Cafer Bendiderya
O yıl son haclarını yapacaktı gerçek inananlar, bu onların veda haccı olacaktı Şehitler Serveriyle. Peygamberin nur-i didesi bu haccın alışılmışlardan çok farklı olduğunu beyan etmişti. Medine’den ayrılırken şöyle açıklamıştı bu farklılıkları:
1- Ceddimin ümmetini ıslah etmek;
2- Marufu emretmek;
3- Münkerden sakındırmak;
4- Ceddim Resulullah (s.a.a) sünnetini ve babam Ali b. Ebitalib’in yolunu ihya etmek.
Hacda ıslah yapılmalıydı, Allah’ın emirleri uygulanmalı ve uygulatılmalı, yasaklarından sakınılmalıydı. Resul-i Ekrem (s.a.a) ve Ehl-i Beyti’nin sünneti buydu. Ancak bununla hac anlam kazanırdı. Ölü kalpleri diriltmek, ondaki pasları silmek gerekirdi.
Bu hac gerçekten apaçık, net ve can alıcı mesajlar içermekteydi. Peygamberimizin gelişiyle İslam’ın zuhurundan sonra belki de bu ikinci kez ilahi değerlerinin ihyasıydı. Nihayet; “Ben sizi Allah’ın kitabına ve Peygamber’in sünnetine davet ediyorum” diyerek bu yolculuktaki amacının ne olduğunu açıklıyor ve sonra, “Zira Peygamberin sünneti ortadan kaldırılmış ve yerine bidatler konulmuştur” diyerek bu davetinin sebebini açıklıyor. Peşinden, “Eğer sözümü kabul eder ve beni dinlerseniz sizi hidayet yoluna yöneltirim” buyurarak bu hareketin sonunda hidayetin bulunduğunu anlatıyor insanlara. Hidayet yoluna Ancak Allah’ın kitabı ve Peygamber Efendimizin sünnetine uyulmasıyla gidilebilirdi; bu hidayet yolunun gemisinin kaptanı İmam Hüseyin’di. Ancak onun tuttuğu meşaleyle ve onun sürdüğü gemiyle kurtuluş sahiline varılabilirdi. Bu, ağzından çıkan her kelime ilahi bir vahiy olan Allah Resulü’nün (s.a.a) buyruğuydu ve muhakkak aksi olmayacaktı. Öyleyse bu gemiden ayrılanlar boğulmayı, bu meşalenin ışığında ilerlemeyenler zifiri karanlıklarda uçsuz bucaksız ebedî uçurumlara düşmeyi beklemeliydiler. Akıl almaz türlü türlü tehlikeler bekliyordu onları; bunu bilmeliydiler.
Bu hac yolcuğunun imamı, cennet gençlerinin efendisi Hz. Hüseyin’di. Kufe halkı İmam’dan bu hacda kendilerine imamlık yapmasını istemişlerdi. Ancak şundan gafillerdi ki, bu imamlık ona zaten Allah ve Resulü tarafından verilmişti; Allah onu bu makama layık görmüştü. Dolayısıyla İmam Hüseyin (a.s) Medine’den ayrılmadan önce Peygamberimizin mezarını son bir kez ziyaret edip vedalaşmak istediğinde, “Selam olsun sana ey Allah’ın elçisi! Ben senin yavrun, kızın Fatıma’nın oğlu Hüseyin’im. Ben ümmetin arasında onların hidayet ve önderliği için senin halife kıldığın torununum” sözüyle bu imamet ve hilafetin kendisine ilahî bir veri olduğunun altını çiziyor. İmam (a.s) onların bu gerçekten gaflet edip yazdıkları mektuba verdiği cevapta Allah’a yeminle gerçek imamın şartlarını şöyle sıralıyor:
1- Allah’ın kitabıyla amel eden,
2- Adalete sarılan,
3- Hakka boyun eğen;
4- Kendisini sadece Allah’a adayan kimse.
