Düşünürler Kur’an’ın mucizeleri hakkında birçok meseleyi gündeme getirmiş ve bunları farklı boyutlarda incelemişlerdir. Tabi konu hakkında farklı görüşler de vardır.
Selefler bir şekilde düşünmüş halefler başka bir şekilde düşünüp seleflerin beyanlarına yeni şeyler ilave etmişlerdir. Aşağıda Kur’an’ın mucizeleri hakkında öne sürülen farklı görüşlere değineceğiz.
1-Arap edipler ve uzman edebiyatçılar Kur’an’ın yüce belagat ve fesahate sahip olmasından dolayı mucize olduğunu söylemişlerdir. Kur’an’da kullanılan kelimelerin açık ve akıcı bir anlatıma sahip olması, kelimelerin titizlikle seçilmesi ve kelimelerin kendi münasip yerlerinde kullanılması güzel bir terkip meydan getirmiş. Böylece kelimeler arasında var olan ahenk, bir örgü ağı oluşturmuş ve baştanbaşa her ayet ve sure birbirinden ayrılmayan bir düzenin habercisi olmuştur. Bütün bunlar, bu ilahi sözün güç ve kudretine delalet etmektedir. Buna ilave olarak seçilmiş kelimelerin yerlerinin değiştirilmesi imkânsızdır. Bu ilim ve edebiyat öncülerinin beyan ettikleri bir sırdır. Diyorlar ki: Kur’an kelimelerinden herhangi biri alınıp bunun yerine başka bir kelime yerleştirilmek için bütün Arap lüğatı aransa bile bunun yerini alacak bir kelime bulunamaz. Zira bu kelimeyle mana, muhteva, Ahenk ve uyum açısından bir olan herhangi bir kelime bulunmaz. Bu insan kudretinin dışında olan bir titizliğin her cümle için seçilen kelimelere ve her ayet için seçilen cümlelere, gösterildiğini sergiler. Zira böyle seçilmiş kelimelere ve cümlelere titizlikle riayet etmek bilfiil zihnin huzuruna ve kâmil ihataya gereksinim duymaktadır. İnsan her ne kadar kelimelerin özelliklerini tanımada uzman olsa da daimi zihni huzura ve kâmil bir ihataya sahip olamaz. Kesinlikle –her ne kadar yetenekli ve uzman olsa da- hataya düçar olur ve kullandığı kelimeler veya cümleler yüzünden küçük düşürülür. Zira bu gibi durumlar hatipler ve edipler arasında görülen bir vakıadır. Lakin Kur’an – geniş bir zaman zarfında nazil olmakla birlikte- düzenli ve muhkem kelami güç ve kudrete sahiptir.
Kur’an kelimelerinin seçimi ve düzeni hakkında şöyle denilmiştir:
”Eğer Kur’an ayetleri içinde bir kelime alınıp -cümleye uygun olacak şekilde- bunun benzeri tüm Arapçada bulunmaya çalışılırsa yine de bulunmaz”
2- Kur’an’ın anlatım üslubu ve düzen tekniği, cümle yapısı ve lafızların ahengi ne geçmişte ne de gelecekte eşi benzeri olmayan yeni bir kalıp, form ve üslupla Araplara sunulmuştur. Bu tür bir nazım ve cümle yapısı yeni olmasına rağmen Arap edebiyatının üslubundan uzak değildi. Arap edipler arasında yaygın olan edebi türler şiir, nesir veya seciydi ki bunların her birinin kendince üstünlük ve eksiklikleri vardı.
Şiirin ayrıcalığı kalplerin derinliklerini etkisi altına alıp cezp etmesidir. Lakin kafiye düzeni ve vezne riayet etmek söz sahibinin özgürlüğünü sınırlar. Nesrin ayrıcalığı söz sahibinin özgür olmasındandır. Zira isteğine uygun bildiği her türlü kelime ve tabirleri özgürce seçip kullanabilir. Ama şiir gibi cazip değildir. Seci her ne kadar zahiri itibariyle güzel ve söz söylemede bir çeşit sanat gösterisi sayılıyorsa da tekellüf, zorluğu ve özellikle uygun olmayan kelimelerin kullanımı onun güzelliğinden eksiltir.
