Dr. Muhammed İbrahim AYETİ'nin Muharram Ayında Yapmış Olduğu Konuşmasının Tercümesidir.
"Hamd alemlerin Rabbi ve tüm mahlukatın yaratıcısı Allah'a mahsustur. Salat ve selam peygamberlerin hatemi (sonuncusu) Ebi-l Kasım Muhammed ve onun mutahhar Ehl-i Beyt'ine olsun"
"Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın, onlar diridirler ve rableri indinde rızıklanırlar."
Konuşmamın konusu "Hüseyin b. Ali'yi (a.s) Kıyama Zorlayan Faktörler" hakkındadır. Acaba ne oldu da, İmam Hüseyn (a.s) oturup sessiz kaldığı taktirde günah işlemiş olacağı teşhisinde bulundu?! Konuşmamın başında hemen şunu belirteyim ki İmam Hüseyn'i (a.s) kıyama zorlayan faktörler birden ve ansızın oluşmadı. Yani; Peygamber efendimizin (s.a.a) hicretinin 60. yılının Receb ayında Muaviye b. Ebu Süfyan'ın ölümüyle, İslam dünyasında özel bir durum ortaya çıkmadı. İmam Hüseyn'i (a.s) kıyama zorlayan faktörlerin kökleri ve uzantısını Muaviye'nin ölümünden en az otuz yıl öncesinde aramak gerekir. Dolaylı faktörlere de göz atılacak olursa, çok daha da geriye gidilmesi gerektiği görülür. Fakat ne dolaylı nedenlere değinmemize fırsat var, ne de dikkatleri o olayları hatırlamada bulunmak niyetinde değilim. Fakat Muaviye'nin ölüm yılı olan Hicri 60. yılın otuz sene öncesinde, (Hicri 29-30 yıllarında) bu mukaddes kıyama ortam hazırlanıyor ve kıyama yol açan faktörler şekilleniyordu. Bilindiği üzere Emevi hanedanına mensup bulunan Osman b. Affan yaklaşık 12 yıl hilafet makamında bulundu ve müslümanları yönetti.
Tarih kitaplarında geçtiği üzere Osman'ın 12 yıllık hilafetinin ikinci yarısında İslam devletinin durumu değişti. Nihai amacı ilahî kanunu yürürlüğe geçirerek insanların ilahî kanunları çiğnemesini önleyip hak ile kanuna riayet etmekten başka tüm konularda halka serbestlik tanıyan, idaresinde yaşayan insanların ilahî kanunlara uymaktan başka hiç bir şeye, hatta halifenin rızasını elde etmeye dahi zorlamaması gereken İslam devletinin bu durumu değişti. Yeni durumda halk, halife ve devlet mekanizmasının istek, arzu ve çıkarlarını yerine getirmenin dışında, diğer tüm konularda, hatta ilahî kanunlara riayet elip edilmemesi hususunda dahi serbest bırakılıyordu. Bir başka deyişle, yönetimin durumu öyle bir noktaya geldi ki; başta bulunanların çıkarları, istekleri ve hedefleri dairesinde hareket eden insan kanuna uyup uymamakta serbestlik kazanıyordu. Ama bu mekanizmanın dışına çıkan bir kimse hakka tam bağlı kalıp kanuna riayet etmiş olsa dahi yaptıklarından sorumlu tutulup hesaba çekiliyordu.
Bilindiği gibi Osman'ın hilafeti döneminde, Resulullah'ın (s.a.a) seçkin sahabilerinden olan Ammar b. Yasir kırbaçlanıyor, Ebuzer Gifarî kırbaçlanıp sürgüne gönderiliyordu. Yalnızca hakka uymak ve şeriatın tüm sınırlarına riayet etmekte titiz davranmakla kalmayan, dinin, hakkın, kanunun, helal ve haramın en büyük koruyucuları, muhafızları olan insanlardan bir çoğu hükumet mekanizmasının ve halifenin isteklerine, çıkarlarına fazla bağlı kalmadıklarından veya hakka riayet etmek için halifenin rızasını ve onayını düşünmeyen veya bazen hakka aykırı davranmamak için halifenin isteğine aykırı adım atan; dinin yayılmasında, korunmasında ve kökleşmesinde öncülük yapan insanlar dayak yiyip hapse atılıyorlardı. Buna karşılık, hükumet mekanizmasının siyasetleri, istek ve eğilimleri doğrultusunda hareket edenler kendi hak ve hukuklarından mahrum kalmadıkları gibi, başkalarının hak ve payları da onların ceplerine akıyordu. Bu İslam tarihinde geçen son derece üzücü olaylardan biridir.
Osman ibn-i Affan-ı Emevi, hilafetinin ikinci yarısında; bir başka tabirle son altı yılında, müslümanlardan özel bir kesimin beyt-ul mal ve diğer yollardan elde ettikleri bunca mal, mülk, servet ve günlük gelirin hesabı, gerçekten İslam tarihinin şaşırtıcı noktalarından biridir. Cennetlikler böyle olduktan sonra cehennemliklerin durumu malumdur artık...
Bilindiği üzere, Ehl-i Beyt Mektebinin ulemasının kabul etmeyerek delillerle reddettiği, bir hadis Hz. Resul-i Ekrem'den (s.a.v) nakledilmektedir....
Bu rivayet şöyledir: Resulullah (s.a.a), sahabilerinden onunu cennetle müjdeleyip, "sizler cennetliksiniz" demiştir! Şimdi Osman'ın hilafetinin ikinci 6 yılında bu cennetliklerin müslümanların başına neler getirdiklerine, ne saraylar yaptırdıklarına ve beyt-ul maldan ne kadar mülk ve servet biriktirdiklerine bir bakıverin.
