Alican GÖREL
Bu yazıda 27 Recep günü münasebetiyle sizlere Hz. Muhammed-i Mustafâ’nın (s.a.a) “biset”inden (peygamberliğe seçilişinden) bahsetmek istiyoruz. Ancak önce bu mübarek bi’setin gerçekleştiği Arabistan Yarımadası’nın coğrafî, içtimaî ve siyasî konumunun kısaca tahlili, bu misyonun daha güzel ve belirgin bir şekilde anlaşılacağına yardımcı olacağına inanıyoruz.
Arabistan’ı bazen coğrafî tanımlarla, bazen de içinde bulunan kabilelerle anlatım yoluna gitmişlerdir. Coğrafî yönden Arabistan Yarımadası, Asya’nın güney batısında yer almaktadır. Yüz ölçümü ise takriben 2.600.000 km karedir. Bu bölgenin büyük bir kısmının denizlerle bağlantılı olmasına rağmen, güney kısmındaki insanların, hayat kaynağı olan sudan pek faydalandığı söylenemez. Arap Yarımadası, Sina Yarımadası’ndan başlayıp Kızıl Deniz, oradan da Fars Körfezi’ne uzanan, büyük dağlara sahip bir bölgedir. Arabistan beş bölgeye bölünür:
1- Tehame: Kızıl Deniz’den başlayıp Yemen’deki Necran bölgesine kadar uzanan bölümdür.
2- Hicaz: Tehame’nin doğu ve Yemen’in güneyinde, sıradağlarla kaplı olan bölgedir.
3- Necd: Güneyden Yemen’e ve kuzeyden ise Badiyetü’s-Semave’ye kadar uzanan bölgedir.
4- Yemen: Güneyde Necd’den Hind Okyanusu’na ve batı kısmından Kızıl Deniz’e kadar uzanan bölgenin ismidir.
5- Aruz: Engel anlamında olan bu bölge, Yemame, Umman ve Bahreyn bölgelerine verilen isimdir.
Dil ve ırk olarak güneyliler ve kuzeyliler olarak ikiye ayrılan Arapların güneylileri “Kahtan”, kuzeylileri ise “Adnan” ırkına mensupturlar. Bununla birlikte bu iki ırkın dilleri ve lehçelerinin birbirlerinde tesir ettiğini unutmamak gerekir. Her iki gurup da kendilerinin Hz. İbrahim’in (a.s) soyundan olduğunu belirtmekte ve kendilerini Hz. İbrahim’e (a.s) bağlayan nesepler ve şecereler getirmekteydiler veya daha yerinde bir tabirle uydurmaktaydılar.
Habeşîlerin hükümranlığı döneminde vuku bulan ve İslâm tarih kitaplarında kendisinden çok söz ettiren olaylardan biri de şüphesiz Kâbe’yi yıkmak isteyen Ebrehe’nin komutanlığı altında gerçekleşen “Fil Vakası” olmuştur. 570 yılında dönemin Sasanî hükümdarlarından olan Enuşirvan, Habeşlilere Vehriz Deylemî adında bir komutan gönderdi ve Ebrehe ile aralarında geçen savaşta Ebrehe yenildi. Bu dönemden sonra İslâm’ın zuhuruna kadar Arap Yarımadası’nda büyük bir devlet kurulmadı.
Mekke, Arap Yarımadası’nda merkez bölge olarak bilinmekteydi. Bunun sebebi ise bir yandan Kızıl Deniz’e yakınlığı, bir yandan Şam ve Filistin tüccarlarının uğrak yeri olmasıydı. Mekke, Yemen ve Şam yollarının ortasında bulunduğundan dolayı büyük bir ticaret merkezi hâline geldi. Kureyşliler, güney ve kuzey mahsullerini civar sahillerine getirip satıyor, ardından Dimeşk pazarından buğday, zeytin, ipek ve diğer yiyecek ve içecekler alıyorlardı. Senede iki kez ticaret için yolculuk yapıyorlardı. Yemen’e yaz mevsiminde, Şam’a ise kış mevsiminde.