Kur’an bu üç edebi sanatı bir araya toplamış ve bunların güzelliklerini alıp eksikliklerini atmıştır. Bu, Kur’an’ı yöntemin özgünlüğündendir. Yani Kur’an şiirin çekiciliğine, nesrin kayıtsızlığına ve secinin tekellüfü olmadan bunların tüm güzelliklerine sahiptir. Bu ilginç özellikler ilk günden beri Arap edipleri için aşikârdı.
Önceden adlarını andığımız Şeyh Abdulkahir Curcani, Sekkaki, Ragıp İsfahani ve diğer büyük Arap edipleri gibi birçok ilim ve edebiyat öncüsü Kur’an mucizelerinin en yüce boyutunu bu olduğunu söylemişlerdir. Örneğin Velid diyor ki:
”Muhakkak ki onda bir tatlılık vardır… O yücedir ondan yücesi yoktur.”
3- Sonradan gelenler seleflerin mezkür beyanlarına ilave olarak Kur’an’ın düzen ve yönteminin cana mutluluk veren bir ahenge ve her kelime harflerinin aynı cümledeki kelimelerin harflerine oranla uyum içinde olduğunu gösteren vezinli ahenklere ve makamlara sahip olduğunu söylemişlerdir. Yani şiirin bütün cazip türleri bu seci nesirde aşikârdır.
Kur’an’ın uzun ve kısa cümle yapıları öyle bir şekilde düzenlemiştir ki müzikal ağız ve makamlarla uyum içindedir. Kari ve Kur’an’ın tilavet edicisi ses makamlarıyla aşina olmazsa Kur’an’ın cümle yapısını olduğu gibi tilavet edemez. Bu Peygamber efendimizin ilk günden kendisine işaret ettiği, hidayet İmamlarının tekit ettiği ve bugünün insanın iyice derk ettiği bir hakikattir.[1]
4- Hepsinden önemlisi Kur’an’ın, o güne kadar beşerin elde etmekten aciz olduğu ve hiç kimsenin düşünemediği yüce maariflerinin ve hikmetli öğretileri içermesidir. Nitekim Kur’an’ın titizliği ve dikkati beşeriyet için emsalsizdir. Zira varlık âleminin ve vücudun sırrı, cemal ve celal sıfatlarının marifetinde bunların şerhi, âlemin ve insanlığın yaratılış nedeni, insanın batınında gizli olan ilahi emanet, insanın nereden gelip nereye gideceği, nihai ve son hedefin ne olduğu… Gibi konular o güne kadar Kur’an’ın açıkladığı kadar aşikâr değildi. Kur’an nazil olduktan sonra insanlar için Kur’an öğretileriyle bu hakikatlere ulaşma yolu açıldı.
Kur’an tarafından öne sürülen bu hakikatler mucizenin en üstün boyutunu göstermektedir. Kısaca o günün insanının sistematikleşmemiş düşünceleriyle Kur’an’ımaarifler ve bugünün ilahiyatçılarının paradokslu sözleri karşılaştırıldığında Kur’an öğretilerinin üstünlüğü ve onun mucize oluşu çok güzel bir şekilde açıkça görülür.[2]
5- Aynı şekilde Kur’an’ın sunduğu kapsayıcı ameli desturlar ve hükümler insan için hayatın saadetini, toplumun ilerlemesini ve insanın Allah ve madde âlemi dışındaki tinsel âlemle sağlam bir ilişkiye sahip olmasını sağlar.
İnsan bu âlemde kendi maslahatı için çalışır ve toplumun maslahatını da gözetmek zorunda kalır. Zira diğer insanlarla ortak bir hayatı vardır ve kominel bir şekilde hayatını devam ettirir. Toplumun maslahatını görmemezlikten gelip sadece kendi maslahatını düşünemez. Toplumsal hayat kesinlikle riayet edilmesi gereken ve bunun da kanunla mümkün olduğu karşılıklı bir hayattır.
