bir özelliktir... Bu hiç bir insanın ulaşamadığı bir fazilettir ve bu, o zamana kadar hiç kimsenin sahip olmadığı bir şereftir.[7]
Bu konuda Bihar-ul Envar'da, Ayyaşi ve Burhan tefsirinde de bir takım hadisler nakledilmiştir ve bunların hepsinden anlaşıldığına göre bu ayet Ehl-i Beyt hakkında inmiştir.
Soru: Burada Fahr-i Razi şöyle bir soru öne sürüy@
;4'ÄÁ[1]gÀ gÏ!
]HÙ9ÙHgæ@
ÀÄ0¹~¶ş½~‘5²¶²
[1]‰ˆÏ€
Ï“
Ï€ˆO“„[1][1]Ï€
ÀO€€ÏÌ€€
LωO€Ï̈
€LÏ€‚
[1]O€‰€
Ï€ˆO
OŒ€OO€ˆOˆÏˆ[1]OŒ‚‰‚
‚
ÁÏ€[1]
O“
Ï€ˆO“„[1][1]Ï‚[1]O€[1]‚ˆ
ÀÏ‚[1]ˆOÌ€
LωO€ÏÌ€‚
LÏ€‚
[1]O‰ˆO€‰€
ÁÏ€[1]
O“€ÀϘ
OÄ.a) sadece bir kişidir ve bu kelime sadece Hz. Fatıma hakkında kullanılamaz. "Nefislerimizi" anlamında olan "enfusena" da çoğuldur ve sadece Hz. Ali (a.s) için olsaydı tekil getirilmesi gerekirdi. Bütün bunlarda çoğul şahıs getirilmemesi gerekirken niçin çoğul şahıs getirilmiştir?!
Cevap: Daha önce de değindiğimiz gibi bu konuda sağlam ve meşhur Ehl-i Sünnet ve Şia kaynaklarından bu ayetin Ehl-i Beyt hakkında nazil olduğu ve Resulullah'ın (s.a.a) mübahele için Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'den başka bir kimseyi getirmediğini açıkça bildiren hadisler vardır ve bu hadisler Mübahele ayetini tefsir etmek için yeterlidir; çünkü Kur'an'ı tefsir etmemizde birinci derecede yararlanabileceğimiz şey sünnettir.
İkincisi: Tekil şahıs veya tesniye (iki kişi)nin yerine çoğul şahısın kullanılması yeni bir konu değildir; ister Kur'an-ı Kerim'de olsun, ister genel olarak arap edebiyatında olsun ve ister diğer edebiyatlarda olsun tekil yerine çoğul kullanıldığına sık sık rastlamaktayız. Mesela, bir kanun açıklanınca veya bir sözleşme yapılınca çoğul şahıs kullanılır ve "bu sözleşmenin icrasının sorumlusu bunu imzalayanlar ve onların çocuklarıdır." oysa sözleşmeyi imzalayanlardan birinin sadece bir veya iki çocuğu olabilir. Bu konunun kanun veya sözleşmenin çoğul olarak hazırlanmasıyla çekişir bir yönü yoktur. Kısacası, iki merhale vardır: Biri sözleşme merhalesi ve diğeri ise sözleşmeyi icra ve uygulama merhalesi; sözleşme merhalesinde sözleşmenin bütün herkesi kapsamına alması için bazen sözcükler çoğul olarak kullanıldığı halde pratikte o sözleşme sadece bir kişiyi kapsamına alabilir ve bunun ise sözleşmenin çoğul oluşuyla çelişkisi yoktur. Ve yine saygı için de çoğul şahıs kullanılmaktadır, mesela "sen" yerine "siz" kelimesinin çoğul olarak kullanıldığına sık sık rastlamaktayız.
Kur'an-ı Kerim'de maksat tekil olduğu halde çoğul şahıs olarak kullanıldığı diğer yerler de vardır; mesela Âl-i İmran/173'de şöyle geçmektedir: "Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar kendilerine: Size karşı insanlar toplandılar, artık onlardan korkun dediklerinde..." burada birinci insanlardan maksat, müslümanları müşriklerin gücü karşısında korkutmak için Ebu Süfyan'dan para alan Nuaym b. Mes'ud'dur.
