5. Bölüm
Cafer BENDİDERYA
Eğer sen onca büyüklük ve erişilmezliğe sahip Fatıma ve ben de oldukça çabuk kırılan öksüz bir kalbe sahip Hasan olmasaydım dahi, senin “ağlamamam” yolundaki isteğini yerine getirebilmem yine de mümkün olmayacaktı anne...
Ben sırf bir çocuk, sen de sırf bir anne olsaydın bile, kalbime üzülmemesini ve gözlerime ağlamamasını söylemem mümkün olmayacaktı yine de!
Kaldı ki, sen sırf bir “anne” değilsin; “Fatıma”sın da aynı zamanda... Dedem Hz. Resulullah’ın (s.a.a) “vücudumun parçası, gözümün ışığı” dediği biricik “Zehra-yı Athar”, “Seyyidetü Nisâ’il-Âlemîn”, vahyin alıcısından geriye kalan en yakın ve en mahrem yegâne emanettin sen!
Allah ve Resulü’nün seveni ve sevilenisin sen!
Allah ve Resulü’nün seni ne kadar sevdiğini kim bilebilir?!
Neredeyse Peygamber Bilâl’i çağırıp her ezandan sonra “Muhmmed, Fatıma’yı çok seviyor; Allah ve Resulü çok seviyor onu” demesini emredecekti doğrusu...
Evet, Allah Resulü pek, ama pek çok severdi seni. Ve senin ona olan sevgi ve tutkunluğunuysa bilmeyen yok zaten. Nitekim o “Ümmü Ebîhâ” diye çağıracak ve “Babasının Annesi” diye hitap edecekti sana. Onu kaybettikten sonra bir kez olsun yüzünün güldüğünü görmemiştir kimseler senin... Ve onun aramızdan ayrılışından sonra hep ağlaman, düşmanı çileden çıkarmıştı.
Her ne kadar hicretin üçüncü yılında dünyaya geldiysem de hicretten önce de, hicretten sonra da hep gördüm senin neler çektiğini ve nasıl bir “sabır, direnç ve şükür” örneği sergilediğini... Bu nedenle de dedem Resulullah’ın irtihalinden sonra onca yalnız ve garip bir hâlde “Beyt’ül-Ahzân”ına kapanıp duyanın ciğerini kül eden o yakıcı sesinle ağlayıp sızlamana hak veriyorum anne.
Ah... Dedem... Resulullah... Dünyaya gelişim ve onun beni kundaktayken şefkatle sevip okşamaları bile gün gibi aklımdadır hâlâ.
Peygamberlerin en azizi olan dedem senin ilk çocuğunu bir an önce görebilmek için fevkalâde bir iştiyak ve sevgiyle eve koşmuş ve beni kundaklanmış olarak kollarına verdiklerinde hemen mübarek kaşlarını çatarak:
“Bebeği sarı renk kundağa sarmayın dememiş miydim?” diye buyurmuştu.
Dedem Resulullah defalarca tembihlemiş, ama ebeye yardımcı olan kadıncağız unutuvermişti. İşte beni bembeyaz örtüler içinde dedeme vermişlerdi.
Dedem sevincinden öyle gülmüştü ki, bembeyaz dişleri görünmüş ve alnımı, gözlerimi ve dudaklarımı öpücüklere boğarak:
“Allah’ım! demişti. Ben pek sevmekteyim bu bebeği!” Sonra da kulaklarıma ezanla ikame okuyup senden ve babamdan:
— Adını ne koydunuz? diye sormuştu.
Siz:
— Çocuğumuza isim koyma hususunda Allah Resulü’nden öne geçmeyiz asla! diye cevap verince şöyle buyurmuştu:
— Ben de bu hususta Rabb’imden önce geçmem!
Derken Cebrail gelmiş ve Allah Azze ve Celle’nin benim için seçtiği ismi getirmişti: Hasan!
Ve bunun Hz. Harun’un ilk oğlunun İbranîce’deki ismi “Şeber”in Arapça’daki karşılığı olduğunu vurgulamıştı sevgili Cebrail.