İnsan eliyle konulan kanunlar sadece ferdi ve toplumsal hayatı düzenlemek için vardır. İnsanların görevlerini yerine getirmesi ve birbirilerine haksızlık veya zulüm etmemeleri için toplumsal ve ferdi maslahatın sınırlarını belirler. Lakin insanın hayatta üçüncü bir bağlığı daha vardır. O da Allah ve diğer âlemle olan irtibatıdır. Bu irtibat -eğer sağlam olursa- onun ifrat ve tefrite gitmesini engeller ve hayatını tamamen mutedil kılar.
"قَدْ جَاءكُم مِّنَ اللّهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُّبِينٌ يَهْدِي بِهِ اللّهُ مَنِ اتَّبَعَ رِضْوَانَهُ سُبُلَ السَّلاَمِ وَيُخْرِجُهُم مِّنِ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ بِإِذْنِهِ وَيَهْدِيهِمْ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ" “İşte size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap (Kur’an) gelmiştir. Allah, onunla rızası peşinde olanları selâmet yollarına iletir ve onları izniyle, karanlıklardan aydınlığa çıkarıp kendilerini dosdoğru bir yola iletir.”[3]
Zira İslam ve Kur’an’ın sunduğu bütün ilahi ahkâm ve kanunlar üç boyutludur. Yani bu ahkâm ve kanunlarda toplumun ve ferdin maslahatıyla birlikte insanın Allah ve maneviyat ile olan irtibatına – ki insanın kerametinin korunmasıdır- riayet edilmiştir. Kur’an bu hayatta mesut olmakla birlikte insanın ebedi ve uhrevi saadetini de temin etmeye çalışır. Hâlbuki ilahi olmayan medeni kanunlar her ne kadar saf ve inhirafa götürücü yönelimlere sahip olmasa da insan hayatının üçüncü boyutundan arîdir. İlahi kanunların üç boyutlu olması bunun mucize ve beşer ötesi oluşunu gösterir.[4]
6- Kur’an’ın istidlal yöntemi has özelliklere sahiptir ki bunu Kur’an mucizelerinden biri ve burhan ve hitabe yöntemlerini bir araya getiren metot sayabiliriz. Aslında bu iki yöntem birbirine zıttır. Zira burhani istidlal yakini mukaddimelere (fitriyat ve bedihiyat) bağlıdır. Bu yöntem belli bazı insanlara bir şeyi kesin ispatlamak için kullanılır. Lakin hitabe yöntemi sanısal mukaddimelere (meşurat ve makulat) bağlı olup halkın genelinin ikna etmek için kullanılır. Kur’an, dış görünüş itibariyle birbirine zıt olan bu iki yöntemi bir araya getirmiş istidlallerini ve konularını açıklamak için iki gurubu da muhatap kılmıştır. Böylelikle bir sözle hem havası hem de halkın genelini hedef edinmiştir. Zira Kur’an’ın istidlalleri sade beyanlara sahip olmakla beraber derinlemesine bir incelemeyi de gerektirir. Avam halk akli istidlallerin sırlarından haberdar değillerdir. Bu yüzden sade zahirle yetinip kabul ederler. Lakin bazı insanlar Kur’an’ın ince ayrıntılarına dikkat edip kullanılan sırlardan yararlanırlar.
Meşhur filozof Endülüslü İbni Rüşt’ün vatanında yazdığı çok değerli kitabı El- Keşful An Menahicil Edille’de bu konu hakkında açık bir misal getirmiş ve demiştir ki: “Kur’an, Hakk Teala’nın zatını tanıtmak için onu nura benzetmiştir: “اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ” “Allah, göklerin ve yerin nurudur.”[5] Ki dünyayı aydınlatır ve kuşatır. Her şey onun vesilesiyle ayan olur. Hakk Teala’nın zatını tanıtmak ve onun varlık âlemindeki yerini belirtmek için benzetmenin bu kadarı avam halkı ikna etmek için yeterlidir. Aynı zamanda bu benzetme Hakk Teala’nın zatı için o kadar dakiktir ki gayri mahsusun mahsusa benzetilmesinde en dakik benzetme sayılır. Bu teşbih Hakk Teala’nın zatının bütün özelliklerini göstermektedir.