Yine Âl-i İmran/181'de de şöyle geçmektedir: "Andolsun; gerçekten Allah fakirdir, biz ise zenginiz, diyenlerin sözlerini Allah işitmiştir." Müfessirlerden bir grubunun da söylediğine göre bu sözü söyleyen "Hayy b. Ahteb"tir. Burda da tekil olduğu halde çoğul şahıs kullanıldığını görüyoruz. Yine saygı olarak Hz. İbrahim (a.s) hakkında da şöyle kullanıldığını görüyoruz: "Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti."(Nahl/120)
Bu konuda Allame Şerefuddin diyor ki: "Ayette geçen bu üç çoğul kelime (oğullarımız, nefislerimiz ve kadınlarımız) hepsi izafe edilmiştir; Çoğul şahıs tekil şahısa izafe edilince de istiğrak (tüm, umum) anlamını verir. Binaenaleyh ayet şöyle olur: Tüm çocuklarımızı, tüm nefislerimizi ve tüm kadınlarımızı; oysa mübahele olayında müslümanların çocuklarından Hz. Hasan ve Hüseyin, nefislerinden Hz. Ali ve kadınlarından Hz. Fatıma'dan başka hiç kimse yoktu. Kelimelerin çoğul olarak getirilmesinden sebep şudur: Bu büyük zatlar (Ehl-i Beyt) İslam dininin temsilcileri, en bariz ve en açık hüccetleri, insanların en kamili, insanlık aleminin en seçkinleri ve seçkinlerin en üstünüydüler. Masum yüzlerinde müşahede edilen manevi nur, İslam ümmetinden hiç kimsede görülmemiştir. İbadet ve Allah'a kulluk makamında tam olarak halis bir kalbe ve riyadan arı bir gönüle sahiplerdi. Dolayısıyla, sadece onların mübahele olayına davet edilmesi ve onların mübaheleye katılması tüm müslümanların mübaheleye katılmaları anlamına geliyordu ve bunların "amin" demesiyle artık bütün müslümanların amin demesine gerek de kalmıyordu. Dolayısıyla ayetteki bu üç kelime hepsi çoğul olarak kullanılmıştır.
Burada şöyle bir soru da sözkonusu olabilir: Bu üç kelimede olduğu gibi ayette geçen "kazibin" (yalancılar) kelimesinde de aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Yani istiğrak (umum ve genellik) ve cins (tür) olarak kullanarak maksat dünyadaki bütün yalancılardır diyebilir miyiz?
Buna cevaben "hayır!" diyoruz. Çünkü burada maksat sadece bu olayla ilişkisi olan iki taraftan biridir; ya İslam tarafıdır veya hıristiyan. İslam, Allah'tan başka ilah yoktur ve İsa Allah'ın kulu ve resulüdür diyordu, hıristiyanlar ise İsa Allah'tır veya Allah'ın oğludur ya da üç ilahtan üçüncüsüdür, diyorlardı.
Dolayısıyla, eğer Resulullah tek başına hıristiyanlarla mübahele edecek olsaydı, yani bir taraf tekil, diğer taraf ise çoğul olsaydı o zaman hem tekil ve hem de çoğulla uyuşan bir tabir kullanılması lazımdı; mesela "Allah'ın laneti yalan söyleyene olsun" söylenebilirdi. Ama böyle söylenmemiştir; buradan anlaşılıyor ki bu iki taraftan birisi olan yalancı, bir veya iki kişi değil, bir gruptur ve bu da mübahelede bulunanların hepsinin mübahelede ortak olduklarını ve hepsinin aynı davayı paylaştıklarını gösterir; o halde Resulullah'la (s.a.a) olan herkes, yani Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) davasında ve davetinde ortaktırlar; yani Resulullah'ın (s.a.a) asıl yardımcıları onlardır. Bu da Allah Teala'nın, Resulullah'ın Ehl-i Beyt'ini şereflendirdiği en büyük makamdır; ayette "evlatlarımız", "kadınlarımız" ve "nefislerimiz" tabiri kullanılmasından anlaşılıyor ki Allah Tebarek ve Teala Ehl-i Beyt'i bütün erkeklerin, bütün kadınların ve bütün çocukların içinden seçerek Resulüne intisap etmiştir.