Bunları hâlâ unutmuş değilim anne! Hatırladığımda iliklerime kadar hasretle kavruluyorum! Bir hoş olduğum asıl anlar, eşsiz şefkatinle beni sevip okşarken söylediğin maniler ve ninnileri duyduğum anlardı. Hani şöyle derdin:
“Babana benze Hasan’ım, onun gibi ol!
Hakkı kurtar boynundaki ipten.
Rahman Rabb’ime ibadet et daima
Uzak dur daima kin güdenlerden.” [1]
Evet anne... Senin o ruhumu okşayan şiirlerinle ninnilerini unutmayan ben; Rabb’inle halvetlerdeki o münacat ve yakarışlarını unutur muyum hiç?! Hani Rabb’ine yalvarırdın ya:
“Allah’ım! Arşın ve onu yüceltenin hürmetine, vahyin ve onu nazil buyuranın hürmetine, Peygamber’in ve ona vahiy getirenin hürmetine, Kâbe’nin ve onu kuranın hürmetine!
Ey bütün sesleri duyan! Ey bütün kaybedilenleri bulup getirecek olan ve ey mahlukatı öldürdükten sonra diriltecek olan! Muhammed ve Ehl-i Beyt’ine selâm ve salât gönder! Doğudan batıya dünyadaki bütün mümin erkek ve kadınlara ve bu cümleden olmak üzere de bizlere katından yakın zamanda işlerimizde kolaylık ve ferahlık lütfeyle! Şahadet ederim ki bir tek Allah’tan gayrı ilâh yoktur. Muhammed (s.a.a) senin elçin ve kulundur; Allah’ın selâmı ona ve onun pâk ve mutahhar evlâtlarına!” [2]
Veya senin dilinden hiç düşürmediğin şu duan:
“Şükür ve sabır anında, namazda ve zekâtta, geceleri sabaha kadar yapılan zikir ve ibadette, saadet ve berekette, rahmet ve artırmada, nimet ve keramette, farzların edasında, mutlulukta ve kederde, neşede ve gamda, musibette ve belâda, güçlükte ve rahatlıkta, zenginlikte ve fakirlikte; her zamanda, her mekânda ve her durumda hamd ve sena Allah’a mahsustur; O’nu daima tesbih ederim ben...”
Anne... Böylesine bir “Fatıma” olan seni sevmemek elde mi?! Senden nasıl vazgeçer insan?! Hiç unutmam, bir defasında gece namazından sonra fevkalâde ilâhî bir hâlet-i ruhiyeyle duaya koyulmuş, Allah korkusundan titreyerek yakarıp durmuş; ama kendin için veya bizim için bir şey söylememiştin. Sabahleyin dayanamayıp o gece sabaha kadar seni izlediğimi söylemiş ve:
— Anne! demiştim, Neden hep başkaları için dua ettin? Ya kendin? Ya biz?!
Ve sen, gözyaşlarının iz bıraktığı yüzünü bana çevirip:
— Yavrucuğum! Önce komşunun evi, sonra kendi evimiz; önce başkaları, sonra biz! demiştin.
Ve bu, senin hayat parolan, yaşam tarzındı ömrünün sonuna kadar.
Esasen hiç kendini düşünmedin ki sen... Tepeden tırnağa fedakârlık, tepeden tırnağa özveri... En güzel örnektin sen cömertlik ve bağışta...
Ben ve Hüseyin hastalandığımızda babamla sen, iyileşmemiz için üç gün art arda oruç tutmuş ve her üç günde de iftarlıklarınızı başkasına bağışlamıştınız; hatırlıyor musun anne?...
Kardeşim Hüseyin’le ben ateşler içinde yatıyorduk hani... Babamla sen pervaneler misali telâşla etrafımızda dönüyor, bizi iyileştirebilmek için elinizden geleni yapıyordunuz.
O sırada dedem Resulullah bizi görmeye geldi. “Çocukların iyileşmesi hâlinde Allah’a şükür ifadesi olarak bir adakta bulunun, bir şeyler nezredin.” dedi.
Babamla sen:
— Sevgili yavrularımız iyileştikten sonra üç gün art arda oruç tutmayı adıyoruz! dediniz.
Bunun üzerine Hüseyin’le ben yorgun göz kapaklarımızı zorlukla aralayarak:
— Biz de üç gün oruç tutmayı adıyoruz! dedik.
