Ayetullah Cafer Subhani
Acaba İmam Hüseyin’in (a.s) kıyamı bilinçli bir kıyam mıydı, yoksa bilinçsiz bir patlama mı?
Cevap:
Felsefi açıdan her doğal olay dört nedene dayanmaktadır. Bu dört nedenden biri olmadığı taktirde söz konusu hadise vücuda gelemez. Örneğin bir yazı masasını yaparken marangoza, masanın maddesini oluşturan tahtaya, tahta parçalarının birbirinin eklenmesiyle oluşan bir şekle ve sonra da bu masadan ortaya çıkan etki ve faydalara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu durumda marangoz faili neden, tahta maddi neden, masanın şekli suri (şekilsel) neden ve bu masanın faydaları ise gai (hedefsel) neden konumundadır.
Hareketlerde dört neden
Bu kanun sadece doğal hadiseler için geçerli değildir. Tarihte yer alan hareketler de bir şekilde bu dört nedene bağlıdır. Araştırmacı bir kimse tarihi yorumlayarak hareketin sebeplerini ve etkilerini açık bir şekilde elde edebilir. Böylece hareketin hedefini, unsurlarını ve şeklini tanıyabilir. Bu durumda kıyamın gerekleri ve halk kıyamı faili bir neden, bu devrimin sonuçları hedefsel bir neden, diğer nedenler ise bu devrimin şekli ve maddi nedenleri sayılmaktadır.
Hüseyin b. Ali’nin (a.s) Kıyamı
İmam Hüseyin (s.a) kanunu da bu olayların genel kanunundan hariç değildir. Hz. Hüseyin’in devriminin de gerekleri hedefleri, etkileri ve sonuçları olmuştur. Biz bu dört etkeni yorumlarken sadece ilk etkeni, yani Hz. Hüseyin’i devrime sevk eden nedenleri özel bir açıdan incelemeye çalışacağız. Burada iki ihtimal söz konusudur:
1-Hz. Hüseyin’in (a.s) kıyamı tam biz özgürlük ve hürriyet içinde gerçekleşti. Hz.Hüseyin (s.a) bu devrim hareketini çeşitli nedenlerden dolayı susmaya tercih etti. Oysa o kıyam etmeyebilir, kendisini ve takipçilerini hakim sınıfa uydurabilir, en azından hakim sınıf karşısında lakayt davranabilirdi. Bütün cinayetler karşısında susarak sessizliği harekete tercih edebilirdir.
2-Baskı zulüm ve sitem o günkü İslam toplumunda öyle bir yere varmıştı ki artık toplum dayanamaz bir hale gelmişti ve ister istemez o toplumda bir patlama olacak ve bir hareket başlatılacaktı.
Devrimleri bilinçsiz bir patlama olarak yorumlayan ve Hegel’in görüşü üzere niceliğin niteliğe dönüşümü olarak izah edenler Hz. Hüseyin’in (a.s) devrimini ele aldıklarında bu yorumlarının genel bir kanun olduğunu göstermek için Hz.Hüseyin’in (a.s) devrimini de bilinçsiz bir patlama olarak göstermeye çalışmaktadır.
Onların dediğine göre maddi olaylarda değişimler bazen öyle bir noktaya gelmektedir ki söz konusu maddi olaylar değişimleri kabullenememekte ve bu cüz’i değişimler yeni bir türün ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Örneğin suyun kaynamasının belli bir sınırı vardır. Isı yükselince ister istemez su buhara dönüşmektedir.
Onlara göre bu kanun toplum ve tarih içinde geçerlidir. Toplum bir yere kadar zalimlerin zulmüne boyun eğmektedir. Ama bu olay dayanılmaz bir hal alınca sonunda hakim zulüm aleyhine patlama olmakta ve devrim vücuda gelmektedir.
Bu esas üzere bazı kimseler şöyle demektedir: Hz. Ali’nin (a.s) şahadetinden sonra Emevi yönetimi Müslüman ve mazlum halk üzerindeki baskısını artırdığı Muaviye’nin ölümünden sonra oğlu Yezid bu baskıyı daha da artırdı ve toplum bu zulme dayanmaz bir hale geldi. Sonuçta Hz. Hüseyin’in (a.s) kıyamı bu patlamanın ve kaçınılmaz devrimin ifadesi olmuştur.
