Kur'an-i Kerim

İbrahim Suresinin Tefsiri

Cumartesi, 18 Ocak 2014 19:46
Ayetullah Cevadi AMULİ

KAFİRLERİN TEHDİDİ KARŞISINDA

 PEYGAMBERLERİN DİRENİŞİ

 

"Küfre sapanlar, peygamberlerine dediler ki: Hiç tartışmasız sizi kendi toprağımızdan süreceğiz ya da dinimize geri döneceksiniz... Böylelikle Rableri kendilerine vahyetti ki: Hiç şüphesiz, biz, zulmedenleri helak edeceğiz."

"Ve onlardan sonra sizi o arza mutlaka yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan ve tahdidden korkana ait (bir ayrıcalık)tır."

"(Peygamberler) Fetih istediler; (sonunda) her inatçı zorba bozguna uğrayıp, yokoldu gitti."

"Böylesinin önünde Cehennem vardır ve orada (ona) irinli su içirilecektir."

"Yutkunmaya çabalayacak ve boğazından geçirmeyi başaramayacak, ona her taraftan ölüm gelecek ama (o) ölmeyecek de. Ardından daha da katı bir azab olacak."

"Rablerine küfredenlerin durumu şudur: Onların yaptıkları, fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu bir kül gibidir. Kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremezler. İşte uzak bir sapıklık (içinde olmak) budur." (İbrahim/13-18)

Bu surede şimdiye kadar, peygamber ve kitab göndermenin hedefinin insanları karanlıklardan nura ulaştırmak olduğu açıklanmıştır. İster inanç, ister ahlak ve isterse amel açısından olsun hepsi de birdir. Zira kötü inanç, kötü ahlak ve kötü davranışların tümü, karanlıktır, sapıklıktır. İyi inanç, iyi ahlak ve iyi davranışlarsa, nurdur. Peygamberler, insanlara Allah'ın gönderdiği dini açıkladıktan sonra, bir grup daveti kabul ederek mü'min oldu; başka bir grupsa, isyankar davranarak ve daveti de kabul etmeyerek: "Sizi resul  ünvanıyla  tanımıyoruz ve bizi kendisine çağırdığınız «yaratıcı» hakkında da şüphe içerisindeyiz", dediler. Bu sözlerinde de görüldüğü gibi, gerçekte, o asırdaki isyankarlar ve kafirler, Allah'ın varlığından şüphe ettikleri için ilahi elçileri inkar etmekteydiler.

Bunlara karşı elçilerin cevapları şu oldu: Allah hakkında şüphe edemezsiniz! Çünkü alemdeki bütün varlıkları O yaratmıştır. "O gökleri ve yerleri yaratan Allah hakkında mı şüphe etmektesiniz?" (İbrahim/10). O halde şüpheniz yersizdir. Çünkü, yaratıcı olan Allah, yarattığı alemi başı boş ve programsız bırakmamış olduğundan gelişmeniz ve terbiyeniz için programlar belirlemiştir. İşte o programı biz size getirdik.

Bu aşamadan sonra kafirler konuşmalarını delil ve istidlal sahasından çıkararak tehditlere başladılar. İlahi elçiler, onların tehditlerine karşı tavır alarak şöyle dediler: "Ve elbette bize yapmakta olduğunuz işkencelere karşı sabredeceğiz." (İbrahim/12). Sizin her çeşit işkencenize karşı sabredeceğiz; bizim dayanağımız Allah'tır.

Bu tartışmalarda, bir yandan ilahi elçilere karşı kafirlerin açık tehdidi, diğer yandansa peygamberlere ulaşan, Allah'ın gaybi yardımları sözkonusudur. Kafirlerin ilahi elçilere karşı düşmanca tavırları karşısında, nebilerin gaybi yardımlar ışığında direnmelerinin sonucu, nebilerin zafere ulaşmaları ve kafirlerinse yenilgiye uğraması olmuştur.