Ali ibn-i Ebi Talib kendi hilafeti döneminde ve Osman'dan önceki halifler, hatta Osman bile hilafetinin ilk yıllarda, müslümanlara ait olan beyt-ul malın harcanmasında oldukça ihtiyatlı davranıyorlardı. Allah göstermesin duygusallık veya mezheb taassubundan dolayı değil, ancak bilmeniz için Osman döneminin bu cennetlikleri hakkında İslam tarihinin en önemli kaynaklarının birinden sizin için örnek olarak kaydetmiş olduğum bir kaç cümleyi nakledeceğim. Ben bu konuşmamda, Kerbela kıyamından 29, 30 yıl öncesinden itibaren İmam Hüseyin'nin (a.s) kıyamına ortam hazırlayan faktörler ve bu kıyamı İmam'a farz kılan etkenlerle onun, 30 yıldan beri süregelen bu adaletsizliklerin ancak şiddetli bir hareket, kanlı bir kıyam ve şanlı bir şehadetle tedavi olunabileceği teşhisini koymasına yol açan nedenlere mümkün olduğu kadar açıklık kazandırmak istiyorum. Allah'tan bu konunun açıklık kazanmasını ümid ediyorum. Hepiniz Mes'udi'yi iyi tanırsınız. İslam tahrihi, tarihçileri ve İslam tarihinin ilk kaynak ve belgeleriyle tanışan kimseler Mes'udi'yi tanırlar. "Muruc-uz Zeheb" kitabının muellifi olan Ali b. Hüseyn el-Mes'udi güvenilir ve muvassak nitelenen bir İslam tarihçisi ve coğrafyacısıdır. Onun "Muruc-uz Zeheb" adlı kitabı oldukça yararlı, nefis, beş İslam mezhebinin önde gelen alim ve uzmanlarının güvendikleri ve kaynak diye niteledikleri bir kitaptır. O kitabında Osman hakkında şöyle yazıyor: İslam halifelerinden biri olan Osman b. Affan öldürüldüğünde, 150 bin dinar (altın para) ve bir milyon nakit dirhem (gümüş para) geriye bıraktı.
Oysa aynı hilafete Hz. Ali b. Ebi Talib (a.s) geçtiğinde ve şehid olup dünyadan ayrıldığında, oğlu İmam Hasan (a.s) minbere çıkıp şöyle sesleniyor: Babamdan sarı ve beyazdan (altın ve gümüşten) 700 dirhem "gümüş" paradan başka bir şey geriye kalmadı. Aylık maaşından biriktirdiği bu parayla kendisine bir hizmetçi istihdam etmek istiyordu.[1]
Mes'udi daha sonra şöyle yazıyor; Osman'ın Vadiy-ul Kura, Huneyn ve Cezayın Duca mıntıkalarındaki malı ve mülkünün değeri de 100 bin dinar (altın para) tutarındaydı, tabi sahip olduğu atlar ve develeri hariç. Cennetle müjdelenen on kişiden birisiydi bu.[2]
Peygamber efendimizin hiç bir şey biriktiremediği ve yine Hz. Ali, Ebu Bekir ve Ömer'in maddi yarar elde edemedikleri İslam'ın bu hassas makamından Osman işte böyle yararlanıp servet biriktirdi.
Yine Mes'udi şöyle yazıyor: (cennetliklerden olan bir diğeri ise Zübeyr'dir.) Zübeyr Basra'da meşhur bir saray yaptırdı, Kufe, İskenderiye ve Basra'da birçok evi vardı. Zübeyr'in ölürken geriye bıraktığı mülk 50 bin dinar altın, bin at, bin köle ve cariye ile muhtelif şehirlerde bağ, bahçe ve araziden ibaretti. Bu kadar mal ve servetin sağlıklı ve helal yollardan elde edilemiyeceği kesindir. Bu servetlerin çoğu, mahrumların ve İslam adına hüküm süren hükumet mekanizmasının merhametsizliğine uğrayan kimselerin hak ve hukukundan elde ediliyordu. Onlara verilmeyen bunlara veriliyordu ve işin neticesi de bu olurdu.
Mes'udi kitabında şöyle devam ediyor: Cennetliklerden bir diğeri olan Talha b. Abdullah Teymi ise Kufe'de büyük bir saray yaptırdı. Talha b. Abdullah Teymi'nin sadece Irak'taki topraklarından elde ettiği gelirin günde 1000 dinara ulaştığı söylenmektedir. Bir başka rivayete göre yalnızca "Şerate" bölgesindeki arazilerden elde ettiği gelir bu miktardan fazlaydı.
Yine Mes'udi şöyle yazıyor: Cennetliklerden bir diğer ise Abdurrahman b. A'vf-ez Zuhri'dir. Kendine büyük bir ev yaptırdı. Ahırında yüz at besliyordu. 1000 devesi ve on bin koyunu vardı; bütün bunlardan önemlisi; Abdurrahman öldüğünde dört karısı var idi; bildiğiniz gibi, erkek öldüğünde çocuğu varsa karısına mirasının sekizde birisi düşer. Eğer birden fazla karısı olursa bu sekizde bir pay hanımları arasında bölüşülür.
Dört karısı olduğuna göre her kadına düşen pay 32'de birdir. Onun malının 32'de biri 84 bin altın dinar idi. Bir başka deyişle malın sekizde birine mirasçı olan dört karısı arasında, bu sekizde bir pay bölüşüldü ve herbiri 84 bin dinar miras aldı!
Zeyd b. Sabit'e gelince, o ölünce geriye o kadar altın ve gümüş bıraktı ki, öldüğünde miras bıraktığı altın ve gümüşleri mirasçılar arasından dağıtmak için baltayla kırdılar. Geriye kalan mal-mülkü, bağ ile bahçesinin değeri de yüz bin dinar idi.
Mes'udi şöyle devam ediyor: Ye'la b. Muneyye diye de bilinen Ye'la b. Ümeyye (Muneyye annesi ve Ümeyye de babasının ismidir). Osman'ın hilafet mekanizmasının önemli siyasi kişilerinden ve devlet adamlarından idi. Bugünün tabiriyle maliye bakanı idi.
Mes'udi, bu şahıs hakkında şöyle yazıyor: "Ye'la b. Ümeyye öldüğünde geriye beşyüz bin dinar bıraktı, halktan alacağı da çoktu. Onun geriye bıraktığı mal ve mülkünün değeri 300 bin dinar idi.
Bu bir gerçektir. Bu açından Mes'udi doğru söylüyor. Bu savurganlık, bu kadar servet biriktirme, laubalilik ve daha öncede belirttiğim gibi, şeriat kurallarına bağlı kalıp kalmamada halkın serbest bırakılması musibetinin tohumları Osman'ın hilafetinin ikinci döneminde müslümanlar arasında serpildi. Bu dönemde eğer insanlar hilafet mekanizmasının onay ve desteğini kazanmı iseler artık hakka aykırı davranmak ve şeriatin sınırlarını aşmak onlar için tehlike oluşturmuyordu.
