Ayetullah Uzma Seyyid Ali Hamenei'nin 13 Recep 1417, 25 Aralık 1996 tarihinde Yapmış oldukları konuşma
Bismillahirrahmanirrahim
Allah Teala bu kutlu bayramı ve İslam tarihinin bu feyizli gününü bütün dünya müslümanlarına, mustazaflarına ve hak taliplerine, özellikle Allah'a tapan, hak talibi ve Ali şiası İran halkına mübarek kılsın. Bu gün dünyaya gözlerini açan kutlu şahsın bereketiyle hepinizin Allah Teala'nın lütfuna nail olmanızı niyaz ederim. Şayet dünyadaki parlak şahsiyetler, çeşitli milletler ve farklı dinlere mensup olanlar arasında ve özelliklede müslümanlar arasında Emir-ul Mü'minin Ali aleyhisselam kadar gönüllerde yer eden bir kimseyi bulamayız. Dikkat edecek olursanız adalet kılıcı olan ve adaletinin şiddeti bencil kimseleri dize getiren ve kendine karşı büyük bir cephe oluşturan o büyük insanın kendi zamanındaki düşmanları bile, ruhi derinliklerine dönüp baktıklarında Ali (a.s) karşı saygı ve sevgi duyduklarını hissettiklerini görürsünüz. Bu durum sonraki dönemlerde de devam etti.
Hz. Ali aleyhisselam en fazla düşmana sahip olmasına rağmen en çok övgüye de sahipti; hatta onun mektep ve inancına sahip olmayanlar bile onu övmekteydi. Hicretin birinci yüzyılında Zubeyr hanedanı genelde Haşimilere, özelde ise Ali evlatları'na karşı düşman olarak tanınmaktaydı; hepsinden daha şiddetlisi Abdullah b. Zubeyr -Zubeyr'in oğlu-di. Zubeyr'in torunlarından biri babasına, " Düşmanlarının bu kadar aleyhte çalışmalarına rağmen Ali ve evlatlarının ismi halk arasında günden güne yayılmasına düşmanları ise yok olmaktadır"? diye sordu. Babası şu anlamda cevap verdi: "Ali ve evlatları Allah'a ve hakka davet ettiler; işte bu yüzden kimse onların faziletini gizleyemedi; fakat düşmanları batıla davet ettiler."
Tarih boyunca böyleydi. Yani büyük mütefekkirlere -ister müslüman olsun ister olmasın- baktığımızda Hz. Ali'ye (a.s) karşı saygı duyduklarını görmekteyiz. Kendi milletleri için kıyam eden, çaba harcayan büyük kahramanlara bakacak olursanız Emir-el Mü'minin Ali (a.s)'ın ismini ne kadar aziz ve değerli bildiklerini görürsünüz. Şairlere, edebiyatçılara ve insanseverlere de baktığımızda Emir-el Mü'minin Ali'nin ismine saygı duyduklarını görüyoruz. Velhasıl İslam tarihini okuyan, Hz. Ali'nin ismini ve hallerini duyan herkes ister genç olsun ister yaşlı, ister alim olsun ister avam Emir-el Mü'min'in Ali'ye karşı saygı ve sevgi duymaktadır. Günümüzde Mısırlı yazarlar Hz. Emir-el Mü'minin hakkında bir kaç kitap yazmıştır. Onun iki cilt veya daha fazlasını Hıristiyan yazarlar yazmışlardır; bu yazarlar İslam'ı kabul etmemelerine rağmen Emir-el Mü'minin'e karşı özel bir ilgi duymaktadırlar.