Bilinçli devrim
Hz. Hüseyin’in (a.s) hareketi hakkında böyle bir hüküm doğru değildir. Ve de maddeci yorumcuların şahsi inançlarından kaynaklanmaktadır. Eğer onlar bu hareketin tarihini inceleyecek ve olayları doğru görecek olsalardı asla bu değerli devrim hakkında böyle hüküm vermezlerdi. Bu tür yorumcular niceliğin niteliğe dönüşümünü doğal olaylar hakkında kabullenmiş ve bu kanunun toplum ve tarih hakkında da az çok hakim olduğunu dile getirmişlerdir. Dolayısıyla Hz. Hüseyin’in (a.s) kıyamını da böyle yorumlamak zorunda kalmışlardır. Eğer onlar bu ilkeyi evrensel kabul etmez veya genelleştirmeselerdi asla Hz. Hüseyin’in (a.s) devrimini de değersiz göstermek için bilinçsizlikle itham etmezlerdi. Onların en büyük sorunu bütün hareketleri kendi sınırlı ölçüleriyle değerlendirmeye kalkmalarıdır. Onlar aykırı bir durum gördüklerinde de çaresiz bir şekilde tahrife yönelmekte ve tek boyutlu tezlerini korumaya çalışmaktadırlar. Toplumsal patlamalar buhar kazanının patlamasına benzetilebilir. Güvenlik supabı kâmil bir şekilde kapandığında ister istetmez patlama olmaktadır. Aynı şekilde toplumda zulüm ve baskı her yeri kaplayınca kesin bir hadise olarak toplumsal patlama ve devrim vücuda gelmektedir. Patlama kıyamı küçük bir mukayese ile aşağılık kompleksi olan bir insanın patlamasın andırmaktadır. Böyle bir insan her ne kadar pişman olsa da içinde var olan her şeyi dışarı dökmek istemektedir. Patlama esasına dayalı kıyam her türlü ahlaki değerden yoksundur. Hiçbir zaman devrimin kahramanını övmek olmaz. Zira kıyam edenler aslında devrimi seyredenlerdir; oynayanlar değil. Etkili olan unsur çelişki ve zulümlerin artmasıdır. Bu çelişkiler ve zulümler kendisini heyecan ve isyan şeklinde göstermekte ve isyancı grupları muhalefet ve isyana zorlamaktadır.
Bu teze inanan insanlar toplumsal infiali öne almak için çelişkileri ve rahatsızlıkları artırmak için didinirler. Toplumsal buhar kazanını patlatarak düzeni altüst etmeye çalışırlar. Burada işu iki derin konuya dikkat etmek gerekir:
1-Acaba patlama esasına dayalı devrimlerin ahlaki bir değeri var mıdır?
2-İmam Hüseyin’in (aç.s9 devrimi bu türden bir devrim miydi yoksa bilinçli bir kıyam mıydı? Acaba bu devrimi meydana getiren etkenler baskılar ve çelişkiler miydi yoksa vicdani ahlaki ve deruni bir etken miydi?
Birinci hususta irade dışı işlerin her ne kadar faydalı da olsa hiçbir değer taşımadığını bilmek yeterlidir. Farz edelim yırtıcı bir hayvan değerli bir insana saldırmak istemektedir. Bilinçsiz bir ok atıcı bir ok atarak yırtıcı hayvanı öldürmekte ve o değerli insanın canın kurtarmaktadır. Bu durumda insan hedefsiz ok atıcının işini övemez. Zira bu kimse yaptığı iş hakkında herhangi bir bilince sahip değildir. Dolayısıyla da onu övmek gerçekçi olamaz.
Toplumsal infiallerde daha büyük bir ölçüde bu kategoride değerlendirilmektedir. Özgürlük ve irade yoksunu devrimciler bir dağı sarsan ve ardından seller akıtan ama deruni baskılar ve sınıf çelişkileri sebebiyle harekete geçmiş kimseler gibidir. Dolayısıyla böyle bir işin ahlaki bir değeri yoktur.
İspanyanın fethinde bu topraklara giren İslam ordusu komutanı bütün gemilerin yakılmasını emretti. Yetecek az bir miktar dışında tüm yiyeceklerin denize dökülmesini istedi. Daha sonra İslam komutanı orduya şöyle seslendi: “Arkanızda derya önünüzde ise güçlü bir düşman! Burada durmanız sizin için ölüm demektir.” Bu durumda savaşmaktan ve İspanyayı fethetmekten başka bir çare kalmamıştı. Dolayısıyla hep birden ilerlediler. Burada komutanın yaptığı iş herkes tarafından övülmektedir. Zira komutan özgürlüğünü düşman karşısında tehlikeye soktu ama böyle bir zafer ahlaki açıdan övülemez ve değerli bir iş olarak kabul edilemez. İnsanı kavşak noktasında tutan ve faziletli yolu hürriyet ve özgürlükle seçtiren bir iş olarak ahlaki değer taşıyabilir. Bütün kapıların kapandığı, tercih hakkının olmadığı ve zorla yapılan bir iş ahlaki bir iş olamaz.