Osman'ın öldürülmesinden sonra, bildiğiniz gibi Emir-ül Muminin Hz. Ali (a.s) hilafete geçti. Hz. Ali'nin öncelikle yapması gereken zor iş, bu ihtirasların, doymak bilmeyen karınların önünü alıp, toplumda yaygınlaşan bu kötü adet ve gelenekleri kaldırmaktı. Bu sorundan dolayı, Ali'nin (a.s) hilafetinin 4 yıl, altı ayı Osman döneminde mal ve servet biriktiren bu ihtiracı insanlarla mücadele etmekle geçti. Her fırsatı mal ve servet toplamak için ganimet bilen dünya malı düşkünü bu insanlar, Hz. Ali'nin (a.s) hilafeti döneminde de bunu yapmak istiyorlardı. Hz. Ali ise bu işin imkansız olduğunu ve daha önceleri namertçe ve hile ile toplamış olduklarını dahi kendilerinden alıp müslümanların beyt-ul malına geri göndereceğini diyordu. Nihayeten Hz. Ali (a.s) bu mesele yüzünden canını verdi ve şehadet mertebesine ulaştı.
Bildiğiniz gibi Hz. Ali'den sonra hilafet İmam Hasan'a ulaştı. Hasan b. Ali babasının yerine geçti. Hz. Ali'nin şehadetinden sonra İmam Hasan'ın (a.s) döneminde, müslümanların sosyal ve siyasal durumu özel bir biçim kazanmıştı. İki İslami güç veya yöneliş arasında hemen hemen güç dengesinin sağlandığı ve kısa bir sürede taraflardan birinin yenilip diğerlerinin zafer elde etmesinin ümid edilmediği o şartlarda ve tarihte, İmam Hasan (a.s) farklı bir durumla karşı karşıya kaldı. Bu durumda Hz. Hasan'ın (a.s) Muaviye'yle uzlaşmaktan başka seçeneği kalmadığından savaştan sakınıp uzlaşma yolunu seçti. Çünkü İmam Hasan (a.s) Muaviye'yle savaşmış olsaydı bundan ancak, İslam sınırlarının dışından Doğu Roma İmparatorluğu ve İslam devletinin sınırları dahilinde de hariciler yararlanırlardı ve başka hiçbir sonuç elde edilemiyecek, toplu katliamlar meydana gelecek ve sayısız insan öldürülecekti.
O gün 400-500 bin müslüman birbirinin canına düşmüş olsaydı ve Muaviye b. Ebi Süfyan'la savaşmaya ısrar edilmiş olsaydı, Allah bilir ki, ondan sonra Doğu Roma İmparatorluğu fırsatı ganimet bilip müslümanlara savaş açsaydı neler olurdu veya hariciler Müslümanlar için ne kadar tehlikeli olurlardı ve İslam tarihi nerede sonuçlanırdı. Sözün özü; bütün bunları gözönünde bulundurarak İmam Hasan (a.s) Muaviye ile sulh etti; bu ise İmam'ın o gün Muaviye'yi hilafet makamına oturtması ve onun Emir-ül Muminin olarak tanıması anlamına gelmez ve böyle bir şey de sözkonusu değildi. Hasan b. Ali'nin Muaviye ile imzaladığı anlaşmanın maddelerinden biri şu idi: "Hasan b. Ali, Muaviye'ye hiç bir zaman Emir-ül Muminin demeyecek." Yani onu müslümanların halifesi olarak tanımamak şartıyla onunla anlaştı ve barış anlaşması imzaladı. İmam Hasan'ın barış anlaşması imzalayarak Muaviye'ye teslim olduğu, böylece Muaviye müslümanların halifesi olarak tanındığı ve Hz. Hasan'ın (a.s) da sıradan halktan biri durumuna düştüğü kanaatinde olanların tamamen yanıldıklarını hatırlatmak isterim. Olayın kesinlikle onların düşündükleri gibi olmadığını isbatlamak için İbn-i Esir'in kitabından not aldığım fevkalade ve kesin olan bir belgeyi burada sizlere aktaracağım. İbn-i Esir'in "Usd-ul Gabe fi Marifet-is Sahabe" kitabında şöyle geçmektedir: Hz. Hasan b. Ali kenara çekilip Muaviye iktidar iplerini ele geçirdikten sonra, daha önceleri 500 hariciyle birlikte Şehr-ı Zur'a (Bu günkü Halepçe şehrini de kapsamına alan Irak'ın kuzeyi ve İran'ın batısından bir bölümü kapsayan bölge) çekilen haricilerin başını çeken Kurvet b. Nofel Eşca'î şöyle dedi: "Artık devlet mekanizmasıyla savaşmak kuşku götürmeyen bir konudur. Muaviye'nin işbaşına geçmesiyle artık hükumetle savaşmak bizim için gerekli ve farzdır." Bu amaçla Irak'a yönelip Kufe'nin Nukheyle bölgesine vardılar. İşte bu sıralar İmam Hasan (a.s) Medine'ye gitmek için Kufe'den çıkmıştı ve Irak'tan da çıkmak üzereydi. Haricilerin 500 kişiyle isyan etmek üzere olduğu haberi Muaviye'ye ulaşınca Muaviye bizim tabirimizle İmam Hasan'la imzaladığı barış anlaşmasını daha fazla pekiştirmek istedi. (Kendi tabiri ve inancına göre) İmam Hasan'a bir ferman yazdı. İmam Hasan'a yazdığı mektubunda, İmam'ın yolda olduğundan ve Irak'tan Hicaz'a doğru hareket istediğinden haberdar olduğunu belirtip İmam Hasan'a "Kurvet b. Nofel'in 500 kişiyle Kufe'ye yönelmiştir ve siz gidip onunla savaşarak onun saldırısını püskürtmekle görevlisiniz. İşinizi bitirdikten sonra Hicaz'a yönelip Medine'ye gidebilirsiniz." şeklinde emirde bulundu.
Muaviye'nin mektubu İmam Hasan'a ulaştığında İmam Kadisiye civarlarındaydı. İmam Hasan, Muaviye'nin gönderdiği bu hakaret edici mektuba şu cevabı verdi: "Muaviye! Sen Hasan b. Ali'yi kendi komutanlarından bir komutan gibi, gidip başkaldıran bir haricinin saldırısını geri püskürtmekle mi görevlendiriyorsun?! Ben Hasan b. Ali, müslümanların yararına ve onların kanlarının dökülmesini önlemek için seni terkettim -hilafetten ve seninle savaşmaktan çekildim,- eğer kıble ehlinden ve hatta görünüşte müslüman olan birisiyle savaşmak isteseydim, ilk olarak seninle savaşırdım. Çünkü sen hepsinden daha fazla İslam'dan uzaksın."