Müslüman şahsiyetler arasında bu özellik Emir-el Mü'minin'e mahsustur. Bunun sebeplerinden biri, o hazretin hayatının çeşitli dönemlerinde, farklı şartlarda, ortamlarda ve bulunduğu her yerde bütün varlığını en iyi şekilde yüce hedefler uğruna harcamış olması olabilir. Emir-el Mü'minin Ali'yi Mekke'de onaltı ile ondokuz yaşında bir genç olduğu dönemini veya yirmi küsür yaşlarındaki dönemini göz önünde bulundurun. Medine'ye girişinin ilk dönemlerinden, O hazretin hayatının muhtelif dönemlerine bakacak olursanız gerçekten bütün zamanların en üstün gençleri için en iyi örnek olduğunu görürsünüz. Gençlikte vuku bulan şehvetlerden, dünya lezzetlerinden, gençlerin gözünde değerli olan güzelliklerden hiç birisi ona tesir etmiyor. Bir tek Resul-i Ekrem'in (s.a.a) gönderilmiş olduğu yüce hedefe ulaşmayı istiyor. Onun bütün varlığı bu hedefin hizmetindedir. Onun için her şey ikinci derecededir. Bir gencin bir an bile dünyaya, dünya lezzetlerine, tatlılıklarına ilgi duymaması, gençliğini, gücünü, neşesini, moralini, yani bir gençte olan güzellik, tazelik, neşe ve kısacası her şeyini Allah yolunda harcaması çok büyük bir şeydir. Bu en yüce derecedir. Bundan daha yüksek bir şey gerçekten olmaz.
Bu adamı kemal ve pişkinlik yaşına eriştiği ve toplumunun şahsiyetlerinden biri sayıldığı dönemi göz önünde bulundurun; herkes ona saygı duyuyor; belki binlerce kişi Resulullah'ın (s.a.a) onu övdüğünü, methettiğini duymuştur.
Hiç bir müslüman muhaddisin, hiç bir kimse hakkında Resulullah'ın (s.a.a) dilinden Emir-el Mü'minin Ali hakkında nakledilen bu kadar ve bu keyfiyette övgü naklettiğini sanmıyorum. Elbette diğer bazı sahabiler hakkında da bir takım faziletler nakledilmiştir; ama müslüman muhad-dislerden hiç birinin -hangi fırkaya mensup olursa olsun- Emir-el Mü'minin Ali'den başkası hakkında bu derecede, bu keyfiyet ve bu içerikte fazilet ve övgü naklettiğini sanmıyorum. Açıktır ki bu övgülerin biri bile insanın gururlanmasına, hata yapmasına ve sonuçta vazifesini seçmede yanlışa düşmesine sebep olabilir. Onların hepsi Resulullah'ın (s.a.a) dilinden yüzlerce övgü duydular, sonra sıra imtahana geldi; hilafet meselesi söz konusu oldu -hak ve batıl oluşlarına ve vasiyyet meselesini söz konusu etmek istemiyorum- kesin olan şu ki Emir-el Mü'minin Ali hilafet iddiasında bulunuyordu. Bunda kimsenin şüphesi yoktur. İslam aleminin maslahatı gereği sahneden çekilmesi gerektiğini görünce sahneden çıktı. Yani Emir-el Mü'minin Ali aleyhisselam kendine layık gördüğü ve binlerce kişinin duyduğu ve bildiği bütün o övgüler, metihler ve hakları geçici olarak unutarak bir kenara bıraktı. Elbette bunlar unutulmadı, aksine asırlarca ve tarih boyunca kaldı. Ancak söz konusu etmediler. Yani tehlike hissettiği için, islam dünyasının yönetimi hakkında onun için söz konusu olan bütün herşeyi bir kenara bırakarak dedi ki: "Durumun tehlikeli olduğunu ve Resulullah'ın (s.a.a) dininin tehlikeye düşeceğini görünce uzaklaştım ve bir köşede oturdum."