Diğer bir nokta şu ki ayet açıkça Hz. Ali'nin nefsi Resulullah'ın (s.a.a) nefsi olduğuna delalet etmektedir. Ve yine iki nefis birbiriyle yüzde yüz aynı olmadığı için Resulullah'ın nefsiyle Ali'nin nefsi eşit ve birbirinin benzeridir, dememiz gerekir. Ancak bu eşitlik peygamberlik makamı hakkında söylenemez tabii. Çünkü Hz. Ali'nin peygamber olmadığı ve yine Resulullah'ın Ali'den daha üstün olduğunda hiçbir müslüman şüphe etmemektedir; ama bu iki husus dışında genel eşitlik geçerlidir. Dolayısıyla, Resulullah'ın (s.a.a) diğer peygamberlerden üstün olduğuna göre Ali'nin (a.s) de diğer peygamberlerden üstün olduğunu söylemek çok garip bir olay değildir. Bu da Hz. Ali'nin (a.s) bir faziletidir.
Soru: Ayette geçen "nefislerimizi" kelimesinden maksad Resulullah'ın (s.a.a) kendisi veya başka birisi olabilir mi?
Cevap: Nefislerimizi kelimesinden kesinlikle Hz. Ali kasdedilmiştir, Resulullah'ın kendisi değil; çünkü davet makamındadır ve insanın kendisi kendisini davet etmesi de anlamsız bir şeydir; o halde "nefsimiz" kelimesinden Resulullah'tan başka birinin kastedilmesi gerekir; diğer taraftan müslümanlar Mübahele olayında Resulullah'ın yanındaki o dört kişiden başka kimse yoktu; dolayısıyla, bu kelimeden Hz. Ali'den (a.s) başkası kastedilemez; ayrıca, müslümanlar "nefsimiz" kelimesinden Hz. Ali'nin (a.s) kastedildiğinde ittifak etmişlerdir.
Bunun dışında Resul-i Ekrem bazı hadislerde kendisiyle Hz. Ali'yi, Hz. Musa'yla Harun'a benzetmiş, bazılarında Ali'yi (a.s) kendi nefsinden saymıştır; mesela bir hadiste Bureyde b. Eslemi'ye hitaben buyurmuştur ki:
"Ey Bureyde! -sakın- Ali'yi öfkelendirme; doğrusu Ali benden ve ben de Ali'denim. Halk bir çok (farklı) ağaçlardan yaratılmıştır, ben ve Ali ise bir ağaçtan yaratılmışız."
Diğer bir yerde Resulullah (s.a.a) Cebrail'e diyor ki: "Ya Cebrail! O (Ali) bendendir ve ben de ondanım" Cebrail de -bunun üzerine dedi ki, "Ben de ikinizdenim."
Yine bir çok yerlerde Resulullah'ın (s.a.a) Ali'yi "nefsim" diye anmasına rastlamaktayız.
Görüyoruz ki, Resul-i Ekrem (s.a.a) Ali'den (a.s) başka hiç kimseyi "nefsim" diye çağırmamıştır ve Ali'nin (a.s) şahsiyetini kendi şahsiyeti bilmiş ve ona "nefsim ve canım" demiştir; ondan başka hiç kimseye de bu makamı vermemiştir. Bu ayet Hz. Ali'nin (a.s) Resulullah (s.a.a.) dışında bütün müslümanlara üstünlüğünü göstermektedir.