Kafirler, elçilere şöyle dediler: "Hiç tartışmasız sizi, kendi toprağımızdan süreceğiz ya da dinimize geri döneceksiniz." (İbrahim/13) Biz, sizi vatanımızdan çıkaracağız. Çünkü bu topraklar bizimdir. Ya bizim inaçlarımızı kabul edeceksiniz veya bu bölgeyi terkedeceksiniz. Ya da değişecek ve kültürümüze-dinimize boyun eğerek katılacaksınız. Aksi takdirde sizi  topraklarımızdan dışarı çıkaracağız. Eğer bu topraklarda kalmak istiyorsanız, bizim dinimiz üzere bulunmanız gerekmektedir.

Ayette geçen "Leteudünne", onların dinine dönmesi anlamına değildir. Zira nebiler, hiçbir zaman tağutların dinine girmemişlerdir ki, o dine tekrar dönüş yapsınlar. "Teudünne ila milletina" cümlesinde olduğu gibi, ayette "ila" edatı kullanılmış olsaydı, önceden tağutların dinlerini kabul etmiş olmaları ve daha sonra da bu dinden uzaklaşmaları nedeniyle kafirler, nebilere, tekrar önceki dinlerine dönmeleri için ısrar ediyorlar gibi yanlış bir anlam oluşurdu. Bilakis, "Le teudünne fi milletina" buyurulmuştur; yani, bize dönün ta ki sizde bir değişiklik olsun, ilk defa olsa da ülkümüze katılın.

"Sizi topraklarımızdan çıkaracağız" tehdidi sadece nebilere olmayıp, başka ayetlerde de açıklandığı gibi, nebilerin takipçilerini de kapsamaktadır. Bu konu şu ayette çok güzel bir şekilde açıklanmıştır: "Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler) dediler: Ey Şuayb! Seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz."  (Araf/88)

Müstekbirler, yalnızca peygamberleri şehirden atmak istemiyorlardı. Onların ashablarını ve onlara iman edenleri de bu ültimatomla tehdid ediyorlardı; bu tehdid karşısında iki durum sözkonusuydu: Ya onların batıl inaçlarını kabuledecekler veya yaşadıkları toprakları terkedecekler. "Böylelikle Rableri onlara vahyetti ki..." ayetinde belirtildiği üzere yüce Allah, elçilerine ümit ve müjde vererek şu iki işi yapacağını buyurmaktadır: "Hiç şüphesiz, Biz, zulmedenleri helak edeceğiz". Burada, "lam" ve "şeddeli nun" harfleri kesinlik ifade etmektedir. Yani, kesinlikle zulmedenleri helak edeceğiz. Onları yokedip helak ettikten sonra, sizi o arza mutlaka yerleştireceğiz.

Yeryüzünü kendilerinin olduğunu sananlara karşı, Allah şöyle buyuruyor: Yeryüzü kesinlikle bizim'dir. Biz zulmedenlerden ileri gelenleri helak edeceğiz. İşkence görenleriyse, zulmedenlerin yerine geçireceğiz.

Öyleyse, bu zaferin şartı nedir? Zalimleri helak etmenin ve mazlumların, zulmedenlerin yerine yerleştirilmesinin şartı nedir?.. Bunun şartı şudur: "İşte bu makamımdan korkana ve tehdidden korkana ait (bir ayrıcalık)tır."

Yaratılış ve ahirete iman eden ve zulmedenlerin zulmüne sabredenler, sonunda zafere ulaşacaktır. "Tehdidimden korkanlar", yani kıyametimden, azabımdan, alemleri yöneten makamımdan ve ahiretten korkanlar, işte bunlar, sonunda yeryüzünün hükumetine mirasçı olurlar.

A'raf suresinde, Hz. Musa'nın, Fir'avn'nun karşısındaki tavrı şöyle anlatılmaktadır: "Musa kavmine şöyle dedi: "Allah'tan yardım dileyin ve sabredin" (A'raf/138). Çünkü, Allah'tan başka hiçbir güç size yardım edemez. Eğer bu inkılabımızın meyvesine ulaşmak istiyorsanız, Allah'tan başka hiçbir güçten yardım istemeyin.