Mekke’nin kanunları, kabileler arasında olan anlaşmalara bağlıydı. Tabi bu durumdan yalnızca birleşik kabile gurupları faydalanmakta ve onlara bağlı olmayanlar için ise hiçbir emniyet söz konusu olmamakla birlikte haklarını savunacakları bir merci de bulunmamaktaydı. Çeşitli dinleri içinde barındıran bir belde özelliğini taşıyan Mekke’de, aya tapanlar, güneşe tapanlar, Sabiîler, Muinîler yaşamaktaydı. İslâm’ın zuhuruna yakın bir dönemde ise, Hıristiyanlık ve Yahudilik dinleri Yarımada’nın çeşitli bölgelerinde hızla yayılmaktaydı.
Mekke, içtimaî yönüyle İslâm’ın zuhuruna yakın bir döneme kadar âdeta bir patlamaya gebeydi. Durum öyle bir hâl almıştı ki, normal halk ile zenginler arasında yaşam koşulları açısından tam bir uçurum bulunmaktaydı. Her türlü sinsi ve şeytanî plânların makam ve mevki uğruna yapıldığı, mazlumun hakkının elinden rahatça alındığı, zalimlerin desteklendiği, herhangi toplumsal bir hukukun bulunmadığı bir dönem geçirmekteydi o dönemin insanlığı. Âdeta gaiplerden kurtarıcı bir elin çıkıp tüm bu olup bitenlere dur demesini ve zulüm ağacını kökünden kurutmasını beklemekteydi gözü yaşlı mazlumlar ve ezilen halklar. Yönelinecek bir kıble, uyulacak bir önder ve yaşanacak adil bir düzen özlemiyle kavrulmaktaydı insanlık.
Gençlik dönemlerinde, insanların doğruluk, adaletperverlik ve diğer insanî erdemler açısından tam güvenini kazanan, mazlumların haklarını iade etmek ve zalimlerin karşısında durmakla âdeta bu önderlik sinyallerini vermekteydi Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.a). Gençler arasında oluşturulan ve Resul-ü Ekrem’in de içinde bulunduğu “Hilfu’l-Fudul (Erdemler Paktı)” olayı, bir nebze de olsa insanların kanayan yarasına merhem olmaktaydı. Bu harekete katılanlar, mazlumların hakkını arayan, zalimlerin zulmüne karşı duran bir guruptu. İnsanlar, toplum içerisinde böylesi bir insanın olmasından son derece mutluluk ve huzur buluyor ve ona “insanların en emini” olarak hitap ediyorlardı. Fakat, acaba rüyaları gerçek olacak mıydı? Acaba adalet tecelli edecek miydi?
Toplumsal ahlâkın çöktüğü, kanunların bir grubun hizmetinde olduğu, insanların birer normal eşya misali alınıp satıldığı, hak ve hukukun hiçbir şekilde işlemediği, zalimin kazanıp mazlumun ezildiği o korkunç ortama ilâhî bir inkılâp gerekiyordu. Gözü yaşlıların, yetim ve dul bırakılanların, diri diri toprağa gömülenlerin hakları yeniden iade edilmeliydi. İnsanların, insan suratlı vahşilerin elinden kurtarılması, kulların ve putların ibadet ve kulluğundan Allah’ın özgürlük bahşeden kulluğuna yükselmesi, insanların fıtratında koyulan akıl definelerinin tonlarca engelin altından yeniden keşif ve ihraç edilmesi; ihtilâfların birliğe, düşmanlıkların dostluğa, haksızlıkların adalete; cahillik ve bağnazlıkların, ilim, irfan, hikmet ve basirete dönüşmesi, insanoğlunu bütün maddî ve manevî dertlerine köklü bir çare bulunması, kısacası ilâhî peygamberlerin bi’set nedenlerinin yeniden ihya edilmesi gerekirdi.
İşte bu ağır sorumluluğu ifa edebilmek için yıllarca ilâhî eğitim ve gözetimin ardından, son eğitimlerini alıyordu “Son Kurtarıcı” Hira’da geçirdiği o “nur erbaininde”...
Ve... gelip çatmıştı o mutlu an ve muhteşem “bi’set”in zamanı… Allah-u Teâlâ, Nur dağının nurlu mağarası “Hira”da Cebrail-i Emin vasıtasıyla Muhammed-i Emin’e, şöyle indiriyordu ilk vahyini, ilk mesajını:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla.”
