Musa AYDIN
Bilindiği gibi Ehlibeyt mektebinin “imamet” konusunda ileri sürdüğü en önemli delillerden ve naslardan birisi “Gadîr-i Hum” hadisidir. Bu hadis Sünnî kaynaklarda da geniş bir şekilde nakledilmiştir. Ancak birçok Sünnî âlim, Ehlibeyt mektebinin bu hadisten imamet konusunda çıkardığı sonucu kendilerine göre çürütmek için çeşitli yollara baş vurmuşlardır. Bazıları hadisin senedinde sorun olduğunu ileri sürmüş, bazısı sahih olsa bile mütevâtir olmadığını iddia etmiş, bazısı tarihî açıdan doğru olamayacağını, zira o sırada Hz. Ali’nin Yemen’de olduğunu ispatlamaya çalışmış, bazısı ise bu yolla istediği sonuca varamayacağını görünce hadisin müfredatını (mevlâ kelimesi gibi) kendi istekleri doğrultusunda tevil etmeye kalkışmış, bazısı ise hadisin bazı bölümlerini kabul, bazısını reddederek amacına ulaşmayı yeğlemiş, bazısı ise hadisi bir yana bırakmış, hadisin dışında bazı dayanaklara dayanarak hadisin doğru olamayacağını veya ondan çıkarılan sonucun yanlış olduğunu ispatlamaya uğraşmışlardır. Biz bu yazıda önce bu olayı ve onunla ilgili hadisi sadece Sünnî kaynaklara dayanarak[1] kısaca nakledip daha sonra Sünnî âlimlerin yukarıda bahsettiğimiz itirazlarını teker teker ele alıp detaylı bir şekilde cevaplamaya çalışacağız.
Önce Ehlisünnet kitaplarında Gadîr-i Hum’la ilgili rivayetlerin bazısını nakledip asıl mevzuumuza geçeceğiz. Elbette bu konudaki rivayetlerin hepsini nakledip tahlil etmek bizim konumuzu aştığı için daha detaylı ve kamil bilgi isteyen kardeşlerimize iki değerli eseri tavsiye ediyoruz. Arapça bilen kardeşlere Merhum Allâme Emînî’nin dev eseri “el-Gadîr”in 1. cildine, Arapça bilmeyen kardeşlere ise, Abdulkadir Çuhacıoğlu kardeşimizin değerli eseri “el-Hasâis” kitabının tercüme ve şerhindeki “Gadîr Hadisleri” bölümüne müracaat etmelerini tavsiye ediyoruz.
1- İmam Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde şöyle nakledilmektedir: Abdullah bize babasından, o da Affân’dan, o da Hammâd b. Seleme’den, o da Ali b. Zeyd’den, o da Adiy b. Sâbit’ten, o da Berâ’ b. Âzip’ten şöyle nakletmiştir:
“Biz, bir yolculukta Resulullah (s.a.a) ile birlikteydik. ‘Gadîr-i Hum’ denen yerde konakladık. Hepimizin toplanması için çağrı yapıldı. İki ağacın altı Allah Resulü için temizlendi. Allah Resulü öğle namazını kıldıktan sonra Ali’nin elini tuttu ve şöyle buyurdu: ‘Acaba benim her mümine kendi nefsinden daha evlâ olduğumu (üzerinde velâyet ve tasarruf hakkına sahip olduğumu) bilmiyor musunuz?’ (Müslümanlar,) “Evet biliyoruz.” dediler. Bunun üzerine Ali’nin elini tuttuğu hâlde şöyle buyurdu: ‘Ben kimin mevlâsı isem, Ali onun mevlâsıdır. Allah’ım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol!’ Sonra Ömer (b. Hattâb) Ali’nin karşısına geçip ona, ‘Ne mutlu sana ey Ebû Talib’in oğlu, her mümin erkeğin ve her mümine kadının mevlâsı oldun!’ dedi.”
Bu hadis Müsned-i Ahmed b. Hanbel’de takriben on beş yerde ve bazı yerde birkaç senetle nakledilmiştir ki biz bir tanesiyle yetiniyoruz.[2]
2- Hâkim Nişâburî “Müstedrek’üs-Sahihayn” kitabında Gadîr Hadisi’ni hemen hemen aynı muhtevayı taşıyan değişik tabirlerle ve kitabının muhtelif yerlerinde nakletmiştir. Örneğin şöyle diyor: Ebû’l-Hüseyin Muhammed b. Ahmed b. Temîm Hanzalî bize Bağdât’ta, Ebû Kilâbe Abdulmelik b. Muhammed er-Rakkâşî’den, o da Yahyâ b. Hammâd’dan, o da Ebubekir Muhammed Ahmed b. Babeveyh ve Ebubekir Ahmed b. Cafer-il Bezzaz’dan, o ikisi de Abdullah b. Ahmed b. Abdullah’tan, o da babasından, o da Yahya b. Hammad’dan; yine bize Ebû Nasr Ahmed b. Sehl (Buhâr’a Fakihi), Salih b. Muhammed (Hafız Bağdâdi)’den, o da Halef b. Sâlim Mahremî’den, o da Yahyâ b. Hammâd’dan, o da Ebû Avâne’den, o da Sabit’ten, o da Ebû Tufeyl’den, o da Zeyd b. Erkam’dan şöyle nakletmiştir:
“Allah Resulü (s.a.a) Vedâ Haccı’ndan dönerken Gadîr-i Hum denen yerde indiğinde, diken ağaçlarının altının süpürülüp temizlenmesini emretti. (İnsanlar yerleştiğinde) şöyle buyurdu: ‘Öyle gözüküyor ki ben Allah tarafından kendi indine çağırılmışım ve ben de icabet etmişim (vefatım yaklaşmıştır). Hiç şüphesiz ben sizin aranızda iki ağır-paha biçilmez emanet bıraktım. Onlardan biri diğerinden daha büyüktür, Allah’ın kitabını (Kur’ân’ı) ve İtretim’i (Ehlibeyt’imi). Bakın benden sonra onlara nasıl davranacaksınız? Şüphesiz onlar, (Kevser) havuzu başında bana varıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar.’ Sonra şöyle devam etti: ‘Muhakkak ki Allah Azze ve Celle benim mevlâmdır, ben de her müminin mevlâsıyım.’ Sonra Ali’nin elinden tuttu ve şöyle buyurdu: ‘Ben kimin mevlâsı isem, bu (Ali) da onun velisidir. Allah’ım onu seveni sev, ona düşmanlık besleyene düşman ol!...’ Ve hadisi sonuna kadar zikretmiştir. Bu hadis Buhârî ve Müslim’in şartlarına göre sahihtir. Ama onlar hadisi sonuna kadar nakletmemişlerdir.”[3]
Evet Sahîh-i Müslim’de bu hadisin sadece bir bölümü nakledilmiştir.
3- Hâkim Nişâburî bu hadisi naklettikten sonra aynı hadisi başka senetlerle de nakletmektedir; ancak o nakillerde, hadisteki “Ben kimin mevlâsıysam, bu (Ali) da onun velisidir.” cümlesinden önce şu ilâve de mevcuttur: “Sonra üç defa buyurdu: Benim müminlere kendi nefislerinden daha evlâ olduğumu biliyor musunuz?” “Evet.” diye cevap verdiklerinde şöyle devam etti: “Ben kimin mevlâsıysam, Ali onun mevlâsıdır.”[4]
4- İbn-i Mâce kendi Sünen’inde şöyle yazıyor: Ali b. Muhammed bize Ebû-l Hüseyin’den, o da Hammâd b. Seleme’den, o da Ali b. Zeyd b. Ced’ân’dan, o da, Adiy b. Sâbit’ten, o da Berâ’ b. Âzip’ten şöyle rivayet etmiştir: “Allah Resulü’nün yaptığı hacda, biz de onunla birlikteydik. Yolun bir yerinde inip insanların toplanmasını emretti ve Ali’nin elinden tutarak şöyle buyurdu: ‘Ben müminlere onların kendilerinden daha evlâ değil miyim?’ ‘Evet.’ dediklerinde şöyle devam etti: ‘Ben her mümine kendi nefsinden daha evla değil miyim?’ Yine “Evet.” dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: Bu (Ali), ben kimin mevlâsı isem onun velisidir. Allah’ım, onu seveni sev; Allah’ım, ona düşman olana düşman ol!”[5]
5- Tirmizî de aynı manayı içeren bir rivayeti kendi Sünen’inde nakletmiştir.[6]
Önceden değindiğimiz gibi Ehlibeyt mektebi, diğer birçok aklî ve naklî delilin yanı sıra, “Gadîr Hadisi” diye meşhur olan bu hadisi de, Hz. Emir’ül-Müminin Ali’nin (a.s) Resulullah’tan (s.a.a) sonra ilk halife olması gerektiğine güçlü bir delil ve nass olarak görmektedir. Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi Ehlisünnet âlimleri çeşitli açılardan buna karşı çıkmış ve Şia’nın bu hadisten çıkardığı sonucu çürütmeye çalışmışlardır. Biz bu makalede bu itirazları sırasıyla ortaya koyup cevaplamaya çalışacağız inşaallah:
1- Sünnî âlimlerden bir kısmı bu hadisin senetlerinin doğru olmadığını, bir kısmı ise senedi doğru bile olsa mütevâtir olmadığını ileri sürerek onu gölgelemeğe çalışmışlardır. Örneğin Kadı Azududdin Îcî “el-Mevâkıf” kitabında şöyle diyor: “Biz bu hadisin sahih olduğunu inkâr ediyoruz. Onun zarurî (mütevâtir) olduğunu söylemek ise delilsiz bir iddiadır. Hadis erbabının çoğu onu nakletmediği hâlde nasıl mütevâtir olabilir?”[7]
İbn-i Hacer Heysemî ise şöyle diyor: “Şia, imamet için getirilen delillerin mütevâtir olması gerektiğinde müttefiktir. Oysa bu hadisin mütevâtir olmadığı malûmdur. Zira hadisin sahih olup olmadığı ihtilâflıdır ve hadisin sahihliğine itiraz edenlerden bir kısmı hadis ilminin öncülerinden sayılmaktadırlar; Ebû Davud Sicistanî, Ebû Hâtem Râzî gibi. Demek ki bu hadis âhâd bir hadistir ve sahihliğinde ihtilâf edilmiştir.”[8]
İbn-i Hazm ve Teftâzânî de benzer şeyler söylemişlerdir.[9]
Cevap: Bize göre tarihten ve hadisten az buçuk haberdar olan bir kimse için, bu eleştirinin hiçbir sağlam dayanağının olmadığı ve taassuptan, önyargıdan kaynaklandığı açıktır. Yoksa bu hadisi inkâr etmek, sofistlerin hissiyatı inkâr etmesi veya İslâm tarihinin meşhur olaylarını (Bedir, Uhûd savaşları gibi) inkâr etmek gibi bir şeydir. Bizim amacımız bu konuyu bir makaleye sığdırmak olduğu için, detaylara girmeden, hadisin senet ve kaynaklarıyla ilgili genel ve kaba bilgiler vereceğiz. Daha geniş ve detaylı bilgi isteyenler şu kaynaklara baş vurabilirler:
a) el-Gadîr (Allâme Emînî)
b) Abekât’ül-Envâr (Mîr Hâmid Hüseyin)
c) İhkâk’ul-Hak (Şehid Kâdî Nurullah Şuşterî)
d) el-Hasâis Şerhi (A. Çuhacıoğlu) Kevser Yayınları.