İmam Hüseyin (a.s) ve bilinçli kıyam
İmam Hasan (a.s) öldükten sonra İmam Hüseyin (a.s) ve taraftarlarının kalbinde devrim başakları filizlendi. İmam Hüseyin (a.s) mazlum kardeşinin şahadetinden Muaviye’nin ölümüne kadar sürekli olarak muhalefet içinde bulunuyor ve her yerde Muaviye’yi rüsvay etmeye çalışıyordu. Muaviye’nin İslam ümmeti üzerindeki cinayetlerini sıralıyor ve bazen mektup yoluyla kıyam edeceğine dair tehdit ediyordu. Muaviye öldükten sonra imam Hüseyin’in (asç.9 hareketi daha da belirli bir şekilde belirginleşti. İmam Hüseyin (A.s) Müslümanları çeşitli yollarla kıyam ve devrime davet ediyordu. İmam Hüseyin (a.s) çok ince örgütlenmeye dayanan düzenlemeler yapıyor ve ümmeti kendisiyle birlikte harekete davet ediyordu. Dolayısıyla İmam Hüseyin’in (a.s) kıyamını bilinçsiz bir kıyam olarak adlandırmak ve ahlaki değerlerden yoksun devrimlerden biri saymak mümkün müdür? Şimdi de İmam Hüseyin’in (a.s) kıyamının bilinçli bir kıyam olduğunu tarihi kanıtlarını açıklamaya çalışalım:
1-Yezid için biat alınırken İmam’ın (a.s) yaptığı konuşma.
Muaviye İmam Hasan’ı şehit ettikten sonra tehdit ve satın alma yoluyla bir grup şahsı Yezid’e biat etmeye ikna etti. İmam Hüseyin (a.s) bu durumda Muaviye’ye şöyle hitap etti: “Yezid’in kemali ve iş bilirliği hakkında yaptığın açıklamaları işittim. Sen bu yolla halkı saptırmak istiyorsun. Adata tanınmamış bir kimse hakkında konuşuyorsun. Adeta bizim bilmediğimiz bir şeyi anlatıyorsun. Oysa Yezid bu iş hakkındaki konumunu ve liyakatini ifşa etmiştir. O güvercin ve köpeklerle oynayan bir kimsedir. O sürekli olarak kadınlarla eğelenmekte, çalgı aletleri çalmakla meşgul olmaktadır. En iyisi bu işten vazgeç ve günah yükünü daha da ağırlaştırma.[2]
2-İmam’ın Muaviye’ye Mektubu
İmam Hüseyin (a.s) Muaviye’ye bir mektup yazarak salihleri sahabenin büyüklerini ve Hz. Ali’nin (a.s) takva sahibi dostlarını katlettiğini ve böylece büyük cinayetler işlediğini söyledikten sonra şöyle buyurmuştur: “Ben birtakım özürler sebebiyle senin aleyhine kıyam etmediğim için Allah’tan korkuyorum. Zira bu özürlerin Allah katında kabul görmemesinden çekiniyorum.”
İmam Hüseyin (a.s) son olarak şu hatırlatmada bulunmaktadır: “Senin bağışlanmaz günahlarından biri de şarap içen ve köpeklerle oynaşan Yezid için halktan biat toplamandır.”[3]
3- İmam Hüseyin’in (a.s) Mina topraklarında yaptığı konuşma
İmam Hüseyin (a.s) Muaviye’nin hükümetinin son zamanlarında Mina’da Beni Haşim’in büyük şahsiyetlerinin Allah resulünün ashabının ashabın çocuklarının ve tabiilerin bulunduğu dokuzyüzden fazla kimse arasında belgesel bir konuşma yaparak İslam ülkesine hakim olan Emevi sultası hakkında bir konuşma yapmış ve onlardan bu konuşmalarını diğer herkese ulaştırmasını istemiştir. Orada bulunan büyük şahsiyetlerden bu konuşmalarını yazmasını ve batanlarına döndükten sonra da halkı görüşlerinden haberdar kılmasını istemiştir. İmam Hüseyin (a.s) konuşmasına Muaviye ile başlamış ve Muaviye’nin İslam ümmeti, özellikle de Hz. Ali’nin (a.s) taraftarları hakkında yaptıkları cinayetleri hatırlatmıştır.