Bunu söylediğimizde dedem Resulullah eğilip her birimize üçer tatlı öpücük kondurdu.
Yaşlı Fizze Hatun da bize katılarak:
— Şu canlarım ciğerlerim iyileşsinler de ben de oruç tutacağım! diye atıldı.
Allah’ın lütfü ve sizin dualarınız sayesinde kardeşimle ben iyileştik. İyileştiğimiz ilk gün adağımızı yerine getirmeye başlayarak niyetlenip oruç tuttuk.
İftar vakti gelip çatmıştı. Babamın camiden dönmesini bekliyorduk, o gelince hep birlikte sofraya oturup iftar edecektik.
Soframızdaki yegâne yiyecek 5 arpa ekmeğinden ibaretti, her birimize bir ekmek... Arpasını babam borç almış, Fizze öğütmüş, sen de tandırda pişirmiştin. Mis gibi kokuyorlardı... Ve bir testi su...
Babam geldiğinde sofraya oturmuş ve elimizi tam ekmeklere uzatacağımız sırada kapı çalınıvermişti:
— Selâm olsun size ey vahiy ailesi! Ey Ehl-i Beyt-i Resulullah! Fakirim, yoksulum. Sofranızdan bana da bir şeyler verin. Allah sizden razı olsun.
Fakir daha sözünü tamamlamadan babamla sen ekmeklerinizi ona vermek üzere aldınız; kardeşimle ben ve nihayet Fizze de aynı şeyi yaptık. Bütün ekmekleri o fakire verip bundan başka yiyeceğimiz yoktur...” diyerek özür de dilediniz.
Suyla iftar edip o gece hepimiz aç midelerle yastığa koyduk başımızı.
Ertesi gün de aynı olay oldu. Tam iftar vakti; bu sefer de bir yetim çalmıştı kapıyı. Beş ekmeğin beşini de ona vermiş ve yine suyla iftar edip yatmıştık.
Üçüncü gün, açlığımıza bir de zaaf geçirmemiz eklenmiş, ama bu bile, bütün ekmeklerimizi, kapıyı çalan esire vermemizi engelleyememişti.
O gece ben ve küçük kardeşim Hüseyin geçirdiğimiz zaafa dayanamayıp bayılmıştık. Senin de hâlin bizden pek farklı değildi aslında.
Gözlerin iyiden iyiye çukura inmiş, açlıktan gözlerinde fer, dizlerinde takat kalmamıştı. Açlığını unutmak için namaza durmuştun uzun uzadıya.
Öteden beri açlığa alışkın olan babamdı bir tek bu durumdan pek etkilenmeyen. Dağlar gibi dimdik ve güçlüydü hâlâ. Ama Hüseyin’le benim açlıktan kendimizden geçmemiz babamı çok üzmüştü.
Bizi o hâlimizle bile mesrur edebilecek tek şey, sevgili dedemiz Resulullah’ı görmek, onun kucağına atılmaktı.
Babamın dedemiz Resulullah’ı görmeye gitmemizi önermesi, küçük Hüseyin’le beni heyecanlandırmaya yetmişti. Neşeyle yerimizden fırlayıp babamızın elinden tutarak dedeme gittik.
Dedem bizim hâlimizi görünce alt üst oldu; gözleri dolmuş, sesi kısılmıştı. Hemen seni sordu; sormakla da yetinmeyip; “Kalkın, eve gidelim” dedi, “Fatıma’m kim bilir ne hâldedir şimdi?!”
Yolda hep Allah’a yakarıyor ve şöyle mırıldanıyordu:
— Allah’ım! Ya Rabb’im! Şahit ol... Bunlar senin rızanı kazanabilmek için neler yapmada, bak... Senin aşkınla kendilerinden geçmiş bunlar ya Rabbi!
Eve geldik. Sen namaz kılmaktaydın hâlâ. Dedem karnının sırtına yapıştığını, açlık ve zaaftan gözlerinin çukura inmiş, dizlerinin titremekte olduğunu görünce, kendisini tutamayıp sana sarıldı, hıçkıra-hıçkıra ağladı. Allah Resulü’nün bu kadar rahatsız olduğu bir anda Cebrail’den başkası gönlünü alamazdı onun. Ve geldi... Ne gelişti o öyle...