Ayrıca, bu ayette Resulullah (s.a.a) kızı Fatıma'dan (s.a) olan imam Hasan ve imam Hüseyin'i kendi çocukları sayıyor ve mübahelede "evlatlarımızı" kelimesinden onları kastediyor; Ebu Bekir Razi diyor ki:
"Bu ayet, Hasan ve Hüseyin'in (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) oğulları olduğuna delalet ediyor; insanın kızından olan çocukları da gerçekte insanın oğulları sayılır."
Yine bu ayetten anlaşılıyor ki, cahiliye döneminin tam aksine kız çocukları ve kız çocoğundan olan torunları da gerçekten insanın evladı sayılmaktadır. Bu düşünce tarzı cahiliye döneminin kuruntularındandı ve o zaman kadınlar toplumun bir üyesi sayılmıyordu; bu konuyu arap şairi şöyle dile getiriyor:
Bizim evlatlarımız, oğullarımızın çocuklarıdır
Kızlarımızın çocukları ise halkın (yabancıların) çocuklarıdır (ve bizim çocuklarımız sayılmazlar).
Ancak İslam bu düşünce tarzını ortadan kaldırdı ve evlatların hem oğul ve hem de kızın soyundan olabileceğini açıkladı. En'am/85'te Hz. İbrahim'in çocukları hakkında buyuruyor ki:
"Ve onun (ibrahim'in) soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyubu, Yusuf'u, Musa'yı, Harun'u hidayete ulaştırdık... Zakeriyya'yı, Yahya'yı, İsa'yı ve İlyas'ı da (hidayete ulaştırdık.)" Görüldüğü gibi Hz. İsa, Hz. İbrahim'in kız torunundan (Meryem'den) olan torunu olduğu halde Hz. İbrahim'in evlatlarından sayılmıştır.
Şia ve Ehl-i Sünnet yoluyla nakledilen rivayetlerde Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hakkında (a.s) sık sık "İbn-ur Resul" (Resulullah'ın oğlu) tabirinin kullanıldığını görüyoruz.
Yine, İslam fakihleri arasında, insanın oğlunun çocuğu ve torunları (ister kız olsun ister erkek) insana mahrem olduğu ve onlarla evlenilmesinin haram olduğu kesin bir hükümdür.
İbn-i Ebi Alan der ki: "Bu ayet Hasan ve Hüseyin'in mübahele döneminde mükellef olduklarını (buluğ çağına eriştiklerini) gösteriyor; çünkü mükellef olmayan birisinin mübaheleye girişmesi caiz olmaz."
Bu konuda şii bilginleri diyorlar ki: "Yaş küçüklüğü ve buluğ haddine erişmemenin aklın kamil olmasıyla çelişkisi yoktur; buluğ haddine erişmek insanın mükellef olması için belirtilen bir zamandır, ancak bu akli açıdan da insanın kamil olmadığını göstermez. Ayrıca bize göre Allah Teala masum imamlar için diğer insanlarda normal olmayan şeyler gösterebilir; o yaşta normalde diğer insanlar buluğ çağına ermiyorlarsa, Allah Teala'nın iradesiyle masum imamlar o yaşta buluğ çağına erebilirler. Bunu teyid için Resulullah'ın (s.a.a) şu hadisini gösterebiliriz:
"Bu iki oğlum -Hasan ve Hüseyin- imamdırlar ister kıyam etsinler, ister sulh."
Ayette "kadınlarımızı" kelimesinden de daha önce dediğimiz gibi Hz. Fatıma (s.a) kastedildiğinde ittifak edilmiştir, Resulullah (s.a.a) bütün kadınlar içinden Hz. Fatıma'yı (s.a) seçerek, "gerçekte bütün kadınlar adına konuşacak olan budur" buyurmak istemiştir. Ayrıca Resulullah (s.a.a) mübahele için Hz. Fatıma'dan (s.a) başka bir kadın da götürmemiştir. Bu da Fatıma'nın (s.a) diğer bütün kadınlardan üstünlük ve faziletini gösterir. Bu konuda Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki: "Fatıma vücudumun bir parçasıdır." Ve yine; "Doğrusu Allah Fatıma'nın gazabı için gazab eder ve rızası için razı olur." diye buyurmuştur; Huzeyfe'den nakledilen sahih bir hadis de şöyledir: Resulullah'tan (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: "Melek gelerek bana, Fatıma cennet kadınlarının veya ümmetimin kadınlarının efendisidir, dedi."