"Seni terk ettim" tabirine dikkat edin. İmam diyor ki: Ben müslümanların maslahatı ve kanlarının dökülmesini önlemek için geri çekildim, seninle savaşmadım veya daha güzel bir tabirle, senin yakanı bıraktım. Yani ben eşit güçte olan bu iki İslam ordusunun birbirinin canına düşüp, öldürüp zayıflatmasını ve sonuçta düşmanın (Doğu Roma İmparatorluğu) fırsattan yararlanmasını istemedim. İmam Hasan bu sözleri Muaviye'ye yazdı[3] İmam Hasan-el Mucteba'nın (a.s) şehadetinden sonra İmam Hüseyn'in (a.s) Muaviye hükumetinin son 10 yılında, yani Hicri Kameri 49-50 yılından Muaviye'nin ölüm yılı olan altmış senesine kadar sessiz kalıp hiç bir harekete bulunmadığı düşünülmelidir. Çünkü İmam Hüseyn'de (a.s) Yezid'e karşı başlattığı kanlı kıyamın bir benzerini Muaviye'ye karşı başlatmamış ve bunu gerekli görmemiştir.
Fakat Seyyid-üş Şühada (İmam Hüseyin aleyhisselam), sürekli olarak Muaviye'yi ve onun hükümetini eleştirip tenkit ediyordu. Kardeşi İmam Hasan Muaviye'nin hilafetinin hakkaniyeti, hatta onun gerçekte bir müslüman olduğunu kabul etmediği gibi, Seyyid-üş Şüheda da aynı şeyi yapıyordu. Yeri gelmişken büyük İslam alimlerinden ve Ehl-i Sünnet mensubu olan b. Kuteybe'nin El- İmame ve Siyase kitabından bu konuda bir kaç cümleyi de sizlere aktarayım. Dineveri şöyle yazıyor: İmam Hüseyn'in Muaviye'ye karşı nasıl bir tavır sergilediğine ve gerçekten İmam Hüseyn'in Muaviye'yi bir İslam halifesi, sultanı veya lideri olarak mı tanıyordu? Bu on yıl içerisinde onun hilafet, hükümet ve liderliğini teyid mi ediyordu? Bu konuya açıklık getirmek için, Muaviye'ye yazdığı mektubun bir kaç cümlesini aktarıyorum. Hüseyn ibn-i Ali, Muaviye'ye şöyle yazıyor:
"Ey Muaviye! Hicr b. Adiy Kindi'ye ve onun Allah'a muti, abid, bid'atları kötü bilen, iyiliği emredip kötülükten sakındıran dostlarına mesajlar onların gönderip eman ve güvencede olduklarını söyledikten sonra zalimce öldüren sen değil misin? Senin bu işin Allah'a karşı cür'et göstermek ve Allah'ın ahdini basite indirgemektir. Ey Muaviye! Resulullah'ın büyük sahabilerinden olan Amr ibn-i Hemek el-Huzâi'yi öldüren sen değil misin? O insanın yüzü ibadetle yıprandığı gibi bedeni ibadetle zayıflamıştı. Sen ona mesajlar gönderip, güven mektupları yazdıktan sonra onu öldürmedin mi? Eğer dağdaki ceylanlara o güvenceleri verseydin, mutmain olup dağdan inerek senin yanına gelirlerdi.
Babasız Ziyad'ı İslam döneminde kendi baban Ebu Süfyan'ın çocuğu olduğunu söyleyen sen değil misin? Onu Ebu Süfyan'ın oğlu zannettin, halbuki Peygamber şöyle diyor: "Çocuk (nikah sahibi) erkeğindir, zinakâr için ise hüküm Allah'ın buyurduğu taştır". Daha sonra da müslümanları öldürmesi elleri ve ayaklarını kesip hurma ağacının dallarına asması için onu müslümanlara baş belası kıldın (musallat ettin). Subhanallah! Ey Muaviye! Sanki sen bu müslümanlardan değilsin ve sanki müslümanların seninle bir ilişkisi yoktur. Ey Muaviye! Allah'tan kork ve bunu bil ki Allah'ın hiç bir küçük ve büyüğü eksiltmeden ve artırmadan sayan bir kitabı vardır. Ey Muaviye, bilki Allah bu işleri unutmaz.
Zanlarla insanları öldürüyorsun ve halkı suçluyorsun. Muaviye, sen şarab içen ve köpeklerle oynayan bir çocuğu (Yezid'i) müslümanların emiri kılmak istiyorsun. Ben, senin kendini helaka doğru götürdüğünü ve dinini mahvedip İslam ümmetini zavallı kıldığını görüyorum."
Resulullah (s.a.a) iki reyhanı İmam Hasan ve İmam Hüseyn hazretlerinin Muaviye b. Ebi Süfyan hükümetine karşı tutumları, eleştirileri ve hakim güce karşı aldıkları tavırları işte bu cümlelerde ortaya çıkıyor. İmam Hüseyin'in (a.s) mektubunun son bölümünde, Yezid hakkında yazmış olduğu bu cümlenin ifade ettiği gerçeği bir kez de, meşhur Tarihçi Ali b. Hüseyin el-Mes'udi'den dinleyiniz. Mesudi Yezid hakkında şöyle diyor:
"Yezid ayyaş ve keyif ehli birisiydi. Yezid'in, av hayvanları, köpek, maymun ve panterleri vardı. Sürekli içki ve şarap partileri düzenliyordu. Yezid, İmam Hüseyin'in (a.s) şehadetinden sonra bir gün şarap meclisinde oturmuştu, Ziyad'ın oğlu da onun sağ tarafına oturmuştu, Yezid meclisin sakisine dönüp şöyle dedi:
"Ey saki bana bir kadeh içki ver
Sonra İbn-i Ziyad'a dönüver
Şaraptan onu doyur çünkü o
Benim sırdaşım ve işimin eminidir.
Benim hilafetimin temelleri onunla sağlamlaştı
Ve Hüseyn b. Ali'yi öldürten o oldu."[4]
Mes'udi, Yezid ve onun zulümlerini sıraladıktan sonra şöyle yazıyor:
"Kesinlikle Firavun kendi halkı içerisinde Yezid'den daha adildi ve havastan (özel kişilerden) avama kadar kendi halkı içerisinde ona göre daha insaflıydı" Mes'udi daha sonra şöyle diyor: "Yezid'in bu adaletsizlik, takvasızlık, laubalilik ve dinsizliği İslam ümmeti ve milletini de etkilemiş oldu. Başka bir ifadeyle "insanlar kendi padişahlarının dini üzerinedirler" hükmüne binaen Yezid'in yaptıkları etrafındakileri de etkiledi. Yezid'in yaptıkları çevresinde olanları da etkiledi. Yezid'in yaptığı kötülükler ve işlediği günahları, onun dostları ve memurları da yapıyorlardı. Bir başka tabirle, onlar da cahiliye döneminde işlenen kötülükler ve rezaletleri yeniden başlattılar.