“Oku Yaratan Rabbinin adıyla.”
“O ki, insanı alaktan (pıhtılaşmış kandan) yarattı.”
“Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir.”
“O ki, kalemle (yazmayı) öğretti.”
“İnsana bilmediğini belletti.”
Muhakkak ki cehalet tüm toplumların çöküşünde önemli bir rol oynamaktadır. İlmin, marifetin bulunmadığı yerde hak nasıl bilinebilirdi?! Zira ilim hakka ulaşmada insanın önünü aydınlatan bir ışık, toplumu ilâhî düsturlar ile her iki âlemde saadet ve mutluluğa ulaştıran bir vesiledir. İşte bu nedenle bilinçsiz ve şuursuz toplumun ihtiyacı olan ilâhî ilim verilmişti insana.
Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) Hira’dan inip ilâhî daveti ilk kez Hz. Hatice’ye getirdi; o da bu daveti hiç tereddüt etmeden kabul etti. Zira o, kırk yıllık bir bekleyişin ardından zaten, insanî değerleri paylaşmak ve eşsiz manevî hasletleri ve parlak bir geleceği ta ilk başlarda onun mübarek simasında okuduğu için Resulullah (s.a.a) ile evlenmeyi kabul etmişti. Ardından da ilk erkek olarak Hz. Ali (a.s) bu ilâhî davete lebbeyk demişti.
İki veya üç yıllık gizli, ama zor ve çileli bir davetin ardından, “İnzâr Ayeti”nin inmesiyle alenî davet devrinin ilk aşaması başlatılmış, ilk olarak kendi akrabalarını davet ve inzâr etme emri gelmişti. Bunun üzerine Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) akrabalarına bir yemek ziyafetiyle birlikte onlara ilâhî risalet ve tebliğini bildirmiş ve şöyle devam etmişti: “Bu ilâhî davette bana hanginiz yardım edecek? Kim bana yardım ederse, o benim kardeşim, vasim ve sizin aranızdaki halifem olacaktır.”
İçlerinden yalnızca bir kişi ayağa kalktı. Henüz yaşı küçük olmasına rağmen Hz. Ali (a.s), “Ey Allah’ın Resulü, ben sana bu davada yardım edeceğim.” diye cevap verdi. Resulullah, bunu üç defa tekrarladı; fakat yine de Hz. Ali’den (a.s) başka kimseden olumlu bir yanıt gelmedi. Allah Resulü de Hz. Ali’nin ensesinden tutarak, “İşte bu benim aranızdaki kardeşim, vasim ve halifem olacaktır; onu dinleyin ve ona itaat edin.” buyurdu ve bu vesileyle tebliğ ve risaletinin ilk gününden ümmetin geleceği için de büyük bir yatırımın temelini atmış oldu.
Yakınları için gerçekleştirdiği bu özel davetin ardından, sıra başkalarının davetine gelmişti artık. İşte Yüce Allah’ın, “Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve korkut!” (Müddessir Suresi) ayetleriyle de bu ilâhî davete başlama emri gelmişti.
Bu dönemlerde Müslümanlar, inançlarından dolayı hakkı görmezler tarafından türlü türlü işkencelere maruz kaldılar. Fakat ilâhî adaletin tecelli vakti gelmişti artık. Tüm zulüm saraylarını yıkan “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” emri, İbrahim’in baltasının, Musa’nın asasının, İsa’nın nefesinin misyonu yeniden tekrarlanmaya ve tekmil edilmeye, bir başka Nuh cennet yolcularını yeniden kurtuluş gemisine bindirmeye başlamıştı. Kıble bilinmiş, önder bulunmuş ve İ’lây-i Kelimetullah’ın (Allah kelâmının yüceltilişi) vakti gelmişti artık. Belki nice Ashab-ı Uhdudlar yine öldürülecekti bu uğurda; ateşlerde yanacaktı analar, kızgın kumlarda kırbaçlanacaktı nice Bilal’ler; bu yolda daha nice Bedirler, Uhudlar, Kerbelâlar yaşanacaktı; ama bu ilâhî meşale asla, ama asla sönmeyecekti ve sönmeyecek, kâfirler ve müşrikler istemese de...