İhkâk’ul-Hak kitabında “Gadîr Hadisi”nin mütevâtir olduğunu itiraf eden 14 büyük Sünnî âlimin isimleri verilmektedir. Ezcümle: Suyûtî, Cezrî, Celâleddin Nişâbûrî, Türkmanî, Zehebî…”[10] İbn-i Hazm da aynı şeyi söylemiştir.[11]
Merhum Allâme Emînî, büyük Sünnî âlimlerden, Gadîr Hadisi’nin çeşitli tarik ve senetlerinin sahihliğine itiraf eden 43 kişinin isimlerini kaynaklarıyla birlikte vermiştir. Ezcümle: Sa’lebî, Vâhidî, Fahrettin Râzî, Suyûtî, Kâdî Şevkânî ve…[12]
Yine otuz Sünnî müfessirin adını veriyor ki, hepsi Tebliğ Ayeti’nin Gadîr-i Hum olayında indiğini ve Gadîr Hadisiyle alâkalı olduğunu kabul etmişlerdir. (Tirmizî, Tahavî, Hâkim Nişâbûrî, Kurtubî, İbn-i Hacer Askalânî ve …)
Tebliğ Ayeti şudur: “Ey Resul, sana indirileni tebliğ et (insanlara ulaştır)! Ve eğer bunu yapmazsan peygamberliğini tebliğ etmemiş gibi olursun. Ve Allah seni insanlardan koruyacak.” (Mâide, 67)[13]
İhkâk’ul-Hak kitabında ise Gadîr Hadisi, Ehlisünnet’in elli muteber kaynağından nakledilmiştir. Ezcümle: Sünen’ül-Mustafa, Müsned-i Ahmed, Hasâis-i Nesâî, İkd’ul-Ferîd, Hilyet’ül-Evliyâ…[14]
Şimdi Merhûm Allâme Emînî’nin eserine dayanarak büyük Sünnî âlimlerden bazılarının Gadîr Hadisi hakkındaki görüşlerini aktarmaya çalışacağız:
Ziyâüddin Mukbilî: “Eğer Gadîr Hadisi kat’î değilse, demek ki dinde kat’î olan hiçbir şey yoktur.”
Gazâlî: “Müslümanların cumhuru, Gadîr Hadisi’nin metni üzerinde icmâ’ etmişlerdir.”
Bedahşî: “Sözüne itibar edilmeyecek mutaassıp ve inkârcı kimsenin dışında, Gadîr Hadisi’nin doğruluğunda kimse tereddüt etmez.”
Âlûsî: “Gadîr Hadisi bizim yanımızda sabit olan sahih bir hadistir ve hiçbir sakıncası yoktur. Hem Resulullah’tan (s.a.a), hem de Hz. Ali’den mütevâtir bir şekilde nakledilmiştir.”
Hâfız İsfahânî: “Gadîr Hadisi 100 sahabî tarafından nakledilen sahih bir hadistir ki, Aşere-i Mübeşşere de onların içindedir. Hâfız Sicistânî onu 120 sahabîden ve Hâfız İbn’ül-Alâ Hemedânî ise 150 sahabîden nakletmişlerdir.”[15]
Hâfız İbn-i Hacer Askalânî, Tehzîb’üt-Tehzîb kitabında, Gadîr Hadisi’nin bazı tariklerini ve bazı râvilerini açıkladıktan sonra şöyle diyor: “İbn-i Cerir Taberî Gadîr Hadisi’nin senetlerini tek kitapta toplamış ve onun sahih bir hadis olduğuna hükmetmiştir. Ebu’l-Abbâs İbn’ül-Ukde de bu hadisi 70 veya daha fazla sahabîden nakletmiştir.”[16]
Yine Sâhih-i Buhârî’nin şerhi olan Feth’ül-Bârî kitabının yazarı şöyle diyor: “Ben kimin mevlâsıysam, Ali onun mevlâsıdır.” hadisini, Tirmizî ve Nesâî gibileri nakletmiştir. Bu hadisin çok fazla senet ve tarikleri vardır ki, bunların hepsini İbn-i Ukde müstakil bir kitapta bir araya toplamıştır. Bu tarik ve senetlerin çoğu sahih veya hasendir. İmâm Ahmed b. Hanbel’den bize şöyle nakledilmiştir: Hz. Ali’nin faziletleri hakkında bize nakledildiği kadar hiçbir sahabî hakkında (fazilet) nakledilmemiştir.”[17]
Kundûzî-yi Hanefî, Gadîr Hadisi’ni muhtelif senetlerle ve muhtelif kaynaklardan naklettikten sonra şöyle diyor: “Meşhur tarih sahibi Muhammed b. Cerir Taberî, Gadîr Hadisi’ni 75 tarikten nakletmiş ve bu konuda ‘el-Vilâye’ isimli bir kitap yazmıştır. Yine Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Muhammed b. Said b. Ukde, yazdığı müstakil bir kitapta bu hadisi 150 tarikten nakletmiştir.”[18]
Hâfız Muhammed b. Muhammed b. El-Cezrî ed-Dimeşkî, “Münâşede Hadisi” diye meşhur olan Hz. Ali’nin (a.s) Gadîr Hadisi ile ettiği ihticâcı naklederken şöyle diyor: “Bu hadis, hasen bir hadistir ve bu rivayet (münâşede) mütevâtir bir şekilde Hz. Ali’den (a.s) nakledilmiştir. Nasıl ki Gadîr Hadisi de mütevâtir bir şekilde Hz. Resulullah’tan nakledilmiştir. Birçok grup onu başka birçok gruptan nakletmişlerdir. Dolayısıyla bu hadisi taz’if edenlerin sözüne itina edilmemelidir; zira onların esasen hadis ilminden doğru düzgün haberleri yoktur.”[19]
Gerçi “Buhâri” ve “Müslim” bu hadisi tümüyle sahihlerinde nakletmemişlerdir. (Sadece Müslim, kısa bir bölümünü Zeyd b. Erkam’dan nakletmiştir.) Fakat bu, Gadîr Hadisi’nin sağlamlığına halel getirmez. Zira bu iki kitapta nakledilmediği hâlde, hatta Buhârî ve Müslim’in şartlarına göre sahih olan onlarca hadis gösterilebilir. Bundan dolayı da onlara kaç tane “Müstedrek” yazılmıştır ki, Hâkim Nişâbûrî’nin Müstedrek’i bunların en genişidir. Kaldı ki bütün sahih hadisler, sadece Buhârî ve Müslim’de bulunanlardan ibaret olsaydı, o zaman başka “Sihâh” kitaplarının yazılmasına gerek kalmazdı. Oysa onlardan sonra yazılan birçok Sihâh ve Sünen kitapları vardır. Evet hiçbir münsif âlim veya araştırmacı yoktur ki, Buhârî ve Müslim’le kendisini başka kitaplardan müstağni görsün. Hatta Buhârî ve Müslim’in kendileri de, kitaplarında topladıkları hadislerin sahih olduğunu, ama bütün sahih hadislerin onlardan ibaret olmadığını ve başka birçok sahih hadisi, bazı nedenlerden dolayı kitaplarına almadıklarını açıkça itiraf etmişlerdir.[20]
Buna ilâveten Merhum Allâme Emînî, Gadîr Hadisi’ni Buhârî ve Müslim’in hadis hocalarından sayılan 29 kişiden nakletmiştir.[21]
Ne kadar ilginçtir ki, Gadîr Hadisi’ne bu eleştiriyi getiren İbn-i Hacer bile kitabında şöyle yazmaktadır: “Gadîr Hadisi, hiçbir şüphe götürmeyecek sahih bir hadistir ki Tirmizî, Nesâî ve Ahmed b. Hanbel gibi âlimler, onu çeşitli senetlerle nakletmişlerdir; bu cümleden 16 sahabî onu nakletmiştir. Hatta Ahmed b. Hanbel, sahabeden otuz kişinin bu hadisi duyduğunu ve naklettiğini ve Hz. Ali’nin hilâfetinde ihtilâf çıktığında bu hadisi duyduklarına şahâdet ettiklerini söylemiştir.”[22]
Aynı kitabın bir başka yerinde yine şöyle diyor: “Gadîr Hadisi’ni, sahabeden otuz kişi Resulullah’tan (s.a.a) nakletmişlerdir ve onun senetlerinin çoğu sahih veya hasendir.”[23]
Demek ki, İbn-i Hacer gibi hadisin sıhhatini eleştirenler bile kendi söylediklerine inanmadığını itiraf etmekte ve aynen şöyle yazmaktadır: “Hadisin sıhhatini reddedenlerin sözüne itina edilmemelidir.”[24]
Muasır yazarlardan da birçoğu Gadîr Hadisi’ni kendi kitaplarında nakletmişlerdir. Ahmed Zeynî Dehlân, Muhammed Abduh, Abd’ül-Hâmid Alûsî, Ahmed Ferid Rıfâî, Ömer Farrûh gibi…[25]
Son olarak şunu da hatırlatmak gerekir ki, Şia’nın imamet de dahil itikadî konularla ilgili hadislerde mütevâtir olmayı ve kesinliği şart koşması doğrudur. Ve Gadîr Hadisi Şia kaynakları açısından mütevâtir ve kat’îdir. Hatta Ehlisünnet âlimlerinden birçoğunun da, kendi kaynaklarındaki nakilleri dikkate alarak bu hadisin mütevâtir olduğunu itiraf ettiklerine daha önce değinmiştik. Ancak şunu bilmek gerekir ki, hatta bu tevâtür söz konusu olmasaydı dahi, Ehlisünnet’in bu açıdan Şia’ya itiraz hakkı yoktur. Zira onlar, imameti usûl-i dinden değil furû-i dinden saydıkları için, hadisin senedinin sahih olmasını yeterli görüyorlar; dolayısıyla hadisin mütevâtirliğini onlara ispat etme mecburiyetinde değiliz.
* * *
2- Gadîr Hadisi hakkına ortaya atılan ikinci eleştiri ve itiraz, Kâdı Azudduddin’in de yazdığı gibi şudur: Vedâ Haccı sırasında Hz. Ali Mekke’de değil, Yemen’deydi. Böyle bir durumda, bu hadis onun hakkında nasıl doğru olabilir?[26]
Cevap: Bu eleştiri de yine bizzat Sünnî âlimlerinin birçoğu tarafından reddedilmiştir. Örneğin Seyyid Şerif Curcânî, Îcî’nin el-Mevâkıf kitabını şerh ederken, onun yukarıdaki sözünü naklettikten sonra şöyle diyor: “Bu görüş ve eleştiri reddedilmiştir. Zira, faraza Ali’nin Gadîr-i Hum’da bulunmaması, Gadîr Hadisi’nin sıhhatini zedelemez. Çünkü gerçi bu hadisin bazı nakillerinde Resullullah’ın Hz. Ali’yi yanına çağırdığı ve elini yukarıya kaldırdığı gibi cümleler yer almaktadır, ancak birçok nakilde de bu cümleler yer almamaktadır.”[27]
İbn-i Hacer ise bu eleştirinin cevabında şöyle demektedir: “Gadîr Hadisi’ni sahih bilmeyenin veya Hz. Ali’nin o sırada Yemen’de olduğunu iddia ederek Gadîr Hadisi’ni gölgelemeye çalışanın sözüne itibar edilmez. Zira Hz. Ali’nin Yemen’den döndüğü ve haccı Resulullah’la birlikte yerine getirdiği sabittir.”[28]
Gerçi Hz. Ali’nin Yemen’den döndüğü ve Vedâ Haccı’nda Resulullah’la birlikte hac yaptığı tarihî açıdan kesindir, ancak yine de merak edenlerin merakını gidermek için bu gerçeği açık bir şekilde ortaya koyan birkaç meşhur Sünnî kaynağın ismini vermek istiyoruz. Tarih-i Taberî’de (c.2, s.205), İbn-i Kesîr el-Bidâyet-u ve’n-Nihâye isimli kitabında (c.2, s.184, aynı cildin 132. sayfasında da Hz. Ali’nin Yemen’den dönüşünü çeşitli kaynaklara dayanarak vermiştir), İbn-i Esîr el-Kâmil kitabında (c.2, s.302).