İhlaslı siyasi birinin, büyük bir insanın, nefsani heveslerini kullanmak istemeyen bir kimsenin kendini kontrol etmesi bundan, daha açık, daha iyi nasıl olabilir?! Bu şahsiyeti İslam dünyasına hakim olduğu ortamda göz önünde bulundurun. İslam dünyasına hakim oldu. İnsanlar gelip isteyerek veya istemeyerek onu seçtiler. Bütün rakipleri, bütün dostları, düşmanları ve kısacası herkes ya biat etti veya muhalif olmadıklarını ilan etti. -Dört veya altı kişi kadar az bir sayı biat etmedi, ama biz muhalefet etmeyiz dediler ve bir kenara çekildiler; geri kalan herkes biat etti-. O bütün İslam dünyasının yöneticisi oldu. O günün İslam dünyasının ne olduğunu biliyor musunuz? Yani Hindistan sınırlarından Akdeniz'e kadar; İslam dünyası budur. Irak, Mısır, Suriye, Filistin, İran hepsi İslam dünyasını oluşturmaktaydılar. -O dönemde bayındırlaşmış olan dünyanın yaklaşık olarak yarısına tam bir güçle hakimdi.-
O zaman Emir-el Mü'minin Ali'nin hayatı, Emir-el Mü'minin Ali'nin duymuş olduğunuz o takvasıyla ilgili olarak nakledilen şeyler daha çok bu döneme aittir. Yani tatlı dünya, hayatın tadı, rahatlık, refah gibi bunlardan bir tanesi bile büyük şahsiyetleri kendine cezbederek onları yoldan çıkarabilecek şeylerdi; bütün bunlar bir an bile Emir-el Mü'minin Ali'yi şüphe ve ıstıraba düşüremedi ve ona asla engel olamadı. Bu büyük şahsiyet, insanı saptıran bütün etkenlerden daha kuvvetli ve güçlü olduğunu ortaya koydu. Azamet bunlar demektir; nesilleri, tarihleri, insanları ve toplumları Hz. Ali (a.s)'ın karşısında diz çöktüren bunlardır. İnsaflı bir kimse böyle biri karşısında baş kaldıramaz ve esasen kalpler onun karşısında huşu ederler.
Emir-el Mü'minin Ali (a.s)'daki yüce erdemlerden birine bir ölçüde sahip olan kimse içindeki ve dışındaki istek ve eğilimlerine galip gelebilir. Gördüğünüz bu yüce İmam -İmam Humeyni- karşısında günümüz dünyasının en yüce şahsiyetleri kendilerini küçük hissediyorlardı. Onun temsilcileri de dünyanın neresine gitselerdi beraberlerinde İmam'ın ismi ve yadı olduğu için dünyanın büyüklerini, büyük güçlerini karşılarında huşu etmeye zorluyorlardı. Bu yüce imam -İmam Humeyni- Emir-el Mü'minin Ali'nin, o güzellik ve ihlas madeninin az bir bölümünü kendisinde oluşturabilmişti. Elbette söylediğimiz bu bölüm yüce ve önemli olmasına rağmen Emir-el Mü'minin Ali'nin (a.s) şahsiyetinin sonsuz okyanusu karşısında sadece bir damladır.
Azizlerim! Emir-el Mü'minin Ali böyle tanınamaz. İnsan bu gibi mukayeselerle ancak onun ne olduğunu biraz anlayabilir. İmam Zeyn-el Abidin (a.s) "Ey Resulullah'ın torunu, bu kadar kendinizi zorlayıp, zahmete düşürmenizin, bu derecede ibadet etmenizin sebebi nedir? Biraz kendinize acıyın" diyen ashabından birisinin bu sözleri karşısında ağlayarak "Beni Emir-el Mü'minin Ali aleyhisselamla mukayese et ve gör ki ben neredeyim o nerede -onun ibadeti karşısında benim ibadetim çok naçizdir-" Dikkat edin bunu söyleyen İmam Zeyn-el Abidin'dir.
İmam Zeyn-el Abidin (a.s) şahsiyeti idrak edilmesi çok güç olan şahsiyetlerdendir. Sadece pratikte değil zihinlerde dahi bulunmayan şahsiyetlerdendir. Sadece uzaktan ışığını görebileceğimiz o parlak güneşlerden biridir. Ancak o da Emir-el Mü'minin Ali'ye baktığında küçük bir çocuğun büyük bir kahramana baktığı gibi saygı ve övgüyle bakıyordu. Emir-el Mü'minin Ali böyle bir şahsiyettir ve bu azamate sahiptir.
Azizlerim! beni ve sizi çok ilgilendiren nokta meselenin şu bölümüdür; çünkü bu yüce şahsı izlemek sadece dille olmaz.