Gerçek imamın özellikleri bunlardı; Allah’ın kitabına aykırı davrananların, adaletli davranmayanların ve hakka teslim olmayanların Müslümanlara imam olamayacağını, bu gibi kişilerin imamlık için gerekli şartlara sahip olmadıklarını, insanların bu iki imam arasında seçim yapmak zorunda olduklarını vurgulamıştı hareketinin başında. Bu şekilde onları daldıkları gaflet uykusundan uyandırmaya çalışmaktaydı.
Her biri bir yerden katılmıştı bu aşk yolculuğuna. Kimi Medine-i Münevvere’den, kimi Mekke-i Mükerreme’den. Kimi Kufe’den ve kimi de yol üzerindeki menzillerden gelmişlerdi Kerbela minasına, kurbanlarını kesmek için. İhram elbisesi yoktu üzerlerinde. Çünkü kızıl kanlarını ihram olarak giyeceklerdi Kerbela’da. “Lebbeyk” nidalarıyla ilahi davete koştular hep birlikte. “Canımızla, ruhumuzla ve tüm varlığımızla emre amadeyiz” diyorlardı lebbeyklerle. Bir sözleşmeydi bu lebbeykler, bir muameleydi. Hiç bitmeyecek, tükenmeyecek ebedi bir karşılık vardı bu muamelede; sunulan teklif paha biçilmezdi: “Allah müminlerden canlarını satın almıştır; şöyle ki onlara cennet vardır…” Bu can pazarında karşılık olarak vaat edilen değer onları yüce sevgilinin veçhine götürecekti; cennet ve ondaki nimetler değildi hedefi O’nun rızası ve hoşnutluğuydu asıl önemli olan.
Niyetler yapılıp telbiyeler söylendi. Fakat Mekke’de yarım bırakıldı bu Hüseynî hac. Bu haccın Sefası, Mervesi, Minası, her şeyi farklıydı. Nihayet Hüseynî haccın tamamlanması için hareket edilecekti Kerbela’ya.
Şehitler Serveri İmam Hüseyin (a.s), “Herkes bilsin ki, bizim uğrumuzda canından geçmeye ve Allah’a ulaşmak yolunda kendisini feda etmeye hazır olanlar bizimle birlikte hareket etmelidir.” buyurarak bu hacdan kimsenin geri kalmaması gerektiğini vurgulayarak bu hacda Ehl-i Beyt için ve Allah yolunda can feda etmek gerektiğini bildirmişti hareket etmeden önce. Likaullaha kavuşmak için bu fedakârlık şarttı.
Kıran haccına niyet edilmiş olacak ki, kurbanlıklar ta Resulün (s.a.a) Medine’sinden getirilmişti. Kerbela minasında kurban olacakları oradan bellenmişti. En güzel kurbanlar seçilmiş, kurban nişanesi konmuştu üzerlerine. Yoldaki menzillerde gören herkes biliyordu onların Kerbela minasında kurban olacaklarını. Meşhur bir sünnet vardı Müslümanlar arasında: Kurbana kurban edilmeden önce su içirme sünneti. Belki bilmiyorlardı görenler onların kurban edilmeden önce onlara su içirilmeyeceğini, tahmin edemiyorlardı; şayet, akıllarından bile geçiremiyorlardı bunu. Sonuçta Müslümanların uyduğu bir sünnetti bu. Hem de böyle seçkin kurbanlara ve böyle bir kutsal mekânda… Aslında o mekâna o kutsallığı kazandıran bu kurbanlardı. Çünkü bu kurbanlar daha hareket etmeden muamelesi yapılmıştı; Allah’ın malıydı onlar.