* * *
3- Gadîr Hadisi hakkında Sünnî âlimlerin ileri sürdükleri diğer bir eleştiri ve itiraz (belki de en önemli ve yaygın olanı), hadiste bulunan “mevlâ” kelimesiyle ilgilidir. Lügat kitaplarında bu kelime için birçok mana zikredilmiştir; “evlâ”, “yardımcı”, “amca oğlu”, “komşu”, “sözleşen”, “köle azat eden” ve… Şia âlimleri birçok şahit ve karineye dayanarak (ki bunları ileride aktaracağız inşallah) bu kelimenin “evlâ” ya da başka bir tabirle velâyet sahibi, velî ve yönetici anlamına geldiğini söylemektedir. Bazı Sünnî âlimleri ise bunu “dost” veya “yardımcı” anlamına tutmuş, buna gerekçe olarak da hadisin devamında geçen, “Allah’ım, onu seveni sev ona düşman olana düşman ol; ona yardımcı olana yardımcı ol, onu yalnız bırakanı, yalnız bırak!” şeklindeki duayı göstermişlerdir. Yine, “Evlâ manasına olamaz; zira Arapça’da ‘mef’al’ vezni, ‘ef’al’ manasında kullanılmamıştır!” demişlerdir.
Büyük ihtimalle bu sözü ilk olarak Fahrettin Râzî Nihâyet’ül-Ukûl kitabında ortaya atmış, daha sonra da başkaları ondan alıp nakletmişlerdir. Örneğin Kâdı Azududdin Îcî, el-Mevâkıf kitabında şöyle diyor: “Gadîr Hadisi’ndeki ‘mevlâ’ kelimesinden maksat yardımcıdır; zira ondan sonra gelen ‘Allahumme vâli men vâlâhu’ duasında bu manada kullanılmıştır. ‘Mevlâ’ kelimesinden ‘evlâ’ manasının kastedilmiş olması doğru değildir; çünkü ‘mef’al’ vezni, ‘ef’al’ manasında kullanılmamıştır.”[29]
İbn-i Hacer ise şöyle diyor: “Biz, ‘mevlâ’ kelimesinin, Şia’nın kastettiği manada olduğunu kabul etmiyoruz. Zira hadisteki ‘mevlâ’ kelimesinin manası yardımcıdır. Evet bu kelime birçok manada kullanılmıştır; ‘köle âzâd eden’, ‘azat olmuş köle’, ‘işlerde tasarruf hakkına sahip olan’, ‘yardımcı’, ‘sevilen’ ve… Eğer hadiste ‘mevlâ’yı ‘sevilen’ anlamında kullanırsak, bu mana hem bize göre doğrudur, hem de Şia’ya göre; zira Hz. Ali hem bizim sevdiğimiz bir kimsedir, hem de onların. Ama ‘mevlâ’ kelimesinin ‘imâm’ anlamında kullanıldığı, ne şeriat açısından görülmüştür, ne de lügat; şeriatta kullanılmadığı açıktır ve delile gerek yoktur, lügatte ise lügat âlimlerinden hiçbirisi ‘mef’al’ vezninin ‘ef’al’ manasında kullanıldığını söylememiştir.”[30]
Diğer Sünnî âlimlerinin çoğu da benzer şeyleri tekrarlayıp durmuşlardır.
Cevap: Gerçi lügat kitaplarında 27’ye yakın mana, içinde “evlâ” kelimesi de olmak üzere “mevlâ” için nakledilmiştir; ancak bunların içerisinde asıl olan “evlâ” manasıdır. Merhum Allâme Eminî, el-Gadîr kitabında bu 27 mananın hepsini zikrettikten sonra, onların her birisinde bir türlü evleviyet (öncelik) yönünün olduğunu ve bu yüzden “mevlâ” kelimesinin onlarda kullanıldığını ispatlamaya çalışmıştır. Her halükârda böyle olsun veya olmasın, “mevlâ” kelimesinin “evlâ” manasına kullanıldığı, İbn-i Hacer ve Îcî gibilerin iddiasının aksine, kesindir. Onların kullanılmadığı iddiasının asılsızlığı o kadar açık ve yersizdir ki, “Çelebî” el-Mevâkıf kitabına yazdığı haşiyesinde, Îcî’nin yukarıda naklettiğimiz sözünün altına şöyle dipnot düşmüştür:
“Îcî’nin bu iddiası reddedilmiştir; zira ‘mevlâ’ kelimesinin ‘mütevellî’, ‘emir sahibi’, ‘tasarrufta evlâ olan (tasarruf etme önceliğine sahip olan)’ manalarında kullanıldığı Arap lügatinde yaygındır. Ebû Ubeyde demiştir ki: ‘Kur’ân-ı Kerim’de, ‘Bugün artık ne sizden, ne de inkâr edenlerden fidye kabul edilir; varacağınız yer ateştir. O (ateş) sizin mevlânızdır.’ (Hadîd, 15) ayetinde geçen ‘mevlânızdır’ kelimesi, ‘size evlâdır’ demektir.’ Resulullah’tan nakledilen ‘Hangi kadın ki mevlâ’sının izni olmadan nikahlanırsa, nikahı batıldır.’ hadisinde geçen ‘mevlâ’ da, ‘kadına evlâ olan ve onun adına tasarruf ve yetki sahibi olan’ anlamındadır.”
“Şunu da belirtmemiz gerekir ki, mevlâ kelimesinin evlâ anlamında kullanılmasının manası şudur ki mevlâ, sıfat manası içeren bir isimdir, kendisi sıfattır demek değildir. Dolayısıyla, ‘Eğer mevlâ, evlâ anlamında ise, neden evlâ kelimesi yerinde kullanılamıyor?’ itirazı da yersizdir.”[31]
Evet Ebû Ubeyde’nin tespiti tamamen isabetlidir. Aksi taktirde ateşin diğer zikredilen anlamlarda “mevlâ” olması nasıl düşünülebilir?!
Allâme Mîr Hâmid Hüseyin, dev eseri Abekât’ül-Envâr kitabının bir buçuk cildini, sadece bu konuya, yani mevlâ kelimesinin evlâ anlamında kullanıldığını itiraf eden lügatçi ve âlimlerin görüşlerine ve onların güvenirliğini ortaya koyan belgelere ayırmıştır.[32] Merhum Allâme Emînî de Arap edebiyatının öncülerinden sayılan birçok âlimin bu gerçeği itiraf ettiklerini isimleri ve eserleriyle birlikte vermektedir; Ferrâ’, Sicistânî, Cevherî, Kurtubî, İbn-i Esîr ve …[33]
Ebû Ubeyde’nin sözlerinde de geçtiği gibi hadislerde de mevlâ kelimesi evlâ anlamında kullanılmıştır; örneğin şu hadisi birçok lügat âlimi şahit olarak göstermiştir: “Mevlâsının izni olmadan nikâhlanan kadının nikâhı batıldır.”[34] Görüldüğü gibi bu hadiste kadının mevlâsı, onun velisi ve onun adına tasarruf hakkına sahip olan anlamındadır.
İşte bu yüzden Sahîh-i Müslim’de şu rivayet nakledilmiştir: “Köle kendi efendisine mevlâ diye hitap etmesin; zira mevlâ Allah’tır.”[35] Evet asıl mevlâ (insanlar üzerinde söz sahibi ve tasarruf hakkına sahip olan), Allah-u Tealâ’dır.
Zamanının el-Ezher şeyhi olan büyük âlim Merhûm Selim Bişrî de, Merhûm Allâme Şerefuddin ile bu konuyu müzakere ettikten sonra mektubunda aynen şöyle yazıyor: “Ben yakin ediyorum ki Gadîr Hadisi’nde geçen mevlâ kelimesi, sizin dediğiniz manada (evlâ) kullanılmıştır.”[36]
Şunu da ilâve etmemiz gerekir ki, Merhum Mîr Hâmid Hüseyn’in de dediği gibi İbn-i Hacer ve diğer bazılarının iddiasının aksine “mevlâ” kelimesi “mahbûb” (sevilen) anlamında meşhur ve muteber lügat kitaplarının hiçbirisinde nakledilmemiştir. Örneğin şu kaynaklara bakılabilir:
“Sihâh’ül-Lüga, Kamûs’ul-Lüga, Fâik en-Nihâye, Mecma’ul-Bihâr, Tâc’ül-Mesâdir, Müfredât’ül-Kur’ân, Esâs’ül-Belâğa, el-Mağrib, Misbâh’ül-Münîr.”[37]
Bizce bunların hepsinden daha önemli olan şey, Allah Resulü’nün (s.a.a) bu sözü dile getirdiğinde hangi manayı kastetmesi ve bunu duyan muhatapların o ortam ve şartlarda bu kelimeden ne anladıklarıdır. Bunu delil ve karineleriyle tespit ettikten sonra, hatta lügat ehli daha sonra mevlâ için bu manayı zikretmeselerdi dahi, bizim amacımıza bir halel getirmezdi. Önemli olan sözü söyleyen ve bunu duyanların ondan neyi kastettikleri ve neyi anladıklarıdır.
Şimdi Allah’ın lütfuyla Resulullah’ın ve muhataplarının bu kelimeden evlâ anlamını anladıklarını gösteren önemli karineleri açıklamaya çalışacağız.
a) Resulullah (s.a.a)’in ashabından olan ve Gadîr-i Hum’da hazır bulunan şâir ve edip sahâbî Hassân b. Sâbit[38], Allah Resulü’nün okuduğu Gadîr hutbesinden sonra izin alıp bu olayı şiirleştirdi ve mealen şu manalara şiirinde yer verdi:
Gadîr-i Hum gününde seslendi nebileri / Kulak verip dinledi cümlesi o serveri.
“Mevlânız kimdir?” dedi, “Ve de size peygamber?” / Sessiz kalan olmadı, haykırdılar beraber:
“İlâh’ın Mevlâ’mızdır, sen de bizim nebimiz / Velâyet karşıtına rastlamazsın şüphesiz.”
İşte o an seslendi: “Kalk ayağa ya Ali! / Benden sonra imamsın, sensin hidâyet yolu.”
“Ben kime Mevlâ isem, velisi Ali onun / Onu gönülden sevin, ona sıdk ile uyun.”
Sonra “Allah’ım!” dedi, “Sev Ali’yi seveni / Ona düşman olanın düşmanı ol İlâhî!”
Merhûm Allâme Emînî, Hassân b. Sâbit’in bu şiirini Ehlisünnet’in 12 ve Ehlibeyt mektebinin 26 kaynağından nakletmiştir ki, arzu edenler dipnotta verdiğimiz adrese müracaat ederek bu kaynakları görebilirler.[39]
b) Kays b. Sa’d b. Ubâde de bu konuyu şiirleştirmiştir ki şiirinin iki beyti şöyledir:
Ve Ali bizim imamımızdır, başkasının da / İmamıdır, buna vahiy inmiştir
O gün ki Nebî dedi: “Ben kime mevlâ isem / Bu Ali’dir onun mevlâsı.” Ne güzel hutbeydi o!
Allâme Eminî bu şiiri de on iki kaynaktan nakletmiştir.[40]
c) Amr b. Âs da Hz. Ali’ye karşı beslediği onca kin, haset ve düşmanlığa rağmen, Muâviye ile arasında geçen bir zıtlaşma ve inatlaşma sırasında, Muâviye’yi kızdırmak için Hz. Ali’nin methinde uzunca bir kaside söylemiştir ki, biz konumuzla ilgili birkaç beytini vermekle yetiniyoruz:
Gadîr-i Hum günü minbere çıktı / Kafile dağılmadan, emri tebliğ eyledi.
“Ben size nefislerinizden daha evlâ değil miyim?” / “Evet” dediler, “Ne istersen onu yap.”