Mübarek Hamd Suresi'ndeki (ne doğu ne batı ilkesini belirleyen sure) şu ayeti gece-gündüz birçok defa okuyoruz: "Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz."

Burada "iyyake" mefuldür (tümleçtir). Arabca'da, bir nükte olmazsa mef'ulün fiilden sonra gelmesi lazımdır. Yani, "na'buduke" (sana ibadet ederiz) ve "nesteinuke" (senden yardım isteriz) denmesi gerekir. Ancak, bu şekilde, "yalnızca Allah'a ibadet edildiği ve yalnızca O'ndan yardım istendiği" manası anlaşılmaz. Ama mef'ulü öne geçirerek, "iyyake na'budu" dediğimizde, "yalnızca sana ibadet ederiz" anlamı çıkar ki, bu da "Tevhid-i İbadi"dir. "İyyake nestain" dediğimizde de, "senden başka hiç kimseden ve senden başka hiçbir güçten yardım istemiyoruz" anlamını verir ki, bu da "Tevhid-i Ubudi"dir.

Zorluk anında başkasından (kafirden) yardım isteyen, muvahhid değildir. Zira, tevhid-i ibadide, yalnızca Allah'a tapmak ve tevhid-i ubudide de, yalnızca O'nun yardım edebileceğine inanarak O'ndan yardım dilemek gerekir.

"Yalnızca senden yardım dileriz" ile "senden yardım dileriz" arasında fark vardır. Eğer bir kimse, Allah'tan başkasından yardım isterse, tevhidi sınırdan çıkmıştır. Niçin Hz. Musa; "Allah'tan yardım dileyin ve sabredin" demiştir? Zira "gerçek şu ki, arz Allah'ındır", tağutların değil. "Ona kullarından dilediğini mirasçı eder". Allah'ın kulları arasında bu liyakata sahip olan kimseler, yeryüzünün mirasçısıdır. "En güzel sonuç muttakiler için" (A'raf/138) olduğuna göre bu mirasa, mebde (yaratıcının Allah olduğu) ve mead (ahiret) inancında takva üzere olan kimseler ulaşacaktır.

Bütün peygamberlerin risaletinin temelini, mebde ve mead inancı oluşturmaktadır. Kur'an'da şöyle buyruluyor: "...Makamımdan ve tahdidden korkana ait (bir ayrıcalık)tır". Yani, zafere ulaşan o grup, mebde'nin (yaratıcının) buyruğuyla mead'a ulaşmış olanlardır. Zira mebde ve meada inanmak, zafer ortamının hazırlanmasına sebeptir.

Halbuki, Allah'a düşman olan bütün güçler, peygamberlerin ve mü'minlerin aleyhinde seferber olmuşlardır. "(Peygamberler) fetih istediler". Yani zafer ve fetih bekliyorlardı. Ayrıca, "(Sonunda) her zorba inatcı bozguna uğrayıp-yokolup gitti". Yani bütün kinci ve inatcı zorbalar, zarar ve ziyana uğratılmakla kuşatılmıştır. Muvahhid mutlaka zafere ulaşır; inatçı ve isyankar zorbaysa, mutlaka mağlubiyete mahkumdur.

Nakledildiğine göre, Velid b. Abdulmelik günah işlemek için Kur'an bulunan bir odaya girdi. Kur'an'ı açtığında karşısına şu ayet çıktı: "(Sonunda) Her zorba inatçı bozguna uğrayacaktır." Bunun üzerine Velid, Kur'an'ı oklamaya başladı ve şu manaya gelen bir şiiri mırıldandı: "Ben seni parça parça ettim. Eğer Kıyamet varsa! orada Rabbinin huzurunda, Velid beni ok yağmuruna tuttu dersin."

Bir gün Beni Ümeyye (Emeviler) Kur'an'ı mızrakların ucuna bağlatarak, Kur'an aramızda hakem olsun, dediler; fakat halkın gözünden uzaklaşınca Kur'an'ı ok yağmuruna tuttular.