Savaş meydanında devamlı "falanca bizim önderimizdir" deyip devamlı onu övüp durun. Ama o herkesi sıraya dizdiğinde siz girmezseniz. Talimata davet ettiğinde gitmezseniz. Saldırı emri verdiğinde sırt çevirirseniz. Bu durumda onu önder kabul etmenizin bir anlamı olur mu?! Kesinlikle olmaz. İnsan düşmanına ve yabancı bir kimseye karşı böyle davranır. Emir-el Mü'minin Ali (a.s) bizim efendimizdir. İmamımız, önderimiz ve rehberimizdir. Biz Ali şiasıyız ve bununla övünmekteyiz. Eğer bir kimse Emir-el Mü'minin Ali'nin ismini az bir övgüyle dile getirirse ona karşı içimiz düşmanlıkla dolup taşar; öyleyse bunun hayatımızda bir etkisi olmalıdır.
Emir-el Mü'minin Ali (a.s) gibi olalım demiyorum. İmam Zeyn-el Abidin (a.s)'da Emir-el Mü'minin Ali gibi olamayacağını buyurmuştur. Emir-el Mü'minin Ali de "Ancak siz buna güç yetiremezsiniz" buyurmuştur. Kime mi buyurmuştur Osman b. Huneyf'e buyurmuştur; hem de o azametiyle. Osman b. Huneyf'e buyurmuştur ki siz benim gibi davranamazsınız. Bu açıktır. Ama hiç olmazsa o yolda, o doğrultuda ve onun cephesinde yer alın. Bu bellidir. Emir-el Mü'minin Ali'nin (a.s) cephesinde yer almak istiyorsanız hükumeti döneminde onun en belirgin iki özelliğidir -ki ben ve sizin bu günümüzü ilgilendirmektedir- Biri sosyal adalet, diğeri ise dünyaya karşı zahitlik (ilgisizlik).
Azizlerim! Biz bu iki şeyi toplumumuzda bir bayrak gibi yükseltmeliyiz. Sosyal adalet, hükümet ve düzenin halkın bir birine ayrı bir gözle bakışıdır. Kanun karşısında davranışların eşit oluşudur. Elbette insan birileriyle arkadaş ve akrabadır; dolayısıyla herkesle şahsi hayatındaki, ilişkisi aynı değildir. Bir yerde bir sorumluluğu olan kimseler; bir idarenin veya bir masanın sorumluluğu, ister küçük bir bölgenin sorumluluğu olsun isterse büyük bir sorumluluk olsun hepsi birdir. Velhasıl insan biriyle tanıştır, diğeriyle ise tanış değildir; sözüm onda değil. Maksadımız kanuni davranışlardır. İmtiyazlar söz konusu olunca, bu sorumlunun hareketi, bakışı ve işareti etkili olmaktadır; bu durumda her kese eşit olmalıdır. Herkes İslam düzeninin hayırlarından eşit olarak yararlandığını hissetmelidir. Elbette bazıları tembeldir ve iş peşine gitmemektedirler, bazıları kusur etmektedirler, bazıları kendilerine zulmetmektedirler; onların konumu farklıdır. Fakat sosyal adalet kanun, kural ve davranışların toplumun bütün elemanlarına karşı eşit oması demektir; herhangi bir sebebi olmaksızın hiç kimsenin özel bir imtiyaza sahip olmaması demektir. Sosyal adaletin anlamı budur. Emir-el Mü'minin Ali aleyhisselam bu işi yaptı.
İnsanların Ali aleyhisselama düşman oluşlarının asıl sebebi de budur. Ali aleyhisselamın metheden ve düşmanları aleyhine şiir okuyan ve ona karşı o kadar muhabbet besleyen Şair Necaşi'ye Mübarek Ramazan ayında Allah'ın emrini çiğneyince Ali (a.s) ona had uyguladı -kırbaçladı- ve dedi ki Allah'ın farzını çiğnedin. Ramazan ayında gündüz açıkta şarap içmişti. Hem şarap içmiş hem de Ramazan ayının hürmetini çiğneyerek orucunu yemişti- Bazıları o hazretin yanına gelerek "efendim" dediler, "bu adam sizin hakkınızda şu kadar şiir okumuştur, size karşı bu kadar muhabbet beslemiştir, düşmanlarınız o kadar kapısına gelmesine rağmen bu adam düşmanlarınızın kapısına gitmemiştir, buna farklı bakınız." Ama imam, "Allah'ın haddini uygulamak zorundayım" dedi ve Allah'ın haddini uyguladı. O da kalkarak Muaviye'nin yanına gitti. Yani Emir-el Mü'minin Ali (a.s) Allah'ın hükmü ve ilahi hadde karşı böyle davranıyordu. Ama bir yerde de biri günah işledikten -hırsızlık yaptıktan- sonra onun yanına geldi. o hazret "Ne kadar Kur'an biliyorsun?" buyurdu. Adam Kur'an'ın bir suresini okudu. Bunun üzerine İmam, kesmem gereken elini Bakara suresine bağışladım, git buyurdu.