İşte o zaman müminlerin emirliğini Allah’tan taraf / Verdi Ali’ye; verdi ona halifeliği ilâhî bir atâ olarak
Ve dedi ki: “Ben kime mevlâ idiysem, bugün / İşte bu Ali de onun velisidir; ne güzel veli!...”
Amr b. Âs’ın bu şiirini de Allâme Emînî sekiz Sünnî ve Şiî kaynaktan nakletmektedir.[41]
Allâme Emînî daha birçok Arap şair ve edebiyatçının ismini veriyor ki, hepsi Gadîr Hadisi’ndeki “mevlâ” kelimesinden “evlâ” manasını anlamışlardır.[42]
d) Hepsinden önemlisi, Hz. Ali’nin (a.s) kendisi Muâviye’ye yazdığı bir şiirinde aynı manayı dile getirmiştir ki, bir beyti şöyledir:
“Benim için kendi velâyetini size farz kıldı / Allah’ın Resulü, Gadîr-i Hum Günü…”
Bu şiiri de yine Merhûm Allâme Emînî, on bir Sünnî ve yirmi altı Şiî kaynaktan nakletmektedir.[43]
Görüldüğü gibi bu olayı bizzat yaşayan ve Arap edebiyatında zamanlarının önde gelen isimlerinden olan sahâbîler, “mevlâ” kelimesinden, evlâlık, velâyet ve tasarruf hakkı, imamet ve halifelik gibi manaları anladıklarını şiirlerinde açık bir şekilde ortaya koymuşlardır.
e) Yine bu iddiamızı teyit eden önemli karinelerden birisi de ashâbın, ezcümle Ebubekir ve Ömer’in aynı manayı anladıklarını tebriklerinde ortaya koymalarıdır ki, birçok kaynakta takriben şu manayı ifade eden cümlelerle Hz. Ali’yi tebrik etmişlerdir: “Ne mutlu sana, ne mutlu sana, ey Ebûtalib’in oğlu, benim ve her mümin ve müminenin mevlâsı oldun!”
Merhum Allâme Emînî, bu tebrik olayını da altmış Sünnî kaynaktan nakletmiştir ki Müsned-i Ahmed, Tarih-i Taberî ve Müsennef-u Ebî Şeybe bunlardan birkaçıdır.[44]
Gerçekten eğer “Ali de onun mevlâsıdır.” cümlesinden, dost veya yardımcı kastedilmiş olsaydı, bunun tebrik edilmesi son derece abes kaçmaz mıydı?!
f) Mevlâ kelimesinden velâyet ve evlâlık anlamının kastedilmiş olmasını teyit ve tasdik eden bir diğer karine, olaya şahit olan bazı münafıkların buna şiddetli bir şekilde karşı çıkmasıydı ki, Hâris b. Nu’mân el-Fihrî olayı meşhurdur. Öyle ki adam Resulullah’a gelerek, “Eğer bu olay Allah tarafından gerçekleşmiş ise, Allah’tan isteyin bana azap nazil eylesin!” demiş ve bunun üzerine başına taş düşüp helâk olmuştur. Bu olay birçok Sünnî ve Şiî kaynakta zikredilmiştir ki, Allâme Emînî bunu otuz Sünnî kaynaktan nakletmektedir.[45]
Şimdi insaflı bir şekilde bu olay üzerinde düşünelim. Acaba gerçekten Hâris gibilerini gazap ve galeyana getiren Hz. Ali’nin dostluğunun veya yardımcılığının ilân edilmesi miydi? Eğer bu ise, bundan önce Allah Resulü defalarca Hz. Ali’nin muhabbeti ve sevilmesi gerektiği hakkında açıklamalarda bulunmuştu. Daha da ilerisi bizzat Kur’ân, Meveddet Ayeti’nde (Şûrâ, 23) Hz. Ali de dahil bütün Ehlibeyt’in muhabbetini ümmete farz kılmıştı. Neden o zaman Hâris ve yandaşları bu kadar öfkelenmemişlerdi?! Demek ki onlar bu kelimeden daha önemli ve hayatî bir sonuç çıkarmışlardı ki bunu hazmedemiyorlardı!
g) Bu konudaki bir diğer şahidimiz şudur ki, ayet-i kerimeden de (Mâide, 67) anlaşıldığı üzere Allah Resulü’nün bazı kaygı ve korkuları vardı. Bu korku ve kaygıların şahsî ve nefsî korkular olmadığı açıktır. Zira Kur’ân’ın açık ifadesiyle peygamberler, ilâhî risâletleri tebliğ hususunda Allah’tan gayrı kimseden korkmazlar: “Onlar (Peygamberler), Allah’ın gönderdiklerini tebliğ ederler ve O’ndan korkarlar ve Allah’tan başka kimseden korkmazlar…” (Ahzâb, 38-39)
Evet hadislerin de beyan ettiği gibi Allah Resulü’nün (s.a.a) kaygı ve korkusu, birçok insanın haset, taassup vb. sebeplerden dolayı Hz. Ali’nin hilâfetini kabul etmede zorlanacağı, hatta dinden çıkabileceğinden ve çıkacak ihtilâf ve fitnelerden dolayıydı. Ama bilâhare Allah-u Tealâ ayeti indirerek Resulullah’ı rahatlattı ve onu ve misyonunu koruyacağına dair garanti verdi.
Şimdi eğer gerçekten mevlâ kelimesiyle Allah Resulü Hz. Ali’nin dostluk ve yardımcılığını ilân etmeyi amaçlamış olsaydı, bunun korkulacak ve kaygılanacak bir tarafı olabilir miydi?!
Yine hemen hatırlatalım ki Merhûm Allâme Emînî, Maide 67. âyetin Gadîr-i Hum olayıyla ilgili nazil olduğunu ve Allah Resulü’nün kaygısının bunu ilân etmekten dolayı olduğunu, Ehlisünnet’in otuz kaynağından nakletmektedir.[46]
h) Öte yandan Merhûm Allâme Mîr Hâmid Hüseyin, büyük eseri Abekât’ül-Envâr kitabında, diğer birçok tarikten Gadîr Hadisi’ni nakletmiştir ki o nakillerde, “Ben kimin mevlâsı isem…” cümlesi yerine şöyle nakledilmiştir: “Ben kime onun nefsinden (özünden) daha evlâ isem, Ali onun velisidir.”[47] Hatta Hemvînî’nin Ferâid’üs-Simtayn kitabındaki nakillerinin birisinde aynen şöyle geçiyor: “Ben kimin özünden ona daha evlâ isem, Ali de ona, onun özünden daha evlâdır!” Resulullah’ın bu sözünden sonra şu ayeti Allah-u Tealâ nazil etti: “Bugün sizin dininizi tekmil ettim…” (Mâide, 3)[48]
Hadis ilminde de açıklandığı üzere, râviler hadisin muhtevasını değiştirmedikleri müddetçe, onu istedikleri kalıba dökerek nakletmekte serbesttirler. Birçok rivayetteki farklılıklar da bundan kaynaklanmaktadır. Evet Gadîr Hadisi’ndeki bu nakiller, râvilerin bu hadisten ne anladıklarını açık bir şekilde ortaya koymakta ve basiret ve insaf sahibi olan bir kimseye “mevlâ” kelimesinden “evlâ” manası kastedildiğini ispatlamada hiçbir bahane ve kaçış yolu bırakmamaktadır.
Bu bölümü İbn-i Hacer Heysemî’nin sözüyle noktalamak istiyoruz. O gerçi önce şiddetle “mevlâ” kelimesinin “evlâ” anlamında olduğuna karşı çıkıyor. Ama birkaç paragraf sonra önce söylediğini unutmuşçasına Ebubekir ve Ömer’in de “mevlâ”dan “evlâ” anlamını anladıklarını söylüyor. Onun sözünün metni şöyledir:
“Eğer Gadîr Hadisi’nde ki ‘mevlâ’nın, ‘evlâ’ manasında olduğunu kabul etsek dahi, ‘evlâ’dan maksadın imamet değil, itaatte evlâ olduğunu söylememiz gerekir. Doğrusu da budur; zira Ebubekir ve Ömer de bu manayı anlamış ve bundan dolayı da ‘Ey Ebutalip oğlu, her mümin ve müminenin mevlâ’sı oldun.!’ demişlerdir.”
* * *
4- Ehlisünnet âlimlerinden bazılarının bu hadise yönelik itirazları ise, Şia’nın mevlâ kelimesini yorumlamak için bir karine ve şahit olarak dayandıkları birkaç cümlenin inkârı şeklinde tecelli etmiştir. Yani hadisin başlarında geçen “Ben size kendinizden daha evlâ değimliyim?” veya “Ben her mümine onların kendilerinden daha evlâ değimliyim?” cümlesi. Örneğin Kâdı Azududdin Îcî şöyle yazıyor kitabında: “Bu hadisin sıhhatini kabul etsek dahi, yine de hadisteki mevlâ kelimesinin evlâ anlamına geldiğini söyleyemeyiz. Zira bu cümleden önceki ‘Ben size kendinizden daha evlâ değil miyim?’ cümlesindeki ‘evlâ’ya dayanarak bunu söylüyorlar. Oysa bu cümleyi râviler rivayet etmemişlerdir.”[49]
Cevap: Birincisi, farzen bu cümle nakledilmeseydi dahi, yine de önceden ortaya koyduğumuz delil ve karineler “mevlâ”nın “evlâ” anlamında olduğunu ispat etmeye yeterlidir.
İkincisi, Îcî’nin iddiasının aksine önceden de bazı örneklerini verdiğimiz gibi bu cümle birçok muteber Sünnî kaynakta nakledilmiştir. Merhum Allâme Eminî Îcî gibilerin inkâr ettiği cümleleri 64 Sünnî âlimden nakletmiştir. Ahmed b. Hambel, Taberî, Zehebî, Beyhâkî, İbn-i Mâce, Tirmizî, Taberânî, Nesâî, Hâkim Nişâburî, Dârekutnî ve ...[50]
Allâme Mir Hamid Hüseyin bu eleştiriyi Fahrettin Râzî’nin Nihâyet’ül-Ukûl kitabından naklettikten sonra cevabında söz konusu cümleleri birçok kaynaktan ve birçok meşhur Sünnî âlimden nakletmiştir. Ahmed b. Hanbel, İbn-i Kesir, Nesâi, Semhûdî, Muttaki Hindî, Taberanî, Semanî ve diğer birçoğundan.[51]
İbn-i Hacer de hadise birçok açıdan itiraz etmesine rağmen bu itirazı yersiz gördüğü için üzerinden geçmiş ve bu cümlelerin sahih rivayetlerde geçtiğini kabul etmiştir.[52]
* * *
5- Bazı Sünnî âlimlerince Gadîr Hadisi’nin delâleti hakkında ileri sürülen bir bahane de şudur ki: Biz Gadîr Hadisi’ndeki “mevlâ” kelimesinin “evlâ” anlamında olduğunu kabul edebiliriz; ancak bu evlâlıktan maksat tasarrufta evlâlık ve velâyet değildir ki bundan imamet ve hilâfet sonucu çıkarılsın. Maksat Ali’ye itaatte ve ona yakınlık aramada evlâlıktır. Bu sözün asıl sahibi zahiren Kadı İci’dir.[53] İbn-i Hacer de bunu gündeme getirdikten sonra şöyle demiştir: “Maksadın evlâlık olduğu kesindir; ancak itaat ve yakınlıkta evleviyettir (başka şeyde değil). Ebubekir ve Ömer de bu hadisten aynı manayı anlamış ve bu yüzden ‘Ey Ebutalip oğlu, benim ve her mümin ve müminenin mevlâsı oldun!’ demişlerdir. Yine Ömer, Ali’ye ‘O benim mevlâmdır.’ dediğinde de aynı şeyi kastetmiştir.”[54]
Cevap: Aslında Gadîr Hadisi’nin tam metni (ki değişik senetlerle nakledilmiş ve biz yazımızın başında bunlardan birkaçına değinmiştik) dikkate alındığında, bu itirazın cevabı kendiliğinden ortaya çıkmış olacaktır.