Zaferin kilit noktasını açıklayan nebilerin çabaları da bu yöndeydi. "Hz. Musa, kavmine, Allah'tan yardım dileyin ve sabredin. Gerçek şu ki, arz Allah'ındır. Ona kullarından dilediğini mirascı eder. En güzel sonuç takva sahipleri içindir dedi." (A'raf/138) Bütün nebilerin ve peygamberlerin sözü, özetle bundan başka bir şey değildi. Allah, bunların hepsine şöyle buyurmuştur: "(Bu) Makamımdan korkana ve tehdidimden korkana ait (bir ayrıcalık)tir". Bu zafer, Allah'ın hükümranlık makamından, tehdidinden ve kıyametten korkan bir kimseye aittir. Zorbacı, kinci olansa zarar görmekte ve yokolmaktadır. Dünyada helak olduğu gibi, ahirette de azaba maruz kalacaktır. bunun için mesele sadece dünyevi değildir.

"Böylesinin önünde cehennem vardır ve orada irinli sudan içirilecektir." O, cehennemde susadığı zaman, dünyadayken mazlumların kanını vampir gibi emdiği için, cehennem sakisi, ona kan ve irinli su verecektir. "Yutkunmaya çabalayacak ve boğazından geçirmeyi başaramayacak." O susamıştır, su içmek istiyor; irinli sudan yudum yudum içiyor ama bir türlü susuzluğu gitmiyor. Çünkü, susayanın susuzluğunu su giderir, irin değil. O, irini içmeye mecburdur ve ondan asla doymak bilmeyecek. "Ona her yandan ölüm gelecek, oysa ölmeyecek de". Ölümüne sebep olan şeyler her taraftan ona saldıracak. O, cehennemde her açıdan azab içindedir; her yandan öldürücü şeyler ona saldırmakta ama o, ölmemektedir. Eğer ölse kurtulacaktır, ama azabı görmesi için ölmeyecektir. Ne lezzetli bir hayatı var, ve ne de ölüyor ki, bu ilahi azabtan kurtulsun.

Bu konu Kur'an'ın diğer bölümlerinde şöyle yer almaktadır:

"Sonra onun içerisinde, o ne ölür, ne de yaşar." (Ahzab/13) Yani ölmüyor ki, ilahi azabtan kurtulsun; artık onun, ilahi azabla karışık bir hayatı vardır ve asla azabları hafifletilmez. Burada aklımıza şöyle bir soru gelebilir; kafirlerin, bu dünyada yaptıkları hayırlı işlerinin, öteki alemde onlara hiçbir faydası olmayacak mı?

Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyruluyor: "Kafirlerin, düyada yaptığı amellerden dolayı hiçbir nasibi yoktur." (İbrahim/18) Çünkü, ameller, Allah için ve Allah'ın emri doğrultusunda olmazsa, batıldır. "Rablerine küfredenlerin durumu şudur: Onların yaptıkları, fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu bir kül gibidir." (İbrahim/18) Zira onlar, Allah'tan başkasına, mesela; şehvetlerine, heva-heveslerine uyarak belli bir makam, mevki ve şöhret elde etmek için amel etmişlerdir. Halbuki, bunların hepsini elde etmek için amel etmek batıldır. Muhakkak ki, hak ortaya çıkınca, batıl yokolur.

Kıyamet günü, hakkın zuhur günüdür. O gün, batıl yok olacak, hak ortaya çıkacaktır. Eğer bir kimse, başkalarının görmesi için iş yapmışsa ve ondan zevk almışsa bu, "riya"dır. Yok eğer bir kimse başkalarına duyurmak için bir iş yapmışsa ve ondan lezzet almışsa bu da, "sum'a"dır. Bunların her ikisi de "gizli şirk"tir. Nitekim mübarek Ramazan ayı'nın seher dualarında şöyle yeralmaktadır: "Ey Allah'ım! Bize, işlerimizi riya ve sum'a ile yapmama tevfiki ihsan eyle". Çünkü her ikisi de gizli şirktir. Sonuçta kafirlerin kıyamette faydalanabilecekleri hiçbir işleri olmayacaktır. Çünkü kafirlerin bu dünyada yaptıkları bütün ameller batıl olup hepsi de boşa çıkacaktır.