Başta halife olmak üzere hükümet erkanı ve yetkililer cinayetkâr olunca, tabiiki halk da günahkâr ve isyankâr olacaktır. Onun döneminde Mekke'de açıkça şarkılar söylenip müzik ve çalgı toplantıları düzenlenmeye başlandı. Medine'de durum böyleydi.
Gayrı meşru eğlence araç ve gereçleri kullanılmaya başlâdı. Halifelerinin açıkça şarap içtiği gibi halk açıkça şarap içiyordu.
İslam hilafeti makamında ve Peygamber'in yerinde oturan Yezid'in maymunları vardı. O maymunlarından birisine "Ebu Kays" diye sesliyordu. Sürekli olarak bu maymunla birlikteydi. Oturduğu meclislerde bu maymunu da getiriyor ve onun için hazırlattığı döşeğin üzerinde oturtuyordu. Yezid eğittiği bu maymunu dişi bir yabanı eşeğe bindiriyordu; bu hayvan da atlarla yarışmak için eğitilmişti. Sürekli olarak "Ebu Kays"ı at yarışlarına katılması için, zebraya bindirerek yuları da onun boynuna takıp koşturuyordu. Ebu Kays'a ipekten dokulu sarı ve kırmızı renkli bir aba da giydiriyordu. İmam Hüseyn'in (a.s) Muaviye'ye yazdığı mektupta Yezid hakkında söylemiş olduğu cümlenin içeriği işte buydu.
Muaviye h.k. 60. yılın Receb ayında ölmesiyle Yezid onun yerine oturdu. Bazıları, İmam Hüseyn'in (a.s) Yezid'e niye biat etmeyip şehadeti tercih etmesi hakkında şöyle diyebilsen: "İmam Hüseyn (a.s) Yezid'e biat etse de, etmezse de her iki durumda nihayet öldürüleceğini biliyordu. Dolayısıyla, İmam Hüseyn Allah yolunda ve şerefli bir şekilde ölmeyi tercih etti ve şehid oldu." Bu ifadeden şu anlaşılıyor ki; İmam Hüseyn öldürülmeyeceğine kanaat getirmiş olsaydı Yezid'e biat ederdi. Hayır! asla böyle değildir. Bu sözün aslı yoktur; İmam Hüseyn'in makamı bunlardan çok yüksektir. Şunu açıklamam gerekir ki, kıyama yol açan faktörler ile en azından otuz sene öncesinden itibaren şekillenmeye başlayan sapıklıkları, İslam'ın inanç ve ahkamındaki sarsıntıları mutalaa eden İmam Hüseyn (a.s) hükumet mekanizmasının İslam'dan sapması sonucu, müslümanlar ve İslam ümmetindeki sapıklık ve sarsıntının konuşma ve vaaz yapmak gibi hareketlerle tedavi edilip giderilemiyecek bir hadde ulaştığı teşhisini koydu. Basit, sade ve bilhassa ferdi sapmaları, küçük bir hareket, kıyam veya ferdi bir girişimle tedavi edip, kişiyi doğru yola getirmek mümkündür. Fakat sapıklık şiddetlenir yüksek bir düzeye ulaşırsa veya İslam milletinin en önemli temel itikadî ve siyasî prensipleriyle ilgili olur veya toplumsal sapmalar vuku bulursa, bu tür sapmaları asla kalemle, nutuk atmakla, basit ve zayıf hareketlerle düzeltmek mümkün olamaz. Bunun için İmam Hüseyin (a.s), Hz. Ali ile İmam Hasan'ın (a.s) o zamana kadar varmak istedikleri hedef için yaptıkları hazırlıkların ancak derin, köklü ve kanlı bir kıyamla sonuca varacağı ve ancak böyle bir kıyam ile Muaviye ve diğerlerinin İslam ümetinin fesadı ve çöküşü için yaptıkları tahribatın önünün alınabileceği teşhisini koymuş oldu. Tabiiki İmam kendi kıyamının nedenlerini herkesten daha güzel bir ifadeyle açıklamaktadır. Bakalım İmam Hüseyn (a.s) kıyamının nedenlerini nasıl açıklıyor, nereden başlayıp nerede bitiriyor.
Ben, İmam Hüseyn'in (a.s) muhtelif zamanlarda yapmış olduğu konuşmalardan, tertibine riayet ederek şu sonuca vardım. Seyyid-üş Şuheda İmam Hüseyn (a.s) başlangıçta kıyamının nedenleri ve başlatacağı hareket hakkında açık konuşmuyordu. Tedricen, kendi hareketini tanıtmaya ve kıyamının nedenleri hakkında halka bilgi vermeye başladı. İmam, Medine-i Münevere'de yazıp kardeşi Muhammed-i Hanefiye'ye verdiği vasiyetnameden tutun "Beyze" bölgesinde Hür b. Yezid-ir Riyahi ve beraberinde bulunanlara hitaben yaptığı en son ve en açık konuşmasına kadar tedricen, niçin kıyam ettiğini ve neden sessiz kalamıyacağını ve ilk etapta hakim mekanizmayı sarmış olan sapma ve bozukluklar ile müslümanların yaşamının tüm boyutlarına da sıçrayan bu sapma ve bozukluğun ancak şiddetli bir kıyam, şehadet ve din yolunda fedakarlıktan bulunulmasıyla tedavi olunabileceğini aşamalı ama açık bir dille müslümanlara anlatıp gerekli açıklamada bulunuyordu. Allame Meclisi Bihar-ul Envar kitabının onuncu cildinde, İmamiye ulemasından biri olan Muhammed İbn-i Ebi Talib'in Maktel kitabından şöyle rivayet nakletmiştir: Medine valisi Yezid'e biat etmesi için İmam'a baskı yaptığında, İmam iki gece ard arda Peygamber efendimizin mezarının başına gidip namaz kılarak dua etti. İkinci gecesinde İmam Hüseyn (a.s) Reslulullah'ın (s.a.a) kabrini ziyaret edip bir kaç rekat namaz kıldıktan sonra şu cümleyi söyledi:
"Allah'ım; bu senin Peygamberinin kabridir"
Allah'ım; ben senin Peygamberi'nin kızının oğluyum.