Ravi şöyle diyor: İmam Hüseyin (a.s) bu konuşmada risalet hanedanı hakkındaki ayetleri ve Peygamberin Ehl-i Beyt hakkındaki sözlerini hatırlatarak Mekke, Medine ve diğer topraklarda İslam’ın dayanakları konumunda olan büyük şahsiyetlerden bu sözlerini onaylamalarını ve şahit olmalarını istedi. Daha sonra onlara yemin içtirerek bu hakikatleri imanlı ve sorumlu bireylere ulaştırmalarını istedi. Böylece orada bulunan herkes İmam Hüseyin’i (a.s) yemin ederek onayladı.[4]
Bütün bunlardan da öte İmam Hüseyin (a.s) sekiz Zilhicce günü haccını Umrey-i Müfrede’ye dönüştürdü. Büyük bir halk kitlesine hitap ederek hac merasimine katılmaktan neden vazgeçtiğini bildirdi. Mekke’ye doğru harekete doğru harekete geçeceğini söyledi ve açık bir şekilde şöyle buyurdu: “Ölüm bir gelinin kolyesi gibi insanın boynuna asılmıştır. Ben Yakub’un Yusuf’a duyduğu aşk ile atalarıma katılmaya gidiyorum. Şahadete eriştiğimi ve çöl kurtlarının (Ben-i Ümeyye’nin) bedenimi parça parça ettiklerini görüyor gibiyim. Bu yolda kan vermek ve Allah ile görüşmek isteyenler harekete hazır olsunlar ben sabah erkenden yola çıkacağım.”[5]
İmam Hüseyin (a.s) bu konuşmanın yanı sıra yol esnasında KErbela’da ve Aşura gecesinde bir çok konuşmalar yapmış, dostlarını kalmak veya gitmek hususunda özgür bırakmıştır. Şimdi bütün bunlara rağmen İmam Hüseyin’in (a.s) devrimini ahlaki değerlerden yoksun bir patlama devrimi olarak görmek doğru mudur?
Görüldüğü kadarıyla İmam Hüseyin’in (a.s) devrimi bilinçli bir devrim olmuştur.
Zalim ve fasit yöneticinin hükümeti
İmam Hüseyin’in (a.s) kıyamının sebeplerinden biri de sözde İslam hükümetinde ortaya çıkan sapıklıklardır. Elbette Yezid’in hükümeti bu sapıklıkların başlangıcı değildir. İslam devleti bir takım sahabe tarafından asıl yörüngesinden çıkartıldı ama bu sapıklıklar ilk yıllarda fazla belli değildi. Zira ilk halifeler bir çok bidatlara rağmen toplumsal adaleti ayakta tutmaya çalışıyor gözüküyordu. Ama üçüncü halifeden sonra bu görüntü değişmeye başladı. Sapıklıklar çoğaldı ve toplumsal uçurumlar büyüdü. Öyle ki İslam ve peygamberin azılı düşmanı olan ve sadece zahirde Müslüman gözükerek İslam saflarına sızan Ebu Süfyan gibisi halifenin bulunduğu bir toplantıda açık bir şekilde şu ifadeleri kullanma cesaretini göstermişti: “Hilafet Ben-i Ümeyye’nin eline geçtiğine göre artık dört elle sarılın ve elden ele dolaştırın. Hilafetin Ben-i Ümeyye’den çıkmasına izin vermeyin. Ebedi olarak çocuklarınızın elinde dolup dolaşsın. Biliniz ki ne cennet vardır ve ne de bir cehennem.”[6]
Bu küstahça tavsiyeler konuşmacının dinsizliğini ve küfrünü göstermektedir. Aynı zamanda hükümet üyelerinin sapıklığını ve cahiliye döneminin karanlık atmosferini gözler önüne sermektedir.
Ebu Süfyan bu sözleri sebebiyle kınanmadı. Hatta tavsiyeleriyle yavaş yavaş amel edildi. Çok geçmeden Ebu Süfyan’ın amcasının oğlu olan halife İslam adına yüzde yüz Emevi olan bir yönetim oluşturdu ve İslam ülkesinin bütün makamlarını dünya perest akrabalarının eline verdi. İlk iki halife döneminde İslam’ın zahirini korumak için valiler, hakimler ve yöneticiler emanet ve liyakat üzere seçiliyordu. Ama Osman’ın hilafeti döneminde yegane ölçü Ben-i Ümeyye hanedanına mensup olmaktı. Bugünkü tabirle ilişkiler kurallara üstün gelmişti.