Cebrail Peygamber’i selâmlayıp, bu evin halkına Allah Teala tarafından özel bir hediye ve büyük bir müjde getirdiğini söyledi. Bu hediyeyi bizzat getirmiş olmaktan dolayı fevkalâde memnun görünüyordu. Öyle ki, gülüşünün kokusu, bütün evimizi elvan-elvan ıtırlandırmıştı bir anda.
Cebrail’in getirdiği o büyük hediye neydi acaba!
Allah Teala siz “oruçlular”ı ve sizin yüzünüz suyu hürmetine de bizleri övmüştü. Allah’ın bir kulunu övmesinden daha büyük bir hediye düşünülebilir mi? İşte:
“... Şüphesiz ki iyiler (ebrar), cennet pınarlarından doldurulmuş kâfur karışımlı kadehler içerler.
Allah’ın hâlis ve seçkin kullarına mahsus olan bu pınarları onlar, diledikleri zaman diledikleri yerlerde çıkarır, akıtırlar.
Onlar, adaklarını yerine getirirler ve şerri yaygın olup herkesi kaplayan kıyamet gününden korkar ve kendi ihtiyaçları olduğu hâlde yiyeceklerini fakire, yetime ve esire bağışlarlar (ve şöyle derler):
‘Biz, sadece ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak için fedakârlıkta bulunuyoruz ve sizden hiçbir karşılık ve teşekkür de beklemiyoruz.
Biz, asık suratlı ve pek zor gün olan o kıyamet gününden ötürü Rabb’imizden korkmaktayız.’
Allah da onları böyle bir günün şerrinden korumuş ve onlara parıltılı bir aydınlık ve sevinç vermiştir.
Ve onları sabretmeleri dolaysıyla cennetle ve ipekle ödüllendirmiştir.
Orada tahtlar üzerinde yaslanıp dayanırlar. Onlar orada ne yakıcı bir güneş ve ne de dondurucu bir soğuk görürler.
Meyvelerin gölgeleri onlara pek yakın ve devşirilmeleri kolaylaştırıldıkça kolaylaştırılmıştır.
Çevrelerinde gümüşten billur kaplar, kupalar dolaştırılır.
Gümüşten billur kaplar ki, onları belli bir ölçüyle takdir etmişlerdir.
Orada onlara bir kadeh içirilir ki, karışımı zencefildir.
Bir pınar ki, orda “selsebil” olarak adlandırılır.
Çevrelerinde gençlikleri ve dinçlikleri ebedî kılınmış civanlar dolaşır durur; onları gördüğün zaman saçılmış birer inci sanırsın.
Nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk görürsün.
Üzerlerinde hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle bezenmişlerdir. Ve Rableri onlara tertemiz bir şarap içirmiştir (ve şöyle demiştir):
‘Şüphesiz, bu sizin için bir mükâfattır. Sizin (Allah yolunda) zorluklara katlanıp çaba harcamanız şükre değer, meşkur ve makbul görülmüştür.’...”[3]
Bütün bunlar senin yüzünün suyu hürmetine bize ulaşan ilâhî bereketlerdi anne... Çocuklarımıza ulaşacak bereketlerin de hayır vesilesi yine sensin, sen...
Sen anne... Nübüvvetin kızı, velâyetin eşi ve imametin annesisin...
Ve biz bugün, böylesine bir azamet ve büyüklüğü kaybediyoruz artık. Bir tek biz değil, bütün kâinat mateme boğulmuş durumda bugün. Gök ansızın yarılıp tepemize inse, dağlar keder ve üzüntüden ansızın parçalanıp tuzla buz olsa, hiç şaşılmaz bugün.
Sana ağlamamak elde mi anne?!
Senin öksüzün olanların ağlamaması mümkün mü anne?!
Dedem Resulullah’ın (s.a.a) irtihalinde matemler içinde okuduğun o yanık şiirlerini çağrıştırıyorsun şimdi gidişinle:
“Böyle bir dert hiç gelmemişti başa
Kalbim durur herhâlde, bu elemle baba!
Dertlerim artmakta vallahi günbegün
Gözyaşlarım durmaz, hep ağlarım sana baba!