Evet Allah Resulü (s.a.a.) önce topluluğa hitap ederek, “Ben size kendinizden daha evla değil miyim?” diye soruyor. İnsanlardan “Tabi ki öyledir.” cevabını aldıktan sonra şöyle buyuruyor: “Ben kime kendisinden daha evlâ isem, Ali de ona kendisinden daha evlâdır.” Görüldüğü gibi ilk cümleler daha sonra söylenen söze zemin hazırlama ve delil oluşturma özelliğini taşımaktadır. Eğer hadisin baş tarafındaki “evlâ” kelimesi bir mana taşır ve son tarafında yer alan “mevlâ” başka bir mana taşırsa, bu bir türlü mugalata olur. Örneğin Arapça’da “ayn” kelimesinin çeşitli manaları vardır; aslan, altın, göz, pınar ve … Şimdi birisi bir guruba hitap ederek, “Altın manasını taşıyan ‘ayn’ bir metal değil midir?” der ama olumlu cevap aldıktan sonra da dönüp “Ayn bir metaldir.” diyerek buradaki “ayn”dan da göz manası kastederse, bu ne kadar garip ise, Gadîr Hadisi’nde de aynı kökten olan ve birbirini tamamlayan “evlâ” ve “mevlâ” kelimelerinin farklı manalarda kullanılması da o kadar garip olur.
Meşhur âlim İbn-i Bitrîq’in bu konuda güzel bir sözü var. Diyor ki: “Birkaç evi olan birisi size, ‘Benim filan yerdeki evimi tanıyor musun?’ derse, siz de ‘Evet.’ derseniz, ardından ‘Ben evimi vakfettim.’ derse, burada hiç şüphesiz herkes onun vakfettiği evin önceden işaret ettiği ve adresini verdiği ve muhataplardan tanıdıklarına dair itiraf aldığı ev olduğunda tereddüt etmez. Yine eğer ‘Benim filan kölemi tanıyor musunuz ve benim kölem olduğunu kabul ediyor musunuz?’ derse, siz de ‘Evet.’ derseniz, bu sefer dönüp hemen ‘Ben kölemi azat ettim.’ derse, her akıllı insan tereddüt etmeden onun azat ettiği köleden maksadın az önce bahsini ettiği ve tanıdıklarına dair muhataplardan itiraf aldığı kimse olduğunda tereddüt etmez ve kalkıp da onun hiç bahsi geçmeyen bir kölesi olduğunu söylemez.”[55]
Bu yüzden hadisimizde de Allah Resulü’nün birinci cümlesindeki evleviyetten maksat, aynen birinci cümledeki (Allah ve Resulü’ne ait) evleviyetten başka bir şey olamaz. Evet Allah Resulü, Allah (c.c) ve kendisi için beyan ettiği ve insanlardan itiraf aldığı evleviyet ve öncelik hakkını Hz. Ali için de geçerli saymakta ve ümmete bunu beyan etmektedir ki maksat Allah’ın, dinini kendisiyle tekmil ettiği ve nimetini tamamladığı velâyet ve imamet makamıdır ki, Resulullah (s.a.a) bunu açıkladıktan sonra şöyle buyurdu: “Allah-u Tealâ’nın Ehlibeyt’im için lütfettiği bu azamet ve yücelikten dolayı beni tebrik edin!” Önceden değindiğimiz gibi Ebubekir ve Ömer, Hz. Ali’yi de bundan dolayı tebrik etmişlerdi.[56]
Hassân b. Sâbit de olayı şiirleştirmişti ve bazı münafıklar olayı hazmedemeyip kendilerine azap inmesini istemişlerdi. (Meâric, 1)
Buna ilâveten, farz edelim ki evleviyetten maksat itaat ve yakınlıkta evleviyet olmuş olsun, acaba bu, Resulullah’tan sonra vuku bulan olaylarla örtüşüyor mu? Acaba hilâfet meselesi de dahil birçok konuda Hz. Ali (a.s) itaat eden birisi konumuna mı koyuldu, yoksa itaat edilen mi? Halife seçerken onunla istişare ettiler mi? Onun görüşüne göre hareket ettiler mi? Yoksa muteber tarihlerin hemen hepsinin yazdığına göre halife seçiminde kesinlikle ona haber vermediler ve işi bitirdikten sonra evinin kapısına dayanıp biat istediler ve nice nahoş olayların meydana gelmesine vesile oldular. Hz. Ali ise onların bu seçimine rıza göstermeyip türlü yollarla itiraz ve muhalefetini bildirdi ve yine aynı kaynakların itirafına göre altı ay biatten çekindi; ama hücceti tamamlayıp ve takriben yalnız kaldığını görünce, İslâm’ın maslahatı ve esasının korunması için biat etti veya sustu (Ehlibeyt mektebine göre).
Esasen bir kimsenin itaatte öne geçirilmesi, topluma hâkim olmadan nasıl gerçekleşebilir? Toplumun yönetim mekanizması başkalarının elinde bulunduğu hâlde başka bir kimsenin mutâ (itaat edilen) pozisyonunda olması mümkün olabilir mi?
Bu yüzden bu muhteremlerin bu görüşünü kabul etsek dahi, yine de itaatte evleviyetin en doğal ve mantıklı sonucu velâyet ve hilâfettir, başka bir şey değil.
* * *
6- Bazıları da demişler ki: “Gadîr Hadisi’nin tasarrufta evleviyet (ki sonucu hilâfet ve imamettir) olduğunu kabul etsek dahi, bundan maksat bilâhare halife olacağıdır; üç halifeden sonra, Resulullah’ın hemen ardından değil. Başka bir tabirle, Hz. Ali ancak kendisiyle biat edildiği zaman halife olacaktır. Bu biat ise üç halifeden sonra gerçekleştiği için Gadîr Hadisi Hz. Ali’nin üç halifeden sonraki evleviyetine işaret etmektedir…” Bu şüphe ve itirazı da Fahrettin Râzî ortaya atmış ve ondan sonra gelenlerin bazıları da bunu tekrarlamışlardır. Kadı Azududdin Îcî, [57] Çelebî,[58] İbn-i Hacer,[59] Şeyh Selim Bişrî gibi..[60]
Cevap: Şimdi gerçekten bu evleviyetten böyle bir evleviyet kastedilmişse, bunun Hz. Ali için ne gibi bir fazilet ve ayrıcalık yanı olabilir ki böyle şaaşalı bir merasim düzenlensin, galiz itiraflar alınsın, ardından biatler, tebrikler…
Allah aşkına bunlar abes ve manasız şeyler olmaz mıydı? Aslında böyle bir durumda bu merasimin önceki halifeler, özellikle birincisi için düzenlenmesi ve bu sözlerin onun hakkında söylenmesi daha doğru ve mantıklı olmaz mıydı?
Böyle bir mana kastedilmiş olsaydı, aslında Ebubekir ve Ömer’in Hz. Ali’ye, “Ne mutlu sana benim mevlâm oldun!” demesi yerine, Hz. Ali’nin onlara böyle bir cümleyi söylemesi gerekirdi. Çünkü Hz. Ali hilâfete ulaştığında onlar hayatta değillerdi ki velâyeti onlar için geçerli olmuş olsun; ama Hz. Ali onların hilâfeti altında tam 25 yıl yaşadı. Demek ki bu mantığa göre Hz. Ali onların değil, onlar Hz. Ali’nin mevlâsı idiler!!!
Sonra eğer maksat 25 yıl sonra ve üç ayrı halifenin hilâfetinin ardından üstleneceği hilâfet olsaydı, artık o kadar kaygı ve korkuya ne gerek vardı?
Ayrıca, eğer bu velâyet üç kişinin velâyetinden sonra olacaktıysa, neden o üç kişiye asla değinilmiyor, isimleri verilmiyor? Oysa bu olaylardan dolayı nice ihtilâfların yaşanacağını, kanların döküleceğini biliyordu!
Acaba böyle bir velâyetle mi din tekmil oldu ve nimet ümmete tamamlandı? Acaba böyle bir evleviyetin tebliğ edilmemesi mi risâletin top yekûn tebliğ edilmemesine eşitti?!
Bunlar gibi daha nice sorular sorulabilir ki, basiret ve iz’ân sahibine bu kadarı bile fazladır.
Aslında bu kadar bu cümleleri tevil için uğraşanlara, emin olun ki eğer mevlâ kelimesinin yanına “ba’dî” kelimesini de ekleyip “Ben kimin mevlâsı isem, benden sonra bu Ali onun mevlâsıdır.” deseydi dahi, “benden sonra”dan maksat üç halife sonrası da olabilir. Çünkü o zaman da, Resulullah sonrası sayılır, derlerdi. Hatta eğer “Fasılasız olarak benden sonra Ali halifedir.” buyursaydı dahi rahatlıkla, meselâ Resulullah’ın bu sözü mutlaktır ve bu söz ümmetin icmasıyla kayıtlandırılmıştır. Onun için şöyle mana etmeliyiz: “Ali aralıksız halifedir, şu üç kişi hariç.” diyebilirlerdi!!
* * *
7- Bazılarının ise Gadîr Hadisi hakkında ileri sürdükleri bir diğer itiraz ise şudur: Bu hadisin Hz. Ali’nin hilâfet ve imametine delâlet ettiğini söylersek, o zaman Hz. Ali’nin daha Resulullah (s.a.a) hayatta olduğu zamandan beri imam olduğunu kabul etmemiz gerekir. Zira hadisin metninde “Ali benden sonra imam ve halifedir” diye bir kayıt ve açıklama yoktur. Dolayısıyla bu hadisten öyle bir manayı çıkartmamız gerekir ki, Resulullah (s.a.a) hayatta olduğu zaman bile geçerli olmuş olsun; o da muhabbet, yardım vb. manalardır.
Cevap: Bu itirazın cevabı şudur ki, aslında Hz. Ali’nin hilâfeti Resulullah’ın hayatından itibaren başlamıştır. Ancak bunun fiilen tahakkuk etmesi, Resulullah’ın vefatı şartına bağlıydı. Bu konu aynı vasiyet meselesine benzemektedir. Fakihlerin de fıkıhta beyan ettikleri gibi, bir insan bir mülkü birisi için vasiyet ederse, vasiyet edilen kimsenin mülkiyeti aslında vasiyet anından başlamış oluyor; ancak bunun amelen ve fiilen tahakkuk bulması ve vasiyet edilenin tasarruf imkânı, vasiyet edenin ölümüne bağlıdır. Bu, aslında örfen de insanlar tarafından bilinen ve makul karşılanan bir olaydır. Zira bir yönetici kendi yerine veliaht tayin ettiğinde, kimse veliahdın tayin ediliş anından itibaren yönetici olduğunu zannetmez; çünkü bunun tahakkuk şartının önceki yöneticinin ölümü olduğunu biliyor. Allah Resulü de bu olayın başında, yakında vefat edeceğini beyan etmekle, bu hilâfetin kendisinden sonra başlayacağını ve ümmetin geleceği için yapılan ilâhî bir tasarruf ve durum belirlemesi olduğunu ortaya koymuştur.