"Allah'ım senin de iyi bildiğin bir durum başıma gelmiştir" Bazıları bu cümleyi şöyle yorumlayabilir: "Allah'ım; beni öldürmek istiyorlar ve teslim olmaktan başka çarem yoktur, beni öldürecekler, teslim olmazsam da öldürecekler" Fakat hiç bir müslümanın bu cümleyi böyle yorumlamamalıdır. Yani, "Allah yolunda şehadet tehlikesiyle karşı karşıya kalan İmam Hüseyn (a.s) dedesi Resulullah'ın (s.a.a) mezarının yanıbaşına giderek yakınıyor, yüreksizliği ve güçsüzlüğünü beyan ediyor!" şeklinde düşünmemelidir. Amr ibn-i Cumuh'un adını işitenleriniz vardır. Amr, önceleri Medine halkının puthanesinin perdedarlığını yapıyor ve anahtarlarını yanında taşıyordu, bu adam senelerce putperest idi ve ömrünün çoğunu putperestlikte geçirmiştir, yaşlanınca müslüman oldu. İslam onun çökmüş ve kokuşmuş ruhunu öyle bir temizleyip harekete geçirdi ki, Uhud savaşı için yola çıkarken ellerini kaldırıp.
"Allah'ım; şehadeti bana rızık eyle. Allah'ım; bu gazveden eli boş ve ümitsiz bir halde beni evime geri dönderme. Allah'ım; müslüman bir ferd olarak ben Amr b. Cumuh şehadet aşkı ve ümidiyle yola çıkıyorum" şeklinde dua etti[5] Ömrünün büyük bir kısmını putperestlikte geçiren ve şirkte uzun bir geçmişi olan bir insan, müslüman olduktan sonra, İslam, ruhunu öylesine cilayıp marifet ve Allah aşkını yüreğinde zirveye çıkarıyor ki, Allah yolundaki bir gazveden sağlık ve selametlikle ailesine ve yakınlarına dönmeyi ümitsizlik ve mahrumiyet sayıyorsa Emir-el Müminin Ali b. Talib'in oğlu Hüseyn dedesinin mezarının başına gelip ona yakınması ve "Ya Resulullah; benim imdadıma yetiş yoksa beni öldürecekler" demesinin ne anlamı olabilir. Hayır, asla böyle olamaz.
Evet, Hüseyn b. Ali (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) mezarının yanıbaşında şöyle diyor: "Allah'ım; senin de iyi bildiğin bir durum başıma gelmiştir." Peki durum nedir?
O durum, İmam Hüseyn'in (a.s) da teşhis ettiği gibi, İslam toplumunda başgösteren şiddetli sapmalar ile üzücü -sosyal, siyasi ve ahlaki- bozukluk ve çöküntülerdir. Ayrıca İmam Hüseyn derin ve dakik bilinci ve tüm İslamî boyutları göz önünde bulundurarak, çok yönlü bir hareket ve şehadet olmaksızın İslam toplumunu bu tehlikeden kurtarmanın ve sapıklıktan uzaklaştırmanın olamıyacağı sonucuna varıyor. İşte baş gösteren durum budur.
Daha sonra İmam şöyle diyor:
"Allah'ım; ben marufu seviyor ve münkeri ise kabul edemiyorum"
Bu cümle ile İmam Hüseyin (a.s) açıklamaya çalaştığı şeye biraz daha yaklaşıyor. Fakat ifade tarzı halkın genelinin anlayıp ne demek istediğini kavrayamadıkları bir niteliktedir: "Allah'ım; sen marufu sevdiğimi ve münkere ise düşman olduğumu biliyorsun. Ey kerem ve celal sahibi olan rabbim; ben bu mukaddes kabir ve onun sahibinin (Resulullah'ın) yüzü suyu hürmetine hem kendin ve hem de Resulullah'ın razı ve hoşnut olacağı yolu bana göstermeni istiyorum."
Seyyid-üş Şüheda konuşmasının burasına kadar marufu (iyiliği) emredip münkerden (kötülükten) alıkoymak için kıyam edeceğini göstermiş oldu. Ama onun iyiliği emredip kötülükten alıkoymaktan maksadı ne idi? Belki de İmam Hüseyn'in vasiyetnamesini görüp bu sözlerini işiten bazı kimseler, İmam'ın Kufe'ye gidip esnafa ve fırıncılara ölçü ve tartılarında dikkatli olmalarını ve tüccarlara ise faiz yemeyin, şeriate aykırı ticaret yapmayın, gibi tavsiyelerde, öğütlerde bulunacağını ve bunun münkerden nehyetme olduğunu; Kufe gençlerine namazdan gaflet etmeme gibi benzeri emir ve tavsiyelerde bulunacağını, bunun ise maruf ve iyiliği emretmek olduğunu zannetmiş olabilirler. Hayır, maksat bu değildir. Bunun çok üstünde bir hedefi amaç edinmiştir. Çünkü bu kadarını Kufe şehrinin hatip ve vaizleri de yapabilirlerdi. Buraya kadar İmam Hüseyn (a.s) kendi amaç ve hedefini herkesin anlayacaği bir dille açıkça beyan etmemiştir. Yine Bihar-ul Envar'ın onuncu cildinde, Muhammed ibn-i Ebi Talib Musevi'nin Maktel'inden şöyle nakledilmektedir: Hz. Hüseyn (a.s) Medine'den çıkmak istediğinde bir vasiyetname yazıp kardeşi Muhammed b. Hanefiye'ye verdi. Vasiyetnamede şöyle yazılmıştı:
"Esirgeyen ve bağışlayan Allah'ın adıyla.
Bu, Hüseyn b. Ali'nin, b. Hanefiye diye meşhur olan kardeşi Muhammed'e ettiği vasiyetnamesidir." Muhakkak ki Hüseyn Allah'tan başka bir ilahın bulunmadığına, O'nun tek ve ortağının olmadığına ve Muhammed'in (s.a.a) ise onun kulu ve resulü olup hak ile hakkın yanından geldiğine şehadet getirmektedir.
Hüseyn b. Ali, cennet ve cehennemin hak olduğuna, kıyametin kopacağına ve bunda şüphe bulunmadığına, hesap ve kitap günün gelip çatacağına ve bunda bir şek ve şüphenin bulunmadığına ve Allah'ın kabirlerde bulunanları haşir neşir için hesaba çekeceğine şehadet getirip inanmaktadır."
Bütün bu ön sözlerden sonra Hüseyn (a.s) neyi açıklamak istiyor?
"Doğrusu ben azgınlık, şer, fesad veya zulüm etmek için kıyam etmiyorum."