Hz. Ali’nin (a.s) ilahi hilafeti Osman’ın katlinden sonra bu zulümleri ve ayrımcılığı ortadan kaldırdı. Ama bu ilahi hilafet kısa sürdüğü için Emevi zulmü kökten sökülüp atılamadı. Hz. Ali’nin (a.s) şahadetinden sonra Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye İslam ülkesinin hakimiyetini ele geçirdi Ziyad Amr b.As, Semere ve Mervan gibi zalim valileri Müslümanların namus, mal ve beytülmaline egemen kıldı. Hicr b. Adiyy, Reşid-i Hicri, Amr b. Hamk ve benzeri binlerce hak ve özgürlük taraftarı kimseler zulümle savaştığı ve Ehl-i Beyt’in (a.s) yolundan sapılmasına karşı çıktığı ithamıyla feci bir şekilde katledildi.
Muaviye yirmi yıllık hükümeti döneminde fesat ocağı ve Emevilerin pis ağacının meyvesi olan oğlu Yezid’in hükümetinin temellerini güçlendirdi. Muaviye öldükten sonra hicri altmışıncı yılın Recep ayının ortasında dini terbiyeden yoksun, cahiliye kinini taşıyan ve Bedir, Uhud ve Ahzab savaşlarının acısı sebebiyle İslam ve Peygambere karşı düşmanlık içine bulunan bir kimse hilafeti ele geçirdi. İslam risaletinin mazharı kanunların ve hududların mecrası, Müslümanların fikirlerinin temsilcisi ve İslam toplumunun ruhunun tecessümü olması gereken hükümet Muahammedi vahyi ve risaleti inkar eden ve atası Ebu Süfyan gibi düşmanlık içinde bulunan aşağılık bir kimsenin eline geçti.[7]
Muaviye’den sonra Hıristiyan öğretileri üzere terbiye edilen ve bu dine meyleden bir kimse iş başına geçti. Bu kimse cahil, şehvet perest diktatör, ayyaş, insani kemallerden yoksun bir kimse hilafetin başına oturdu. Babası Muaviye ile arasındaki tek fark babasının münafıkça zevahire riayet etmesi ama oğlunun gurur sebebiyle nifak perdesini yırtması, gerçek çehresini göstermesi ve kutsal değerleri açıkça çiğnemesiydi. Yezid şarap içiyor ayyaşlık meclislerine katılıyor korkusuzca şu şiirleri okuyordu: “Ey şarapçı dostlarım! Ayağa kalkınız. Güzel sesli kızların nağmesine kulak veriniz. Kadehleri kaldırınız, çalgının güzel nağmesi beni ezan sesini işitmekten alıkoyuyor. Ben cennet hurilerini şarap kadehinin kalan dibiyle değiştirmeye hazırım.”[8]
Yezid’in şarabı helal kabul eden görüşü hakkındaki meşhur şiiri ise şudur: “Eğer şarap bir gün Ahmed’in dininde haram kılınmışsa sen onu Mesih b. Meryem’in dini üzere iç.”[9]
Yezid’in sarayı fesat ve günah yuvasıydı. Bu sarayın kötü etkileri Mekke veMEdine2nin kutsal çevresine kadar varmıştı.[10]
Bu şartlar altında her ne kadar kendisinin ve aziz yakınlarının şahadeti ve ailesinin esareti pahasına da olsa İmam Hüseyin (a.s) peygamberin öğretileri üzere sessiz kalmayı haram ve kıyamı farz görmüştü. Nitekim peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “ Her kim Allah’ın haramını helal sayan, ilahi sözleşmeyi bozan, Allah Resulünün sünnetine muhalefet eden ve Allah’ın kulları hakkında zulüm ve günah üzere davranan bir sultanı gördüğü halde söz ve ameliyle ona karşı çıkmayan kimseyi zalim sultanla aynı yerde karar kılması Allah’ın üzerinde bir haktır.
[1] Porseşha ve Pasuhha, Ayetullah Cafer Subhani, s. 221-234
[2] İbn-i Kuteybe, el-İmame ve’s Siyase, c. 1 s. 170
[3] A.g.e, s. 165
[4] Kitab-u Selim b. Kays, s. 183-186
[5] Luhuf, s. 41
[6] İStiab, c. 4, s. 78 ve Şerh-u Nehc2il Belağa, İBn-i Ebi’l Hadid, c. 3, s. 443
[7] El-Bidaye ve’n Nihaye, s. 197 ve Mekatil’ul Talibiyyin, s. 120
[8] Tezkiret’ul Hevas, s. 291
[9] Tetimmet’ul Münteha, s. 43
[10] Muruc’uz Zeheb, c. 3, s. 277