Diğer bir hadisde Aişe şöye naklediyor: "Resulullah gizli olarak Fatıma'ya bir şey söyledi, Fatıma güldü; ben -durumu- sorunca -Fatıma- dedi ki: "-Babam bana- dedi ki, bu ümmetin veya müminlerin kadınlarının efendisi olmak istemez misin, ben de -buna- güldüm."
Ayrıca devamlı, "İslam erkekler içindir ve kadınlar için değildir" diyenlerin tam aksine bu ayetten anlaşılıyor ki, kadınlar da gerektiğinde İslam'ın hedefleri doğrultusunda kendi paylarınca erkeklerle birlikte düşmanın karşısında duruyorlardı; Hz. Fatıma'nın (s.a) ve kızı Zeyneb-i Kübra'nın (s.a) hayatlarının parlak sayfaları ve İslam tarihinin bu iki örnek kadınını izleyen kadınların yaşantıları bunun en bariz örnekleridir.[C. D.1] [8]
Mübahele Genel Bir Hüküm müdür?
Mübahele ayetinin müslümanlara diğerlerini mübaheleye davet etmeleri için genel bir emir vermediği kesindir. Bu ayetin muhatabı sadece Resulullah'tır (s.a.a); ancak ayetin muhatabının Resulullah (s.a.a) oluşu genel bir hükme karşı gelenler için ve takvalı mümin kimselerin, düşmanlar karşısında getirdikleri delilleri onların sırf inat ve taassupları için kabul etmedikleri durumlarda onları mübaheleye davet etmeleriyle çelişmemektedir.
Elimizde olan hadislerden de bu hükmün umumi olduğu anlaşılmaktadır. Nur-us Sekaleyn tefsirinde, (c.1, s.351) İmam Sadık'tan (a.s) şöyle bir hadis nakledilmektedir:
"Muhalifler sizin hak sözlerinizi kabul etmezlerse onları mübaheleye davet edin." Ravi diyor ki, ben "nasıl mübahele edeyim" diye sorduğumda İmam buyurdu ki: "Üç gün ahlakını ıslah et" ve sanırım dedi ki: "Oruç tut ve gusül et. -Sonra da- Mübahele etmek istediğin kimseyle sahraya çık; sonra sağ elinin parmaklarını sol elinin parmaklarına sokarak -kenetleyerek- kendinden başlayarak de ki: "Allahım! Sen yedi göğün ve yedi yerin rabbisin ve gizlilerden haberdar olansın, rahman ve rahimsin; benim muhalifim bir hakkı inkar etmişse ve batıl bir şeyi iddia ediyorsa gökten onun için bir bela gönder ve onu acılı bir azaba uğrat." Daha sonra bu duayı bir kez daha tekrar ederek de ki: "Eğer bu adam bir hakkı inkar etmiş ve iddia ettiği şey bir batılsa ona azap indir." Daha sonra buyurdu ki: "Çok geçmeden bu duanın etkisi belirecek ve Allah'a yemin ederim ki benimle böyle bir şekilde mübahele etmeye razı olacak bir kimseye hiç rastlamadım."
el-Mizan Tefsiri'nin yazarı Allame Tabatabai de bu konuda diyor ki: "Mübahele İslam dininin ortaya koyduğu ebedi mucizelerinden biridir ve her müslüman İslam'ın ilk önderini (Hz. Resulullah'ı) izleyerek İslam'ın hakikatlarından bir hakikatı ispatlamak için onu inkar eden kimseyle mübahele ederek Allah Teala'dan muhalifi cezalandırmasını isteyebilir."[9]
[9] - Bu konudaki bazı rivayetler için Usul-u Kafi, c.2, Dua kitabı, Mübahele babı, s.513-514'e müracaat edilsin.
Sayfa: 29
[C. D.1]