Hakkın zatı vacib- el vücuddur. Onun vücudu zatının aynısıdır ve zatının hakikati vücududur. Bütün mevcudatın vücudu ondandır. Onun varlığı ve vücudu herkes için aşikâr ve zahir olmakla birlikte zatının hakikati sonsuz derecede hafi ve herkesten gizlidir.
Eğer madde âleminde bu özelliklerin aynısına sahip bir şey bulmak istersek nurdan başka bir örnek getiremeyiz. Onun şuası bütün varlığı kapsamış ve her şeyi ayan kılmıştır. Zira her şey nurla ayandır. Lakin nurun ayan olması zatındandır. Nurun hakikati bilinmemektedir. Ama parlaklığı ve vücudsal eseri herkes için aşikâr ve hüveydadır. Filozoflardan kim Hakk Teala’nın zatını tanıtmak için misal getirmek isterse Kur’an’ın bu benzetmesinden daha iyi bir örnek getiremez.”
7- Kur’an’da zikredilen gaybi haberler Kur’an mucizelerinden bir kısmını teşkil eder. Bunlar geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek olmak üzere üç zamanı da kapsar.
A- Geçmişten Haber Verme: Selef Enbiyanın ve tarih içindeki birçok ümmetin geçmişi eski kitaplarda az buçuk zikredilmiş ve halk arasında tamamen tahrif olmuş efsaneler gibi anlatılmıştır. Hz. Nuh’un hayatı ve tufan hadisesi hakkında Kur’an’da deniliyor ki: “تِلْكَ مِنْ أَنبَاء الْغَيْبِ نُوحِيهَا إِلَيْكَ مَا كُنتَ تَعْلَمُهَا أَنتَ وَلاَ قَوْمُكَ مِن قَبْلِ هَـذَا”
“İşte bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun, ne de kavmin.”[6]
Hz. Nuh’un hayatı ve tufan olayı eski yazılarda özellikle Tevratta geniş bir şekilde zikredilmiştir. Lakin Kur’an’da olduğu gibi saf ve inhiraftan uzak olamamıştır.
Hz. Yusuf hakkında da buyuruyor ki: “ذَلِكَ مِنْ أَنبَاء الْغَيْبِ نُوحِيهِ إِلَيْكَ” “İşte bu (kıssa), gayb haberlerindendir. Onu sana biz vahiy yolu ile bildiriyoruz.”[7] Hz. Yusuf’un olayı Tevratta geniş bir şekilde açıklanmıştır. Lakin bu Kur’an’ın beyanı gibi Sadık ve doğru değildir. Aynı şekilde Musa, Harun, Beni İsrail, Firavun, Meryem ve Zekeriya hakkında Allah’ın peygamberlerinin ve velilerinin makamlarının kutsiyetinin korunması ve nakilde emanetin göstergesi olan bu gibi tabirler kullanılmıştır. Ama Tevratta asla bu boyuta riayet edilmemiştir. Hatta bunun aksine onların yüce makamları aşağıya çekilmiştir.