* * *
8- Yine bazıları şöyle demiştir: Eğer Allah Resulü (s.a.a) Gadîr Hadisi ile Hz. Ali’nin hilâfetini ümmetini açıklamak istiyor olsaydı, neden “mevlâ” kelimesi yerine açıkça “halife” kelimesi kullanmadı? Bu kelimelerin yerine “mevlâ” kelimesini kullanması, bundan maksadın hilâfet olmadığını gösteriyor.[61]
Cevap: Önce şunu söylememiz gerekir ki, bir insan kafayı tevil etmeye takarsa, âlemde bir türlü tevil edilemeyecek kelime veya cümle yoktur. Yani “mevlâ” yerine “halife” kullanılsaydı da, örneğin şöyle tevil edilecekti: “Evet, Hz. Ali Peygamber’in halifesidir; ama bunun anlamı hemen değil, bilâhare halife oluşudur. Dolayısıyla ondan önce başka birkaç kişinin halife oluşu, bununla bir tezat oluşturmaz.” Nitekim önceki bölümlerde “mevlâ” kelimesini halife ve imam anlamına kabul eden bazılarının benzer bir tevilde bulunduklarını nakletmiştik! Veya diyebilirlerdi ki: “Eevet Hz. Ali Resulullah’ın halifesidir ama yönetimde ve siyasette değil, emanetlerini ve borçlarını vb. eda etmekte halifesiydi.” Nasıl ki bunun benzerini birçokları vasi kelimesini tevil ederken söylemişlerdir!
Kaldı ki Allah Resulü diğer birçok hadisinde Hz. Ali’yi “halifem” ve benzer tabirlerle tanıtmıştır. Acaba eleştiriyi getiren İbn-i Hacer ve benzerleri bunlara ne derler, insan onu merak ediyor cidden.
Aşağıda ismini vereceğimiz kaynaklarda Allah Resulü Hz. Ali hakkında “Benim halifem” tabirini kullanmıştır ki, biz söz uzamasın diye onların metnini nakletmekten vazgeçiyoruz. İsteyenler söz konusu kaynaklara müracaat edebilirler:
- Tarih-i Taberî, c.1, s.541
- Tarih-i İbn-i Esir, c.2, s.62
- Kenz’ül-Ummâl, c.13, s.114
- Müstedrek’üs-Sahihayn (Hâkim Nişâburî), c.3, s.133
- et-Telhis (Müstedrek’in Hamişinde), c.3, s.133
Merhum Allâme Eminî de Allah Resulü’nün Hz. Ali için “Benim halifemdir” dediği sözünü Ehlisünnet’in birçok hadis, tefsir ve tarih kitaplarından nakletmektedir: Ahmed b. Hambel’in Müsned’i, Sa’lebî’nin Keşf’ül-Beyân tefsiri, Suyutî’nin Cem’ül-Cevâmi’ tefsiri, Nesâî’nin el-Hasâis’i gibi…[62]
* * *
9- Bazıları tarafından ortaya atılan bir diğer itiraz ve eleştiri ise şudur ki, bu hadis Hz. Ali’nin ilk halife olmasıyla ilgili ise, neden Hz. Ali veya taraftarları, muhaliflerine karşı bu hadisi delil olarak göstermemişlerdir? Örneğin İbn-i Hacer bu konuda şöyle demiştir: “Gadîr Hadisi Hz. Ali’nin hilâfetine nasıl nass olabilir, oysa ne Hz. Ali’nin kendisi, ne Abbas, ne de başka birisi bu hadise istidlâl etmemişlerdir?! O hâlde, Hz. Ali’nin hilâfeti zamanına kadar bu hadisi delil göstermeyip susmasından, aklı olan herkes Hz. Ali’nin bu hadisi bir nass olarak görmediğini anlar.”[63]
Cevap: Tarih ve hadis kaynaklarından bir nebze haberdar olan herkes bu tür iddiaların batıl ve asılsız olduğunu anlar. Merhûm Allâme Eminî el-Gadîr kitabında Hz. Ali’nin Gadîr Hadisi’yle istidlâl edişinin belgelerini birçok muteber Sünnî kaynaktan ve âlimden nakletmektedir. Örneğin Harezmî’nin “Menâkıb”ından, Hemvinî’nin “Ferâid’-üs Simtayn”ından, Nesâî’nin “Hasâis”inden, Askalânî’nin “el-İsâbesi”nden, Hâfız Heysemî’nin “Mecma’üz-Zevâid”inden, İbn-i Meğâzilî’nin “Menâkıb”ından, Halebî’nin “Siresi”nden ve diğer birçok kaynaktan…[64]
Muhammed b. Muhammed el-Cezrî ed-Dimeşkî de Hz. Fâtıma’nın bu hadisle istidlâl edişini kitabında nakletmiştir.[65]
Yine Kundûzî “Yenabi’ül-Mevedde” kitabında Hz. Hasan’ın Gadîr Hadisi’yle istidlâl edişini nakletmiştir.[66]
Aynı şekilde büyük tâbiî Süleym b. Kays, Hz. İmam Hüseyn’in Minâ’da sahabe ve tâbiîlerden oluşan bir topluluğa okuduğu hutbede Gadîr Hadisi’yle ihticac ve istidlâl ettiğini nakletmiştir.[67]
Daha birçoklarının da bu hadisle istidlâl ettikleri ve onu Hz. Ali’nin hilâfet ve imametine delil olarak gösterdiklerinin belgelerini el-Gadîr kitabında okuyabilirsiniz.[68]
Elbette daha sonra da Hz. Ali’nin sükutu hakkında yapacağımız açıklamada izah edeceğimiz gibi, bu istidlâller hakikati açıklama ve hücceti tamamlama maksadını taşımaktaydı. Bundan dolayı da ispat ve izahında fazla ısrarcı davranmıyorlardı.
Son olarak da Ehlibeyt mektebinin kaynaklarında Hz. Ali’nin muhtelif yerlerde Gadîr Hadisi’ne dayanarak yaptığı istidlâlleriyle ilgili nakilleri vermekten vazgeçtik.
* * *
10- Bir de şöyle demişlerdir: “Gerçi Hz. Ali Haşimoğulları’yla birlikte Ebubekir’in hilâfetinin başında bir müddetliğine ona biat etmekten çekindi; ama bilâhare bir süre sonra Ebubekir’in hilâfetini kabul etti ve ondan sonra da kendi görüş ve düşünceleriyle onlara yardımda bulundu. Eğer Gadîr Hadisi onun hilâfeti hakkında bir nass niteliği taşıyorduysa, başkalarının hilâfeti gâsıbâne olmuş olur. Böyle olunca da Hz. Ali’nin bu hilâfete boyun eğme yerine, ona karşı kıyam etmesi ve hakkını savunması gerekirdi. İbn-i Hacer Heysemî[69] ve Şeyh Selim Bişrî[70] gibi birçok Sünnî âlim bu eleştiriyi ileri sürmüşlerdir. Meselâ Şeyh Selim Bişrî şöyle diyor: “Biz Ebubekir için alınan biatin, istişareye, tefekkür ve araştırmaya dayalı bir biat olmadığını ve aceleye getirilmiş bir hareket olduğunu, Ensar ve reisleri olan Sa’d b. Ubade, Haşimoğulları ve onların Ensar ve Muhacirler’den oluşan taraftarlarının ilk başta biatten çekindiklerini kabul ediyoruz. Ama bilâhare hepsi Ebubekir’in hilâfetine boğun eğip ona razı oldular ve böylece onun hilâfetinde icma hasıl oldu.”[71]
Cevap: Biz bazı Müslümanların Ebubekir’in hilâfetini kabul edip ona biat ettiğini inkâr etmiyoruz. Gerçi bazısı da (Sa’d b. Ubâde gibi) ölünceye kadar direnip biat etmediler; ancak bu, onların hepsinin halifenin hilâfetine razı oldukları ve onun hakkaniyetini kabul ettikleri demek değildir. Bunun başka sırrı ve sebepleri vardır. Örneğin Hz. Ali’nin ilk başlarda biat etmeyip doğru bildiklerini çeşitli vesilelerle açıklayıp hücceti herkese tamamladıktan sonra susması, hatta daha sonra birçok konuda ilmî olarak halifelere yardımcı olduğu doğrudur. Ancak bunun sebeplerini açıklayacak en yetkili şahıs yine Hz. Ali’nin kendisidir. Dolayısıyla biz Hz. Ali’nin (a.s) konuyla ilgili irat ettiği kendi sözlerinden yardım alarak bu hususa açıklık kazandırmak istiyoruz:
Hz. Ali (a.s), Cemel Savaşı’ndan önce yaptığı bir konuşmada şöyle buyuruyor:
“Allah’a yemin ederim ki, Allah-u Tealâ, yüce Peygamberi’nin ruhunu aldığından bugüne kadar, sürekli ben hakkımdan uzaklaştırılmış bulunuyorum...”[72]
Yine kendi hilâfeti döneminde halifeler dönemiyle ilgili bir konuşmasında halifelerin ona ait olan bir hakkı yağmaladıklarını dile getirerek, gözünde diken boğazında kemik kalmış biri gibi bu duruma tahammül ettiğini açıkça dile getirmiştir:
“Allah’a andolsun ki falan kimse (Ebu Kuhafe oğlu Ebubekir), hilâfete göre yerimin, değirmen taşının mili gibi olduğunu bildiği hâlde hilâfeti bir gömlek gibi üzerine giyindi. Oysa sel her zaman benden akar ve hiçbir kuş benim yükseldiğim yüce zirvelere yükselemez. Ben de hilâfetle kendi arama bir perde gerdim, ondan tümüyle yüz çevirdim. Başladım kendi kendime düşünmeye; şu kesilmiş elimle hemen atağa mı geçeyim, yoksa şu kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Öyle bir karanlık ve körlük ki bu, büyüğü tamamıyla yıpratır, küçüğü tümüyle ihtiyarlatır, mümin kimse de Rabbine ulaşıncaya dek bu karanlık körlükte sürekli olarak zahmetten zahmete düşer. Gördüm ki sabretmek akla daha yatkındır, sabrettim. Ama gözümde diken vardı, boğazımda ise kemik. Mirasımın tümüyle yağmalandığını görüyordum.”
Hz. Ali’nin Medine’de kendi hilâfeti döneminde okuduğu bir hutbede neden hakkını almak için kıyam etmediğini de şöyle açıklamıştır:
“Peygamber (s.a.a), bizim aramızdan gittiğinde biz onun vârisi, velileri ve öz soyundan olan yakınlarıyız; artık kimse hilâfet konusunda bizimle niza etmez ve göz dikmez, dedik. Ama beklemediğimiz bir şekilde Kureyş’ten bir grup bizim hakkımıza el uzatarak yöneticilik hakkını bizden aldı ve kendileri sahiplendiler. Allah’a yemin ederim ki, eğer Müslümanların arasında bölünme meydana gelmesi, küfrün tekrar geri dönerek dinin tamamen yok olması korkusu olmasaydı, bugün üzerinde olduğumuz şeyden farklı bir durumda olurduk.”[73]
Hz. Ali (a.s), ikinci halife tarafından kurulan şûrada kendisine hilâfeti vermeleri karşısında, ortaya konulan Ebubekir ve Ömer’in yolunu devam ettirmesi şartını açıkça reddetmiş ve yalnız Allah’ın kitabı ve Peygamber’in sünnetine bağlı kalacağını açıklamıştır. Açıktır ki, Hz. Ali (a.s) (bazılarının dediği gibi) onların Şeyh’ul-İslâmlığını yapmış olsaydı veya onların hilâfetteki yöntemlerini meşru bilseydi, o zaman onların sünnetini bir ölçü olarak reddetmesinin bir anlamı kalmazdı. Yakubî nakletmiştir ki:
Ömer’in kurduğu altı kişilik halife belirleme şûrasında olan Abdurrahman b. Avf, Hz. Ali’yi bir kenara çekerek şöyle dedi:
“Allah bizimle senin aranda şahit olsun ki, kendi hilâfetin döneminde Allah’ın kitabına ve Peygamberi’nin sünnetine ve Ebubekir ve Ömer’in sünnetine uyasın.”
Hz. Ali şöyle karşılık verdi:
“Halife olursam gücüm yettiğince sizlerin arasında Allah’ın kitabı ve Peygamber’in sünnetine uygun olarak davranacağım.”