Bu yersiz bir imtiyaz değildir; bu imtiyaz Bakara suresi ve Kur'an içindir. Emir-el Mü'minin Ali aleyhisselam değer ve ölçüler karşısında hiç kimseye bir özellik tanımıyordu. Orada o adam fısk ve fücur işleyince, işlemiş olduğu bu suç karşısında ona had uyguluyor ve onun kendisine bir hayrı dokunacağını göz önünde bulundurmuyor. Ama burada Kur'an hatırına hırsızlık haddini uygulamaktan vazgeçiyor. Emir-el Mü'minin budur. Yani yüzde yüz ilahi ölçü ve değerlere dayanarak hareket ediyor -başka bir sebepten dolayı değil- Bu Emir-el Mü'minin Ali'nin adaletidir. "Aşırı adaleti yüzünden ibadet mihrabında öldürülmüştür" sözünü kimin söylediğini bilmiyorum. Ama gerçekten doğru bir sözdür. Emir-el Mü'minin Ali'nin adaleti nüfuzlu olan kimselerin ona tahammul edememesine sebep oldu.
Bazıları efendim; Emir-el Mü'minin Ali'ye mübarek hükümetini sürdürmesine müsade etmeyen adaleti bugün siz nasıl uygulamak istiyorsunuz? diyorlar. Ben diyorum ki, biz gücümüz yettiği kadarını uygulamak zorundayız. Bizim, Emir-el Mü'minin Ali gibi adaleti uygulayacağız diye bir iddiamız yok. Biz diyoruz ki, günümüz mü'mininin gücünün yettiği kadar adaleti uygulamak zorundayız. Uygulanabilecek, uygulanması gereken bu miktar adalet bir kültür haline gelir ve insanlar adaletin anlamını bilirse o zaman tahammül edilebilir.
İnsan kitleleri, Emir-el Mü'minin Ali'nin adaletinden hoşlanıyorlardı. Nüfuz sahibi kimseler rahatsız oluyorlardı; Emir-el Mü'minin Ali'yi yenilgiye uğratmalarının ve Sıffin savaşında o durumu meydana getirip daha sonra da şehit etmeye muvaffak olmalarının ve Emir-el Mü'minin Ali'nin çektiği o kadar ıstırabın sebebi halkın tahlil gücünün zayıf olmasıdır. Nüfuz sahipleri insanların düşüncesinde etki bırakıyorlardı. Halkın tahlil ve anlayış gücünü ıslah etmek gerekir. Adaleti uygulamak için toplumda siyasi meseleleri anlama gücü güçlendirilmelidir.