Yani, benim bu kıyam ve hareketim, nefsani bir hareket, normal bir kıyam veya beşeri eğilimler, nefsi istek ve arzulara dayalı bir hareket değildir. Ben keyif için, eğlenmek, gezip tozmak veya bozgunculuk yapmak için yola çıkmıyorum; zulüm ve azgınlık yapma yoluna da koyulmuş değilim. Sonra şöyle deva ediyor:
"Ben ceddimin (s.a.a) ümetinde ıslah yapmak -durumunu düzeltmek- için çıkış yapmış bulunuyorum."
Bu cümle ile İmam Hüseyn (a.s) köklü ve korkunç bir toplumsal sapıklığın mevcudiyetine ve kanlı bir kıyam olmadan bu bozukluk ve çöküntünün düzeltilemiyeceğini beyan etmiş oluyor.
Öyle köklü bir bozukluk ve sapıklık ki; Hüseyn b. Ali'den başkasının ıslah etmesi mümkün değildi. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu bozukluk konuşma, veya kültürel çalışmayla düzeltilebilecek türden bir bozukluk değildi. Fakat henüz İmam'ın kıyamının asıl hedefi açıklık kazanmamıştır.
"Ve iyiliği emredip kötülükten nehyetmek, ceddim Resulullah ile babam Ali b. Ebi Talib gibi hareket etmek istiyorum (onların yaptığını yapmak istiyorum). Kim hakkı kabul ederse -ne güzel,- Allah hakka daha yakındır.
Her kimde kabul etmezse Allah benimle bu kavim arasında hak ile hüküm verinceye kadar sabırlı olacağım. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır. Ey kardeşim! Bu benim sana olan vasiyetimdir. Benim başarım ancak Allah'tandır, ben O'na tevekkül edip O'na döneceğim."
Tabiiki burada "ben sabredeceğim" cümlesinden maksat elimi kolumu bağlayıp gelişmelere seyirci kalacağım değil, bilakis şunu demek istiyor, "tek başıma da kalsam sabırla bu yola gidecek ve hedefe ulaşacağım." Keşf-ul Gumme kitabında Ali b. İsa Erbili, Muhammed b. Tâlhâ'dan ve ayrıca Seyyid b. Tavus'un Luhuf kitabında şöyle nakledilmiştir: İmam Hüseyn (a.s) Şaban ayının üçünde Mekke'ye vardı ve Zilhicce ayının sekizine kadar Mekke'de kaldı. Yani Şaban, Ramazan, Şevval ve Zilkaide aylarını Mekke'de geçirdi. Hiçbir kimse Peygamber torununun sekiz Zilhicce'de hacc menasikini (amellerini) yerine getirmeden Mekke'den ayrılacağını ve hacc için giydiği ihramını umre niyetine çevirip, umreyi yerine getirip çıkaracağını aklının ucundan bile geçirmiyordu. Irak'a gitmek istediğinde ayağa kalkıp bir hitabe irad etti.
Dikkat edin burada arzedeceğim bazı noktalar vardır; bu noktalar Seyyid-uş Şüheda İmam Hüseyin'in sözlerinden birçoğunun anlaşılıp idrak edilebilmesi için bir anahtar rolünü ifa edebilir. İmam'ın hutbesinin ilk kısmı Allah'a hamd ve sena ile Hatem-ul Enbiya'ya selat ve selamdan sonra şöyle başlıyor:
"Gerdanlığın genç bir kızın boynuna iz bıraktığı gibi ölüm insan oğlunun boynunda iz bırakmıştır (insan için taktir edilmiştir)."
Söz yine aynı sözdür, ama anlaşılan şu ki; İmam, Mekke'de daha açık bir dille konuşup halkı olan ve olacak olan şeyler hakkında bilinçlendirmeye ve onları gelişmelerle daha yakından tanıştırmaya çalışıyor. Ölümden, şehadetten, fedakârlıktan bahsediyor. Kesinlikle bu ifadelerden kasıt şudur ki; İslam ümmetindeki sapıklık, fesat ve bozukluk, artık mali fedakârlıklarla, kalem ve yazıyla, dini meclisler teşkil etmek ve benzeri teşebbüslerle düzelmeyecek, ıslah olmayacak duruma ulaşmıştır. Hatta Hüseyn b. Ali'nin kendisi dahi dini hitabelerde bulunsa bile İslam ümmetinin bu derin yarası tedavi olunamaz. "Ölüm insanoğluna taktir edilmiştir." Toplumsal bozukluk ve çöküntü ıslahı, ölüm ve şehadet, o da Hüseyn b. Ali gibi birisinin şehadeti olmaksızın mümkün olamaz. Bu hitabede hep şehadetten, ölümden, Peygamber'in yanına gitmekten ve Irak çöllerinin aç kurtlarının eline düşmekten kısacası böyle seferin nihayetinin bu olacağından söz edilmektedir. Bilindiği gibi İmam Hüseyn (a.s) hicri 60 yılında, Zilhicce ayının yedisinde Mescid-ul Haram veya halk arasında bu hutbeyi irad ettiğinde görünürde durum İmam Hüseyn'in (a.s) lehine idi ve halkın geneli Yezid b. Muaviye'nin hükumetten çekileceği veya onun hükumetinin çökeceği ve Hüseyn b. Ali'nin hilafete ulaşacağını zannediyordu. Çünkü İmam'ın Kufe'ye gönderdiği özel temsilcisi Müslim b. Akiyl'in de gönderdiği mektup ve mesajlarında halkın tümünün İmam Hüseyin'e biat ettiğini, ondan başkasını İmam ve halife olarak tanımadıklarını ve onun yönetiminden gayrı başkasının yönetimini kabul etmiyeceklerini dile getirip, hemen gel, diyordu. Böylesine olumlu, ümit verici ve istenilen bir ortamda, İmam şehadet, ölüm ve Irak kurtlarının vahşiliğinden söz ediyor. Sözün özü; Hüseyn b. Ali (a.s) olarak benim teşhisim şudur diyordu; şehadet ve ölümü gözönüne almadan bu şartlarda toplumu ıslah etmek için adım atmak bir yarar sağlamıyacaktır. Ölümü insanoğlunun boynuna bir gerdanlık gibi takmışlardır.
Benim teşhisim budur ki, ben ceddim Resulullah ve babam Ali b. Ebi Talib'in yanına gitme yoluna koyulmazsam bu sapıklık ve bozukluk tedavi edilmez.
"Hz. Yakub, oğlu Yusuf'un aşk ve hasretinde yandığı gibi ben de şehadete aşığım ve onun hasretiyle yanıyorum. Benim için Allah Teala tarafından bir çarpışma yeri ve şehadet mekanı seçilmiştir ve ben oraya doğru gidiyorum."