Mekke de susuzdu Kerbela da. Hani Hz. İbrahim (a.s) İsmail’ini o susuz çöle bırakınca. “Rabbim, ben kendi soyumdan olan evlatlarımı namazı ikamet etsinler diye susuz bir çölde bıraktım” diye arzetmişti. Şehitler Serveri de namazı ikame etmek için gelmişti susuz çöle. Hem de bir tane değil 72 kurbanla. Kendisi de defalarca ikame etmişti namazı o çölde. Yarenleri de katılmıştı bu aşk yolculuğuna göğüslerini siper ederek. Hani oklar göğüslerine isabet etmişti de öğle namazında “Allah-u Ekber” tekbiriyle küçümsemişti ölümü Hüseyin yarenlerini. Sadece “Allah” vardı gözlerinde, yalnız o idi. Onun dışında herkes ve her şey küçüktü; hatta yoktu… O son namazında tekbir için ellerini kaldırınca o yüce sevgiliden başka her şeyi arkasına atmıştı cennet gençlerinin efendisi. O haşyet ve huzur dolu namazında cemaatin sevabını almak için İmam Hüseyin’le namaza duranlar gözlerine ve göğüslerine isabet eden oklarla cemaatten ayrılınca diğerleri katılmıştı cemaate sevaptan mahrum olmamak için. Namazın ihya olması, ayakta durması için Hüseynî kana gerek vardı o çölde.
Evet, Hz. Hüseyin (a.s) bu şekilde ikame etmişti namazı Kerbela çölünde…
Orada zemzem yoktu haliyle. Namazın ebedi olarak ikame edilmesi için yapılan bu fedakârlığa daha farklı bir şekilde karşılık verilmeliydi. Daha farklı bir şekilde serinletilmeliydi bu susuz ciğerler. Bu, ab-ı hayat Resul’ün ve Emirulmüminin’in eliyle içirilen Kevser suyundan başka ne olabilirdi ki?
Hac farizasında yapılması gereken 7 tavaftır. Hz. Hüseyin’in (a.s) Kerbela’da tavafı da farklıydı, bilmiyorum kaç tavaf yaptı o susuz çölde? Ama kesin yedi değildi, en az yetmişti. Çünkü 72 kurban vardı Kerbela’da. Her kurban için bir şavt yaptığını düşünsek gene yetmişten az değildi yaptığı tavaflar.
Çadırları Sefa yapmıştı İmam Hüseyin (a.s) Kerbela’da; meydan da Merve’si olmuştu onun. Sefa ile Merve arasında sa’y etmesi gerekiyordu. Kimi zaman takatsiz dizleriyle yürüyerek ve kimi zaman da koşarak gidiyordu Merve’ye.
O ki, “Ben ölümü saadet, zalimlerle birlikte yaşamayı ar bilirim.” buyurmuştu Kerbela Mina’sından. O halde, Sefayla Merve arasında sa’yını tamamlayarak uğurlamalıydı bu saadet yolcularını. En son kendisi de Merve’de tamamlayacaktı sa’yını zaten… Bu saadet kafilesinin öncüsüydü ne de olsa…
Arafat’ta onlara irfan kazandırmaya çalışmıştı, Allah’ı tanıma, Peygamberi tanıma, İmamı tanıma ve kendilerini tanıma irfanı, inanç irfanı.
Meş’ar’da onlara şuur kazandırmak istedi; özgürlük ve hürriyet şuuru, insanlık şuuru, kulluk ve ibadet şuuru…
Kerbela haccında gösteriş yoktu, riya yoktu, her biri defalarca kalburdan geçirilmiş, süzülmüş ve sınanmışlardı Kerbela’ya varmadan. Sadece ihlâs vardı orada. Onun için o susuz çöle ektiği ve gözyaşlarıyla suladığı tohumların yere kök salacağını, kökünün asla sarsılmayacağını ve dallarının ise gökyüzüne yükseleceğini çok iyi biliyordu. Bu zeytin ağacı kıyamete kadar tükenmeyecek bereketli meyveler verecekti elbet.