Yarın bütün hakikatler ortaya çıktığında, mecaz üzere amel eden yolcu utanır. Onların işleri hak olmadığından, yarın utanacaklardır. Davranışları da, şiddetli esen rüzgaralar karşısındaki küller gibidir. "Kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremezler". Biriktirdikleri şeylerden hiçbir fayda görmeyeceklerdir. Çünkü batıl için çalışmışlardır ve kıyamet gününde batılın hiçbir etkisi yoktur.

Kur'an'ın başka bir ayetinde şöyle buyruluyor: "Onların yapmakta oldukları her işin önüne geçtik. Böylece savurulmuş toz zerreleri kılıverdik". (Furkan/23) O gün, onların amelleri kül zerreleri gibidir ve o amellerden hiçbir fayda görmeyecekleri de açıktır. Zira amelleri batıldır.

Dünya salt hak değildir. Batılın orada güçü olmamasına rağmen, hak ile karıştığından dolayı hayel ve evham merhalesinde batıldan yardım alabilmektedir. Oysa Kıyamet, hakkın zuhur günüdür. O gün hakkın dışında hişbir şey yoktur. "Hiç şüphesiz (Allah) onu yeniden döndürmeye güç yetirendir." (Tarık/8) Bu günde hiçbir gizli ve saklı şey kalmayacaktır. O günde "Onların apaçık orataya çıktıkları gün onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmıyacaktır." (Ğafir/16) Evet, hiçbir şeyi gizleyemezler. Binaenaleyh, kafirlerin amelleri batıl olduğundan, o günde hiçbir kazançları yoktur.

Kur'an'ın diğer bazı ayetlerinde:

"Biz, kafirler için ölçü ve tartı kılmadık. Onların dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmiştir." buyrulmuştur (Kehf/104). Yani dünyada yaptıkları işleri ahirette göremeyeceklerdir. Çükü işlerini batıl için yapmışlardır; ahiretteyse batılın yeri yoktur. "Kendilerini, gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar." (Kehf/104). Evet, bunlar işlerinin iyi olduğunu düşünürler. Halbuki işleri batıldır ve kıyamette kaybolacaktır.

"İşte onlar, Rabblerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkar edenlerdir. Artık onların yaptıkları ve ettikleri boşa çıkmıştır. Kıyamet Günü'nde onlar için bir tartı tutmayacağız." (Kehf/105) Bunlar için kıyamette ölçü ve tartı diye birşey yoktur. Çünkü ölçü ve tartı, bir eşyası olan için kurulur. Kıyamet Günü'nde, hakkın ve hakikatlerin ölçülmesi için terazi kurulacaktır. Hiçbir hakka sahib olmayan, işleri boş ve salt batıl olan için terazi kurulmayacaktır.

Amelleri tartılan kimsenin, iyi amelleri veya kötü amellerle karışık kötü amelleri vardır. Ama bir kimsenin hiçbir iyi ameli yoksa, onun için tartı sözkonusu değildir. Zira o, ne bu nizamın yaratıcısına ve yaratılışın hedefi olan kıyamete ve ne de ilahi elçilerin önderliğine inanmıştır. Yalnızca topraktan geldiğine ve yine toprağa gideceğine ve yok olacağına inanmaktadır. Ne yaratıcıya, ne Hesab Günü'ne ve ne de kıyametteki ceza ve mükafata inanmaktadır. Eğer bir iş yaptıysa da heva ve hevesi için yaptığından dolayı batıldır.

Böyle bir kimsenin, hakkın zuhuru ve tecellisi olan kıyamete kendisiyle götürebileceği hiçbir şeyi yoktur. Yani bunlar tamamen batıldırlar. Onlar için kıyamette hiçbir tartı ve ölçü sözkonusu değildir.

 

Yeni Makale ve Video öğeleri

Yeni Kitaplar