Abdurrahman sonra Osman’ı bir kenara çekerek aynı sözü ona da dedi, Osman onun isteğini hemen kabul etti. Tekrar Hz. Ali’ye aynı teklifi tekrarladı; ama Hz. Ali yine aynı cevabı vererek sözlerine şunları ekledi: “Allah’ın kitabının ve Peygamber’in sünnetinin yanı sıra artık başka bir kimsenin gelenek ve gidişatına uymaya bir ihtiyaç yoktur. Aslında sen bu hilâfeti benden uzaklaştırmaya çalışıyorsun!”
Bütün bunlar gösteriyor ki Hz. Ali (a.s) üç halife döneminde hilâfet sisteminin meşruiyetini kabul etmemiş ve onları kendi hakkını gasp eden güçler olarak görmüştür. Elbette Hz Ali’nin (a.s) eşsiz ilmî makamı yüzünden, halifeler kendi siyasetleriyle çelişmediği ve bilgisizlik yüzünden başka bir alternatifleri de olmadığı hâllerde İmam’a başvurmuşlardır. İmam Ali de onların dinle ilgili sorularını halletmiş ve İslâm’ın hükmünü beyan etmiştir.
Ama neden İmam’a başvurduklarında onların ilmî ihtiyaçlarını gidermiş ve onlara yol göstermiştir acaba? Oysa isteseydi onların sorularına cevap vermeyi reddederdi. Bunun cevabı, aşağıdaki hususa dikkat edilirse açıktır.
Masum İmam’ın da peygamberler gibi iki önemli ilâhî vazifesi vardır: Birincisi hilâfet ve ikincisi şahadet (gözetleyicilik). Yani Hz. Adem’den (a.s) başlayarak her dönemde bu iki ilâhî görevi üstlenmeleri için, her zaman bulunan masum ilâhî şahsiyetler (peygamberler veya peygamberlerin vasileri) var olmuşlardır. Hilâfet görevi, insanların doğru şekilde yönetilmesini ve toplumda ilâhî hükümlerin uygulanmasını sağlamak içindir. İkinci görev olan şahadet (gözetleyicilik) görevi ise, dine bağlı olan insanların haktan sapmalarını önlemek ve sürekli ilâhî hükümlerin tahriften korunmasını sağlamak içindir.
Kur’ân-ı Kerim’de birçok ayet peygamberlerin bu iki ilâhî göreve sahip olduğunu açıklamaktadır. Bu açıklama ışığında şu noktaya dikkat etmek gerekir ki, bir peygamber veya imamda bu iki görevden birinin sekteye uğraması yani bazı engeller yüzünden yürürlük kazanmaması, diğer vazifenin de tatil olmasını gerektirmez. Birçok peygamber kendi dönemlerinde hilâfet görevini yüklenmemesine rağmen ikinci görevlerini, yani şahadet (gözetleyicilik) görevini yerine getirmiştir. Peygamber veya masum imam bu iki görevden hangisini ifa etmeye bir fırsat bulursa, onu yerine getirmelidir. Çünkü bu onun ilâhî mesuliyetidir.
Hz. Ali (a.s) ilk üç halife döneminde hilâfet görevini ifa etmekten mahrum bırakılmasına rağmen, şahadet görevini kısmen ifa etmeye fırsat bulmuş ve bu vazifeyi yerine getirmiştir. Ancak bunun yanı sıra, sürekli onların hilâfetlerinin meşru olmadığını da çeşitli şekillerde imkân dahilinde beyan etmiştir. İslâm’ın temeli tehlikeye düşmesin diye de bir kıyama başvurmamıştır. Bizce, İslâm tarihinde gerçek manada bir araştırması olan kimse,bunların hiçbir gizli yönü olmayan apaçık gerçekler olduğunu anlar. İsteyen kabul eder ve istemeyen emrivakii müdafaa etmek için onları görmezlikten gelir.
Elbette Hz. Ali’nin bu tutumunu gören dostları da İmam’a uyarak aynı çizgiyi takip ettiler.
Ayrıca Ehlibeyt kaynaklarında nakledilen bazı hadislerde Allah Resulü de kendisinden sonra meydana gelecek bazı olayları bildiği için Hz. Ali’ye sabretmesini ve kıyam etmemesini buyurmuştu. Ehlisünnet kaynaklarında nakledilen bazı rivayetleri de aynı istikamette yorumlamak mümkündür. Örneğin Sahih-i Müslim’de Resulullah’tan (s.a.a) şöyle nakledilmiştir:
“Benden sonra bazı tekelcilikler ve sevmediğiniz olaylar olacaktır.” Dediler ki: “Ya Resulallah, bizden birsi o zamanı idrak ederse ne yapmasını emredersiniz?” Cevaplarında şöyle buyurdu: “Üzerinizde olan hakları eda edin; ama kendi haklarınızı (almaya kalkışmayın,) onları Allah’tan dileyin.”[74]
Bir diğer rivayette şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Benden sonra bazı tekelcilik (ve haksızlıklar) meydana gelecektir. Böyle bir ortamda havuz başında bana kavuşuncaya kadar sabredin.”[75]
Bütün bunların sırrı, yukarıda Hz. Ali’den naklettiğimiz sözlerde açıkça görülmektedir.
* * *
11- Gadîr Hadisi hakkında ileri sürülen en son, belki de en önemli itiraz, şimdi ele alacağımızdan ibarettir. Aslında diğer bütün eleştiri ve itirazlar da, ilmî olmaktan çok siyasî olan bu konuyu tevil edip altından kalkmak için yapılmaktadır.
Evet diyorlar ki: “Gadîr ve benzeri hadisleri Şia’nın dediği şekilde anlamak, yani onları Hz. Ali’nin imamet ve hilâfetine bir nass olarak kabul etmek, bütün sahabeyi zan altında bırakmak ve onları Allah ve Resulü’ne muhalefetle suçlamak demektir. Allah ve Resulü Hz. Ali’yi halife olarak tayin ettiği hâlde o kadar sahabînin Resulullah’tan sonra bu emre muhalefeti nasıl düşünülebilir? Bu mümkün olmadığına göre bize düşen bu nasları (mütevâtir bile olsa) ya bir türlü tevil etmek veya onlardan vazgeçmektir!!”
Örneğin İbn-i Hacer Heysemî es-Savâik kitabında takriben bu manayı ifade eden sözler söylemiştir.[76]
Şeyh Selim Bişrî de Allâme Şerefuddin’in cevabında açık bir şekilde yukarıda naklettiğimiz sözlerin benzerini söylemiştir; o diyor ki: “Basiret ehli olanlar ve sahih düşünce sahipleri, sahabeyi Resulullah’a muhalefetten münezzeh biliyorlar. Dolayısıyla Resulullah’tan birisinin imametine dair bir nass duyup da buna muhalefet etmeleri ve başkalarını ona tercih etmeleri mümkün değildir.”[77]
Bir başka yerde yine Allâme Şerefuddin’e hitaben şöyle yazıyor: “Ben bu hadislerin sizin söylediğiniz manaları ifade ettiğinde hiçbir kuşkum yoktur ve eğer sahabenin sergilediği tutum ve davranışlar olmasaydı, ben kesinlikle sizin dediklerinize teslim olurdum. Ancak sahabenin yaptıklarına hüsn-i zan edip onları doğruya yorumlamamız gerekir. Bu yüzden selef-i sâlihe uyarak bu rivayetlerin zahirine göz yummamız gerekir!!”[78]
Bir başka yerde ise şöyle diyor:”Sahabenin amellerini iyiye yorma zorunluluğu olduğu için, Gadîr Hadisi’ni onların davranışlarıyla örtüşecek şekilde tevil etmemiz gerekir; hatta mütevâtir olsa bile …”[79]
Cevap: Bu iddia ve itiraza vereceğimiz cevaba yardımcı olacağı için, önce İbn-i Ebi’l-Hadid Mutezilî ile üstadı Ebu Cafer İskâfî arasında geçen bir diyalogu aktarmak istiyoruz. İbn-i Ebi’l-Hadid diyor ki:
“Hz. Ali’den nakledilen ‘Çünkü o hilâfet öyle bir makamdı ki, bir grup ona hırs göstererek haksızlıkla onu tekelleri altına aldı. Ve başka bir grup da cömertçe ondan vazgeçti. Hâkim Allah’tır; Kıyamette ona dönülecektir…’[80] sözünü üstadım Nakib Ebu Cafer İskâfî’nin yanında okuduğumda, ona ‘İmam, bu cümlede hangi günü kastetmiştir; (Ebubekir’in hilâfete seçildiği) Sakife gününü mü, yoksa (Osman’ın hilâfete seçildiği) şûra gününü mü?’ diye sordum. O da, ‘Sakife gününü’ diye cevap verdi. Ben, ‘Peygamber’in sahabesine, onun emerine muhalefet etme isnadında bulunmaya gönlüm razı olmuyor!’ dediğimde, Ebu Cafer şu cevabı verdi bana: Benim de Peygamber’e ‘Ümmetin imamet ve rehberliği konusunda ihmalkarlık yaptı ve halkı şaşkın ve perişan vaziyette ve karmaşa ve fitne içinde bırakıp gitti’ isnadında bulunmaya gönlüm razı olmuyor!! O hayatta olduğu hâlde ve sadece kısa bir müddetliğine de olsa Medine’yi terk ettiğinde bile Müslümanları başsız ve emirsiz bırakıp gitmiyordu. O hâlde çıkabilecek ve ıslâhı artık mümkün olmayacak fitneleri bildiği hâlde, ebedî olarak onların içinden ayrıldığında, nasıl onları sahipsiz ve öndersiz bırakıp gidebilir? Bu makul mü?”[81]
Merhum Allâme Eminî’nin el-Gadîr kitabındaki tabiri de oldukça manalıdır; diyor ki: “Bazıları Selef’in hilâfet konusundaki tavrına o kadar hüsn-i zanla yaklaşıyorlar ki, artık onların yaptıklarını iyi ve meşru gösterebilmek için, Resulullah’ın en açık hadislerini dahi değiştirme ve tevil etme yoluna gidebiliyorlar. Fakat tam tersi bir noktada bizim Resulullah’a karşı taşıdığımız yakinî bir hüsn-i zan, bizi Resulullah’ın asla ihmal ve müsamaha yapmadığını, hilâfet ve imamet başta olmak üzere ümmetin ihtiyacı ve zarureti olan her şeyi onlara açıkladığını söylemeye zorluyor!”[82]
Evet bize göre sahabenin bir kısmı, sadece Resulullah’tan sonra değil, hatta bizzat Allah Resulü’nün zamanında bile birçok konuda Resulullah’ın açık emrine rağmen ona itina etmeyip kendi bildiklerini yapmışlardır. Biz bunun bazı bariz örneklerini vermeye çalışacağız; ancak ondan önce Merhum Allâme Şerefuddin’in, sahabenin imamet konusundaki nasları dikkate almadıklarıyla ilgili bir açıklamasını dikkatinize sunmak istiyoruz. Allâme Şerefuddin diyor ki:
“Müslümanlar ibadî konularda Resulullah’a itaat etmelerine rağmen siyasî konularda bazen muhalefet ediyorlardı; siyasî konularda da ibâdî konular gibi itaat etme zorunlulukları olmadığını ve Resulullah’ın görüşlerine karşı görüş bildirme hakkına sahip olduklarını düşünüyorlardı. Ezcümle hilâfet konusunda da sahabeden bir kısmı Hz. Ali’nin Resulullah tarafından hilâfete tayin edildiğini bildikleri hâlde, bunun maslahat olmadığını ve halkın Hz. Ali’nin hilâfetine razı olmayacağını düşündüler. Zira çeşitli kabile fertlerinden birçok kişi savaşlarda Hz. Ali tarafından öldürülmüştü. Yine Hz. Ali’nin şiddetli adalet anlayışından korkuyor ve biliyorlardı ki o iş başına geldiğinde halis hak ölçülerine dayanarak icraat yapacaktır. Öte yandan birçoklarının ona karşı haset ettiklerini de biliyorlardı. Bütün bunları dikkate alarak Hz. Ali’nin hilâfetinin dikiş tutmayacağını zannediyorlardı! Dolayısıyla kendilerince ümmetin ihtilâf ve fitneye düşmesini önlemek için, Hz. Ali’nin Peygamber (s.a.a) tarafından hilâfete tayin edildiğini bildikleri hâlde, nasları göz ardı edip başkalarına biat ettiler! Elbette bu, Resulullah’ın açık nassı karşısında yapılan bir içtihattı ve bu onların nass karşısında yaptıkları içtihadın ilki değildi ve buna benzer birçok içtihatları vaki ve sabittir.”[83]
Şimdi biz Allâme Şerefuddin’in bahsettiği sahabenin nassa karşı yaptıkları içtihatlarından ve Resulullah’a muhalefetlerinden bazı bariz örnekler vermeye çalışacağız.