Kerbela haccı bir takım kavramları, mana ve mefhumları çağrıştırıyordu. Fedakarlık, dinî değerlerin ihyası için can verme, susuzluktan neredeyse kuruyup gitmek üzere olan İslam fidanını kanla sulama, sefa, samimiyet, vazife ve vazifeyi yerine getirme kavramlarını çağrıştırıyordu Kerbela haccı. Ve yine sessizlik perdelerini yırtıp haykırmaktı Kerbela; zulme, haksızlığa, samimiyetsizlik ve fesada, ilahî, insanî, toplumsal ve bireysel değerleri hiçe sayıp ilahî emirleri apaçık bir şekilde ayaklar altında çiğnemeye karşı haykırış, direnç ve sebattı.
Şehitler efendisi Hz. İmam Hüseyin (a.s) bu aşk vadisine vardığı zaman, “Kerb ve beladan Allah’a sığınırım” buyruğuyla anlatıyordu Kerbela’nın ne olduğunu. Evet, bela diyarıydı Kerbela haccı…
Neyin belası?!
Dürüstlüğe karşı sahtekârlığın belası, adalete karşı zulmün, aydınlığa karşı ona düşman olan karanlığın ve karanlıklarda cirit atan yarasaların belası, dünyada hür yaşamaya ve ahirette hür olmaya karşı köleleştirme belası.
Bir aşktı Kerbela haccı…
Nerede aşk varsa bela da vardı; belasız aşk düşünülebilir mi hiç? Aşka müptela olan tabii ki belaya da müptela olmuştur. Sanki aşkın bedeliydi bela. Bela ise kerb ve hilenin sonucuydu Kerbela’da. Sevgide zirveye varmanın gereği idi bela. “Bir dağ bile bizi sevse muhakkak, ama muhakkak belaya uğrar” buyurmuyor mu İmam Cafer Sadık (a.s)? Yeryüzünün çivisi olan ruhsuz bir dağ, o heybet ve ağırlığıyla belaya uğradığı yerde nedir ki insan? Dağ sevginin bedelini ödüyorsa muhakkak insan da ödeyecekti.
Evet, bela aşkın bedelidir…
Aşk ise maşukta bütünleşmektir; bir olmaktır, onunla yaşamak ve onunla ölmektir. Aşk sarmaşıktır Arapçada; görmüşsünüzdür sarmaşığı muhakkak. Sarılı verir bir nesneye sıkıca. Maşukundan ayırmak istersen yaşayamaz, soluverir çabucak. İki isim ve iki ruh olsa da görünüşte, birdir; tek bir bedendir. Ve aslında tek bir ruhtur. Madem aşk vardı, bela da kaçınılmazdı. Aşkla bela iç içeydi Kerbela haccında…
Türlü belalara müptela olan âşıklar bütünleştiler maşuklarıyla teker teker… Ve sıra o en büyük aşığa geldi…
Kerbela meydanında son kurbanını verdikten sonra eteğini çırpmıştı; o susuz çölde sayısız tavaflar yapıp Safa ile Merve arasındaki sa’y yaptıktan sonra haccını tamamlamak için o da canını kurban etmeliydi; o da kesilmişti takattan… Ama bu yorgunluktan değildi. Aşk divanında yorgunluk diye bir kavram yoktu çünkü. Onu takattan kesen şey maşukun hicranı, onun ayrılığıydı. O da değerli babası gibi bir an önce, “Ka’be’nin rabbine and olsun kurtuldum” demek istiyordu şayet. Bu nedenle, kanlı ihramıyla şöyle raz-u niyaz ediyor:
“Allah’ım! Muhtaçken seni çağırıyor, fakirken sana yöneliyor, korkarken sana sığınıyor, kederliyken (senin karşında ağlıyor), güçsüzken senden yardım diliyor ve seni yeterli bilerek sana tevekkül ediyorum.”
Ve canını canana teslim etmeden önce kurbanlık duasını okuyor:
“Bismillahi ve billahi ve fi sebilillahi ve ala milleti resulillah…”