Bu cümleden, planın ilahi bir plan olduğu ve Hüseyn b. Ali'nin eliyle çizilmediği anlaşılmaktadır. Yani Allah Teala, böyle bir sapıklık ve dinden uzaklaşmaya karşı koymak için şehadet ve fedakârlıkta bulunmayı benim için mukadder kılmıştır. Daha sonra konuyu daha açık bir dille ifade edip şöyle diyor:
"Çok geçmeden Irak'ın aç kurtlarının karınlarını doyurmak, için Nevavis ve Kerbela arasında bana saldırdıklarını ve uzuvlarımı parçaladıklarını görür gibiyim.
Onlar aç karınlarını, ben ise toplumu ıslah etmek için mücadele edeceğim. -Takdir- kalemi ile yazılan günden -şeyden- kaçış ve kurtuluş yoktur."
Biz Peygamber'in Ehl-i Beyt'i Allah'ın istediği şeye razı ve hoşnuduz ve Allah'ın bizim için hoş gördüğünü hoş görürüz, O'nun bizim için beğendiği şeyi beğeniriz.
"Allah'ın rızası biz Ehl-i Beyt'in rızasıdır, O'nun bela ve imtihanı karşısında sabrederiz ve O da sabırlıların sevap ve mükafatını bize verir. Resulullah'ın (s.a.a) bedeninin parçası olan evlatları, ondan hiçbir zaman ayrı düşmezler. Cennette onun yanında olurlar."
Çünkü onlar Peygamber'in (s.a.a) hoşnutluğu ve gözünün aydınlığına vesiledirler.
Sonuç olarak İmam sözlerini oldukça önemli olan şu cümle ile tamamlıyor: "Herkes bilsin ki, bizim uğrumuzda canından geçen ve Allah'a ulaşmak için kendisini feda etmeye hazır olan kimse bizimle birlikte hareket etmelidir, çünkü ben yarın sabah erkenden hareket edeceğim inşaallah." Bu cümle üzerinde dikkatle durmak gerekir.
Her zamanda çeşitli vesile ve yollardan yararlanarak Allah'ın dinini, halkın hakkını ve toplumun mutluluğunu savunmak mümkündür. Bu vesile ve gereçler Allah'ın dini uğrunda mal harcamak, konuşmak, müslümanlar için yararlı kitaplar telif etmek veya benzeri kültürel faaliyetlerde bulunmak şeklinde olabilir. Fakat Seyyid-uş Şüheda İmam Hüseyin (a.s) son cümlesiyle konuyu noktalayıp hücceti tamamlamış oldu. İmam, dolaylı olarak şu beyanda bulundu: Bu gün kimsenin mal, kalem veya hitap ile İslam'a yardım edebileceği gün değildir. Ben fedakâr can istiyorum, kim can vermeye hazır ise yarın sabah bizimle hareket etsin. Kimse şu düşünceye kapılmasın ki, İmam kıyam başlattığına göre ben de 50 dinar vereyim veya Abdullah b. Hürr-i Cu'fi de desin ki; ben de atılgan ve çevik bir at vereceğim, başka birisi de, ben beş kılıç vereceğim, bir diğeri de ben 7 zırıh ve dört mızrak vereceğim, demesin. Çünkü mesele artık bu vesilelerle çözümlenmeyecek kadar derindir, din çökmek üzeredir, kim can vermeye hazırsa buyursun yarın benimle hareket etsin.
Allah yolunda kanını verip Allah Teala'ya kavuşmak isteyen varsa bizimle hareket etsin. Ben yarın sabah bu yola koyulacağım.
Kerbela kıyamına yol açan faktörler ve kıyamın başlangıcı kısaca anlattığımız şekilde gelişti. Şimdi de Aşura günü ve savaş sahnesi hakkında özetle mersiye nitelikli birkaç cümleyi sizlere sunmak istiyorum:
İmam Hüseyn Aşura günü, Kufe halkının kendisini öldürmek için ısrar edip sabırsızlaştıklarını ve gerçekten de kendisini ödüreceklerini görünce bir Kur'an alıp açarak başının üzerine koyuktan sonra şöyle feryat etti:
"Ey Irak halkı! Benimle sizin aranızda bu Kur'an ve ceddim Resulullah (hükmedecektir). Kur'an'ın Tathir ayeti, Mübahele ayetî, ve suresine bakın, Resulullah'ın sünnetine bir göz atın, eğer beni öldürmek sizin için caiz ise öldürün ve eğer caiz değilse vazgeçin." Burada, Seyyid-uş Şüheda Kufe halkının dini duygularını tahrik etmeye çalışıyor; fakat çok geçmeden bu halkın dini duygudan yoksun olduğu ortaya çıkıyor. Seyyid-uş Şüheda başka bir yola baş vuruyor, Kufe halkının insanî dugusunu tahrik etmeye çalıştırıyor. Kufe halkının dini olmazsa ve ahirete inanmazlarsa en azından insandırlar ve insanın da insanî duygu ve şefkati olur ve bundan yararlanmak mümkün olabilir, diye düşünmüş olacak ki, susuzluktan ağlayan bir çocuğun elinden tutup çadırdan dışarı çıkardı ve: "Ey Irak halkı; bana merhamet etmiyorsanız, en azından bu suçsuz masum çocuğa merhamet edin." dedi. Bunun üzerine Irak halkı bir okla yavrucağızın boğazını hedef alarak insanî şefkat ve merhametten de yoksun olduklarına dair İmam'a kesin bir belge verip son sözlerini söylemiş oldular.
Ve böylece İmam hak ve batıl saflarının birbirinden ayrılması ve hüccetin batıl taraftarlarına tamamlanması için bu kavmin ne dini, ne inancı, ne imanı ve ne de beşeri duygu, şefkat ve muhabbetinin bulunmadığını isbatlanmış oldu.
Vesselamu Aleykum ve Rahmetullah
İmam Hüseyn (a.s):
"Allah'ım; sen marufu sevdiğimi ve münkere ise düşman olduğumu biliyorsun. Ey kerem ve celal sahibi olan rabbim; ben bu mukaddes kabir ve onun sahibinin (Resulullah'ın) yüzü suyu hürmetine hem kendin ve hem de Resulullah'ın razı ve hoşnut olacağı yolu bana göstermeni istiyorum."
Muhammed b. Ebi Talib'in Maktel'i, |
[5]- Siret-i Resulullah el-Ýsti'ab, Usd-ul-Gabe, ve el-Ýsabe.