B- Şimdiki Zamandan Haber Verme: Kur’an, münafıkların, işbirlikçilerinin, müşriklerin ve Yahudilerin hile ve desiseleri üstündeki perdeyi açmış ve onları rüsva etmiştir. Bu gibi gaybi haberleri dillendiren ayetler Kur’an’da çok fazladır.[8]
C- Gelecek Hakkında Haber Verme: Yakın ve uzak gelecek zaman hakkında vaki olacak hadiseleri haber vermektir. Özellikle Kur’an’ın gaybi haberlerinin müşahede edilmesi için yakın gelecek zamanda vaki olacak olayları bildirmektir. Örneğin İslamın yayılması, galibiyetler, fetihler ve düşmanın yenilgisi ve yok oluşu hakkındaki haberler bir bir ve ardı sıra tahakkuk bulmuştur. Rumların Farslara birkaç yıl içinde galip geleceği haberi “فِي بِضْعِ سِنِينَ وَهُم مِّن بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ” “Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Birkaç yıl içinde.”[9] Bu kabildendir. İran ve Bizans arasındaki bu savaş 603 miladi yılından 622 miladi yılına kadar devam etti (Peygamber’in (s.a.a) Medine’ye hicret ettiği yıl). Savaşın başlarında Hüsrev Perviz (Farslar) üstündü. Mekke’de nazil olan Rum suresi savaşının akışının değişeceği haberini verdi. Kaç yıl geçtikten sonra Bizanslılar üstün gelmeye başladı. Bu üstünlük eşrafın ve ordu komutanlarının eliyle öldürülen Hüsrev Perviz’in saltanatının sonuna kadar devam etti.[10] Bu durum Müslümanların sevinmesine neden oldu. Zira onların kudretli komşuları zayıflamıştı. Her şeyden ilginç olanı beşerin Kur’an gibi bir şeyi getirmekten her zaman için aciz olması haberidir. “فَإِن لَّمْ تَفْعَلُوا وَلَن تَفْعَلُوا” “Bunu yapamazsanız –ki hiçbir yapamayacaksınız-”[11] ayeti her zaman Kur’an’ın mucize olmasının delili sayılır.[12]
8- Geçici İlmi İşaretler: Kur’an tabirleri arasında bazı geçici işaretlerle karşılaşırız ki bu söz sahibinin tabiatın gizli sırlarını bildiğini gösterir. “قُلْ أَنزَلَهُ الَّذِي يَعْلَمُ السِّرَّ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ” “De ki: “O kitabı göklerin ve yerin sırrını bilen indirmiştir.”[13]
Bazen Kur’an tabirlerinde tabiatın bazı sırlarına işaret edilmektedir. Bu işaretler Allah’ın sözlerinin arasında görülür. Lakin bu sözün asıl hedefi zati maksadı bu cihetin beyanı değildir. Nitekim hiçbir zaman bu gibi işaretlerin açıklanmasında acele edilmemiş ve tamamen beyan edilmemiştir. Zira Kur’an’ın asıl hedefi hidayet etmek için yol göstermek, talim, dini terbiye ve maneviyattır. Sadece ince ayrıntıları bile göz önünde bulunduran insanlar bu geçici işaret ve sırları algılayabilirler. Bu nükte âlimlere göre Kur’an’ın mucize olmasının delilidir.
Tabi bu konuda ilmi bulguların Kur’an’a tahmil edilmemesi gerektiği meselesine dikkat edilmesi gerekir. Zira ilmi bulgular sabit değildir. Hâlbuki Kur’an’ımeseleler, sabit hakikatlerdir ve asla sabit olmayan bir şey sabit olan bir hakikate tatbik edilmemelidir. Kesinlik kazanmış sabit ilmi konular Kur’an’ın ilmi bazı işaretlerinin derki için vesile olabilir. Tabi mutlak bir şekilde değil. “Şayet böyledir” kabilinden ibarelerin eklenmesi şartıyla. Zira zahiren sabit olan bu ilmi nazariyenin değişmesi durumunda Kur’an’ın kuvvet ve istihkâmına zarar gelmemesi için böyle bir şart getirilmelidir. Kesinlikle Kur’an’ın herhangi bir ayeti ilmi bir faraziye veya sabit olmuş bir nazariyeye muhalif olursa Kur’an’ı hâkim ve o nazariyeyi veya ilmi faraziyeyi yanlış biliyoruz. Bize göre böyle bir görüşü kabul eden âlimler hataya duçar olmuşlardır.
Biz ilmin kendi kati vesileleriyle Kur’an’ın bazı ilmi işaretlerinin üstündeki perdenin kenara çekildiğini birçok örnekle hatırlattık[14] ve kitabın yine sonunda bazı örnekleri zikredeceğiz.