İkinci mesele Emir-el Mü'minin Ali'nin zühd ve takvasıdır. Nehc-ul Belağa'daki en belirgin nokta takvadır. Emir-el Mü'minin Ali o gün takvayı İslam toplumunun asıl hastalığının dermanı olduğunu buyurmuştur ve ben buna dayanarak bugün takva ayetlerini okumamızın gerektiğini defalarca söylemişimdir. Emir-el Mü'minin Ali "dünyanın lezzet ve tatlılıklarına yönelmeyin" dediği zaman bir çoklarının eline bu lezzet ve tatlılıklar ulaşmıyordu -belki halkın çoğu böyleydi.- Emir-el Mü'minin Ali İslam dünyasının fetihleri, İslam imparatorluğunun ve uluslararası gücünün genişlediği yılların kendilerini zengin ettiği ve imtiyazlardan yararlanmalarını sağladığı kimselere diyordu; İmam onları uyarıyordu. Biz bugün iki kelime takvadan bahsettiğimizde, -biraz dikkatli olun dediğimizde- bazıları diyorlar ki, efendim halkın çoğu sizin söylediğiniz bu şeylere sahip değildir. Bizde sözümüzün onlara olmadığını, zenginlere olduğunu diyoruz. Dünya lezzetleri kendilerine kollarını açan kimselere söylüyoruz. Sözümüz haram yoldan kendilerini hayatın güzellik ve tatlılıklarına ulaştırabilecek durumda olan kimseleredir. Elbette ikinci derecede de helal yoldan o lezzetlere ulaşabilecek güçte olan kimselere diyoruz.
Elbette en yüce ve gerekli takva haramdan kaçınmaktır, sakınmak ve kendini temiz tutmaktır. Ama helal lezzetlerden çekinmek de yüce bir derecedir. Elbette çok az kimseler bu hitabın muhatabı olabilir. Bugün de aynı şeyler geçerlidir -ancak her zaman ve döneme mahsus olan tarihi farklılıklar vardır- Durumları iyi olanlar, güzelliklerden, lezzetlerden, nimetlerden ve günden güne genişleyen imkanlardan yararlananlar Emir-el Mü'minin Ali'nin takva ve zühd hakkındaki o hitaplarını hatırlamalıdırlar. Elbette bu hitap bir toplumda sorumluluğu ve mevkisi olan kimseler hakkında daha şiddetli ve daha ağırdır. Devlet dairelerinde bir sorumluluğu olmayan kimseler hakkında da bu hitap sözkonusudur, ama onlar daha fazla muhataptırlar. Bu kadar tehlike ve düşmanla karşıkarşıya olan İslam toplumumuz bunları dikkatli bir şekilde göz önünde bulundurur ve bunu bir kültür haline getirir, herkes onu bilir, söyler ve herkes onu okursa o zaman böyle bir adalet ve takvayı uygulamak kesinikle İslam düzenini tehlikeye düşürmez; aksine İslam nizamını güçlendirir ve etkilenmez hale getirir.
Dünya lezzet ve şehvetleri kendilerini aldatmayan ve akıllarını başlarından almayan kimseler düşmanların ve düşmanlıkların karşısında durabilir ve tehlikeyle karşılaşıldığında toplum ve nizamlarını kurtarabilirler. İslam düzeni ve cumhuriyetiyle bu kadar düşmanlık edilmektedir. Bu ağır sorumluluk herkesin omuzlarına yüklüdür; özellikle gençlerin ve bir sorumluluk üstlenen kimselerin üzerine yüklüdür. Özellikle saygıdeğer alimlerin ve bütün halk kitlelerinin ve insanların kendilerini örnek aldığı kimselerin üzerine yüklüdür. Emir-el Mü'minin Ali aleyhisselam bütün tarihi aydınlatmak için bu iki meşaleyi yakmıştır -ve elhamdulillah aydınlatmaktadır da-. Bundan yüz çeviren kimselerin kendileri zarar edeceklerdir. Ama Ali'nin ismi, Ali'nin hatırası ve Ali'nin dersi tarihte unutulmayacaktır. Bunlar her zaman kalacaklardır.
Allah Teala'nın bizleri Emir-el Mü'minin Ali aleyhisselamın yüce ve mukaddes ismine layık eder ve onun izleyicisi kılar. Allah'tan o hazretin pak ruhunu ve mukaddes kalbini bizlerden razı etmesini; Hz. Mehdi'nin -ruhlarımız ona feda olsun- gönlünü bizlerden razı ve hoşnut etmesini, bizi söylediğimiz ve düşündüğümüz şeylere amel eden kılmasını, Hazret-i İmam Humeyni'nin yüce ruhunu kendi evliyasıyla birlikte mehşur etmesini, düşmanların hile ve oyunlarını kendilerine çevirmesini niyaz ederim.
Vesselam-u aleykum ve rahmetullah-i ve berekatuhu.