9- Kur’an Anlatımının Sağlamlığı: Kur’an farklı münasebetlerle değişik zamanlarda ve mekânlarda nazil olup bazı olayları mükerrer bir şekilde beyan etmesine rağmen tekdüze ve üstün bir diyalektiğe sahip ve anlatımdaki her türlü ihtilaf ve tezattan ıraktır. Eğer bu beşeri bir kelam olsaydı zamanın akışı içinde değişik münasebetlerle bazı konuların beyanında ihtilaf ve çelişki ortaya çıkardı. Zira ister istemez anlatımda çelişkiye düşmek insan tabiatının gereksinimidir. Nitekim insanın hafızası, bugün söylediği bir söz ile yirmi yıl önce bazı maslahatlardan dolayı söylenen bir sözü mutabık kılacak kudrete sahip değildir. Kur’an, bunu mucize oluşunun delillerinden biri olarak saymıştır. Allah’u Teala buyuruyor ki: “أَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِندِ غَيْرِ اللّهِ لَوَجَدُوا فِيهِ اخْتِلاَفًا كَثِيراً” “
Hâlâ Kur’an’ı düşünüp anlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı.”[15]
10- Uzaklaştırma meselesi; Ebu İshak Mizan (Ö. 231.h) ve öğrencisi Cahiz (Ö. 255.h) Seyyid Murteza (Ö. 436.h ) İbni Sinan Haffaci (Ö. 466.h) gibi büyüklerin itikadına göre Kur’an’ın mucize olmasının sırrı “Uzaklaştırma meselesinde” gizlidir. Yani Allah’u Tealanın kendisi Kur’an’la mukabele etmek isteyenlerin engelleyicisidir. Bazı insanlar Kur’an’la mukabele etmeye gücüne sahip olabilirler. Lakin Allah’u Tealanın kahri iradesi Kur’an’la mukabele etmek isteyenlerin önünü alır.” سَأَصْرِفُ عَنْ آيَاتِيَ الَّذِينَ يَتَكَبَّرُونَ فِي الأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ”
“Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimden uzaklaştıracağım.” [16]
Uzaklaştırma meselesine inanan insanlara göre mukabele ve benzerini getirmekten kasıt zarar vermektir ki Kur’an’ın mucize olmasını ortadan kaldırır.
Lakin Müfessirlerin çoğu bu ayeti başka bir şekilde tefsir etmiş ve ayetin kastının şüphe oluşturmak ve Allah’ın ayetlerini yok etmek isteyen insanların müstekbirce öne sürdükleri şüphelerin bertaraf edilmesi anlamını verdiğini söylemişlerdir.
Allah’u Teala kendi inayetiyle delillerini açık ve müstahkem bir şekilde beyan etmiş ve her türlü saldırıların önünü almıştır. [17] “Uzaklaştırmayı” bu anlamıyla ele alanlar Kur’an’ın üstünlüğünü selb etmiş ve Kur’an’ın mucize olmasını kahri iradeyle sınırlamışlardır. Bu itikat Kur’an’ın zahiri ve açık beyanına terstir. Hâlbuki Kur’an'ın mucize olması onun kendisinden ve özelliklerindendir.
“Uzaklaştırma” Emir Yahya bin Hamza Alevi Zeydi’nin (Ö749) belirttiği gibi üç şekilde tefsir edilebilir.
A-“Uzaklaştırmadan” kasıt Allah’u Tealanın Kur’an’la mukabele etmek isteyenleri bu hedeflerinden alıkoymasıdır. Yani bu insanlar Kur’an’la mukabele etme hedef ve iddialarını ameli kılmak istedikleri zaman bu işe karşı ilgisiz olurlar.
B-Allah’u Teala Kur’an’la mukabele etmek isteyen insanların mukabele için ihtiyaç duydukları vesileleri iki şekilde ellerinden alır.
1-Normal durumlarda sahip oldukları olanakları (gerekli olan ilim, maarif ve edebiyatı) Kur’an’la mukabele etmek istedikleri zaman mukabele şartlarını kendilerinden alır. Aslında bu gibi insanlar için deruni bir değişim meydana gelir
2-Aslında insana Kur’an ile mukabele edecek olanaklar verilmemiştir. Mezkür ayetteki “Uzaklaştırmanın” anlamı da budur. Allah ayetlerinde şüpheye ve tahribe neden olacak bir yer bırakmamıştır. Esasen ilahi ayetleri tahrip etme imkânı insanoğlu için müyesser değildir. “بَلْ كَذَّبُوا بِمَا لَمْ يُحِيطُوا بِعِلْمِهِ” “Hayır, öyle değil. Onlar, ilmini kavrayamadıkları ve kendilerine yorumu gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar.”[18] Ayeti de bu gerçeğe işaret etmektedir. “ثُمَّ انصَرَفُوا صَرَفَ اللّهُ قُلُوبَهُم بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لاَّ يَفْقَهُون” "ilahi ayetlere yüz çevirdiler. Anlamayan bir toplum olmalarından dolayı, Allah onların kalplerini çevirmiştir.” [19] Bu ayet kalplerin çevrilmesinin nedenini hakikatleri derk etmeme olarak almıştır ki kendileri sebep olmuştur.
C- Bazı insanlar Kur’an’la mukabele edecek olanaklara sahiptir. Lakin bu işe girişmek istedikleri zaman Allah onları cebren ve kahren engeller. Böylelikle iradelerinde gevşeklik meydana gelir ve Kur’an’la mukabele etmekten el çekerler.
Bu tefsir ile ilk tefsir arasındaki fark şudur; ilk tefsire göre bu insanların istek ve temayülleri kendilerinden alınır. Ama bu tefsire göre o insanların istek ve temayülleri vardır fakat bu işi yapma cesaretlerini elden verirler. Bu zorla önü alınan ama işi yapmaya istekli olan insan gibidir.
Tabi birinci ile üçüncü anlam ve ikinci anlamın ilk bölümü zaruretin hilafına ve o zamanın Arapçasının açık beyanının aksinedir. Zira eğer böyle olsaydı Araplar bu deruni değişimden dolayı şaşırmaları gerekirdi. Yoksa Kur’an’ın ruhlara esenlik veren cazipliği karşısında değil. Özellikle Arap kabilelerinin mensupları Mescid-ul Haram’a geldikleri zaman kulaklarına pamukla tıkayan Kureyş’ten Ebu Cehil ve onun gibi kimselerin insanları Peygambere (s.a.a) yaklaştırmamaya çalışmaları ve Kur’an’ın sesini işitmelerini engellemek istemeleri Kur’an’ın gönül okşayıcı ruhani çekiciliği ve onunla mukabele etme imkânsızlığını gösteren şahitlerdir.
İkinci tefsirin ikinci bölümü görünüşe göre bir yere kadar makuldür. Bu düşüncede olan Seyyid ve diğer bazı büyüklerin sözlerinin zahiri anlamları da budur. Aslında başkalarının kendisi ile mukabele etmekten aciz olduğu Kur’an’ın farkı, zatında gizlidir. Zira böyle bir şey beşerin imkânı dâhilinde değildir.
---------------------------------------------------------------------------------
[1] Konu daha geniş bir şekilde El- Temhid kitabının beşinci cildinde açıklanmıştır.
[2] Konunun şerhi El- Temhid kitabının altıcın cildinde daha geniş bir şekilde açıklanmıştır.
[3] Maide, 15-16
[4] El- Temhid kitabının altıncı cildinde şerhi verilmiştir.
[5] Nur, 35
[6] Hud, 49
[7] Yusuf, 102
[8] Bkz. El- Temhid, C. 6, S. 190- 197.
[9] Rum, 3- 4
[10] Bkz. Tarihi İran, Hasan Pirniya, S. 222- 227.
[11] Bakara, 24
[12] El- Temhid, C. 6, S. 197- 210.
[13] Furkan, 6
[14] Bkz. El- Temhid, C. 6
[15] Nisa, 82
[16] Araf 146
[17] Bkz.mecmu’ul beyan, C4,S477–478
[18] Yunus 39
[19] Tövbe 127