Bu örneklerden birisi, Allah Resulü’nün hayatının son demlerinde gerçekleşmiştir. Resulullah (s.a.a) ölüm döşeğinde yatarken bir ara yanındakilere hitaben şöyle buyurdu: “Bana bir kâğıt-kalem getirin, size bir yazı yazayım ki benden sonra asla dalâlete düşmeyesiniz.” Birçok diğer sahabîyle birlikte orada bulunan Ömer b. Hattab, kâğıt-kalem getirmek isteyenlere engel olarak şöyle dedi: “Hastalık ona (Peygamber’e) galebe etmiştir.”[84] Bir diğer rivayette, “Peygamber sayıklıyor, aramızda Kur’ân var ve Kur’ân bize yeterlidir!”[85] diyerek Resulullah’ın istediği yazıyı yazmasına engel olmuştur. Bu olayın detaylarını ve bu tarihî olay hakkında bazı Sünnî âlimlerin getirdikleri tevillere ve mazeretlere Allâme Şerefuddin’in verdiği harika cevapları el-Mürâcaât kitabında okuyabilirsiniz.[86]
Bu muhalefetlerin bir diğer bariz örneği “Hudeybiye Antlaşması”dır. Allah Resulü Mekke müşrikleriyle anlaşmaya karar verince, üç defa “Kalkın başlarınızı tıraş edip ihramdan çıkın.” buyurduğunda, her defasında Resulullah’ın sözüne itina etmeyerek başlarını tıraş etmekten çekindiler!! Ardından Allah Resulü öfkelenerek Hz. Ümm-ü Seleme’nin çadırına gitti. Bu olayda muhalefet edenlerin başında Ömer b. Hattap geliyordu. O, Resulullah’ın bütün açıklamalarına rağmen yapılan antlaşmaya itirazını Ebubekir ile konuşuncaya kadar sürdürdü… Hatta bazı nakillerde “Ben o günkü kadar Resulullah’ın peygamberliğinde şüphe etmemiştim.” dediği kaydedilmiştir. Bu olay geniş bir şekilde birçok meşhur Sünnî kaynakta nakledilmiştir.”[87]
Bu muhalefetlerin bir meşhur örneği ise, Üsâme b. Zeyd’in komutanlığına ve orduya katılma emrine yapılan itiraz ve muhalefettir. Allah Resulü (s.a.a) Mûte’ye göndereceği ordunun komutanlığına on sekiz yaşındaki genç Üsâme’yi seçip Hz. Ali’nin dışında (üç halife de dahil) bütün sahabeye bu orduya katılma ve Medine’de kalmama emri vererek katılmayanları lânetlediği hâlde, bazıları emre muhalefet edip Resulullah vefat edinceye kadar Medine’den ayrılmadılar. Zaten ilk başlarda da Üsâme’nin küçük yaşına itiraz etmişlerdi ki Allah Resulü de cevaplarında, “Siz onun babasının komutanlığına da itiraz etmiştiniz. Oysa hem o komutanlığa lâyıktı, hem de babası.” buyurmuştu.[88]
Verebileceğimiz bir diğer örnek sahabeden bazısının Huneyn Savaşı’nda Resulullah (s.a.a) tarafından ganimetlerin paylaştırılmasına yaptıkları çirkin itirazlarıdır ki, İbn-i Kesir ve Taberî tarihlerinde naklettikleri gibi, diğer birçok kaynakta da zikredilmiştir.[89]
İşte bu noktaları görmezlikten gelemeyen insaflı bir Sünnî âlimi şöyle yazıyor: “Sahabenin adaleti nazariyesi siyasî bir nazariye ve Emevî bir plândır ki, Ümmeyyeoğulları İslâm dışı siyasetlerini tevil edip temize çıkarabilmek için onu uydurmuş ve ondan birçok yerde kendi lehlerine istifade etmişlerdir.”[90]
Şunu da bilmek gerekir ki, Gadîr gününde Gadîr-i Hum’da bulunup da bu tarihî olaya şahit olanların, aynı şekilde sahabenin hepsi Medin’de değillerdi ve geniş İslâm coğrafyasının değişik bölgelerinde yaşamaktaydılar. Medine’de yaşayanların mevcudu ise üç dört bin kişi civarındaydı; bunlardan birçoğu da “Mevâlî” denilen Arap dışı muhacirlerdendi ki kayda değer siyasî ve sosyal bir yere sahip değillerdi ve kimse onların görüşlerine itina etmiyor ve kendileriyle istişarede bulunmuyordu. Ayrıyeten henüz kabilecilik düzeni topluma hâkim olduğu için siyasî ve sosyal konularda görüş bildirme ve söz hakkı sadece kabile reisleri ve tabiri caizse ak sakallılarla sınırlandırılmıştı ve başkalarının görüş ve tutumlarını önemseyen yoktu.
Medine’deki sahabeden sonra sadece bazı kabilelerin reislerinin görüşlerine başvuruluyordu. Bunların içinden de Resulullah’ın amcası Abbas, Hz. Ali, Zübeyr ve diğer birçokları ta işin başında biatten çekinip Hz. Ali’nin evinde itiraz mahiyetinde toplanmışlardı. Diğer bazıları ise (Sa’d b. Ubâde ve oğlu Kays b. Sa’d gibi) açık bir şekilde bu biate ve Resulullah’ın naslarına yapılan muhalefete karşı geldiler. Dolayısıyla naslara açık muhalefette bulunup hilâfeti başkalarına kaydıranlar, az bir guruptan ibaretti. Ancak bu işi Ömer b. Hattab’ın da dediği gibi oldu bittiye getirip, başkalarına emrivaki yaptılar ve hatta şöyle bir görüş ortaya attılar ki, bir kimse bir diğerine biat etti mi başkaları da buna boyun eğmelidir; aksi taktirde öldürülürler. Böylece insanları biate zorlayıp işi bitirdiler.
Bu durumu İbn-i Kuteybe’nin “el-İmamet-u ve’s-Siyâse” kitabında naklettiği belge açık bir şekilde ortaya koymaktadır. O şöyle yazıyor: “Hz. Ali Peygamber’den kendisi hakkında nakledilen nasları insanlara hatırlatınca, onların beyan ettiği mazeret şuydu: Artık iş işten geçti ve biz olup bitmiş bir durumla karşı karşıyayız. Eğer sen daha erken davransaydın durum farklı olurdu…”[91]
Medine dışında yaşayan sahabe ve Müslümanlara gelince, onlar o günün kısıtlı ve zor haberleşme imkânlarından dolayı uzun bir zamandan ve her şey olup bittikten sonra olaydan haberdar oldular. Medine dışındakiler genellikle Medine’den gelen haberlere kulak asıyor ve ona göre hareket ediyorlardı. Bu olayı duyunca da çoğusu şöyle dediler: “Bunlar son ana kadar Peygamber’le birlikte idiler. Belki de Peygamber (s.a.a) yeni bir plân sunmuş ve farklı bir emirde bulunmuştur.” Bazıları ise haberi duyup da buna muhalefet edince, canlarından oldular. Bunun en açık örneği Malik b. Nüveyre’nin olayıdır ki bütün muteber kaynaklar nakletmişlerdir.[92]
İşte böylece mütevâtirliğinde bile şüphe olmayan “Gadîr” olayı unutuldu-unutturuldu ve tarihin ilginç inkârları arasında yer aldı!!
[1]- Ehlibeyt mektebi kaynaklarında bu olayın detayları çok daha geniş ve etraflı bir şekilde nakledilmiştir. Ancak karşı taraf, sadece kendi kaynaklarına güvendiği için sadece Sünnî kaynaklardan olayı nakletmeye çalışacağız. Ayrıyeten şunu da hatırlatmamız gerekir ki nakillerde verdiğimiz kaynak adreslerinin tamamına yakını, bu kaynakların Arapça orijinalindendir.
[2]- Müsned-i Ahmed, c.4, s.281
[3]- Müstedrek’üs-Sahihayn, Beyrut, Dâr’ül-Ma’rife baskısı, c.3, s.109-110
[4]- Müstedrek’üs-Sahihayn, Beyrut, Dâr’ül-Ma’rife baskısı, c.3, s.120
[5]- Sünen-i İbn-i Mâce, Beyrut, Dâr-ül-Fikr baskısı, c.1, s.43, Hadis: 126
[6]- Sünen-i Tirmizî, Beyrut, Dâr’ül-Kütüb’il-İlmiyye baskısı, c.5, s.591, Hadis: 3713
[7]- Şerh’ül-Mevâkif (Cürcânî), c.8, s.361
[8]- es-Savâik’ül-Muhrika, s.64
[9]- el-Fisal (İbn-i Hazm), c.4, s.224
[10]- İhkâk’ul-Hak, c.2, s.423
[11]- el-Gadîr, c.1, s.320
[12]- el-Gadîr, c.1, s.294
[13]- el-Gadîr, c.1, s.222
[14]- İhkâk’ul-Hak, c.2, s.426
[15]- el-Gadîr, c.1, s.314
[16]- Tehzîb-üt Tehzîb, c.7, s.288, Dâr’ül-Kütüb-il İlmiyye, Beyrut
[17]- Feth’ül-Bârî (Askalânî), c.7, s.61, Dâr’ül-Kütüb’il-İlmiye, Beyrut
[18]- Yenâbi’ül-Meveddet, c.1,s.35
[19]- Esme’l-Menâkıb, Fî Esne’l-Metâlip, s.22
[20]- Şerh-i Sahîh-i Müslim (Nevevî), Dâr-ü İhyâi’t-Turas, Beyrut, c.1, s.24, el-Müstedrek-u Ale’s-Sahihayn, Dâr’ül-Ma’rife, Beyrut, c.1, s.3
[21]- el-Gadîr, c.1 s.320
[22]- es-Savâik’ül-Muhrika, s.64
[23]- es-Savâik’ül-Muhrika, s.188
[24]- es-Savâik’ül-Muhrika, s.64
[25]- Hamâse-i Gadîr, s.35
[26]- Şerh’ül-Mevâkıf, c.8 s.361
[27]- Şerh’ül-Mevâkıf, c.8 s.361
[28]- es-Savâik’ül-Muhrika, s.64
[29]- Şerh’ül-Mevâkıf, c.8, s.361
[30]- es-Savâik’ül-Muhrika, s.65
[31]- Şerh’ül-Mevâkıf, c.8, s.261
[32]- Abekât’ul-Envâr, 8. cildin tamamı ve 9. cildin 80 sayfasını bu konuya ayrılmıştır.
[33]- el-Gadîr, c.1, s.361
[34]- en-Nihaye (İbn-i Esir), c.5, s.228
[35]- el-Gadîr, c.1, s.370
[36]- el-Mürâcaât, s.141. Ama daha sonra da değineceğimiz üzere, Şeyh Selim Bişrî ve onun gibi diğer bir âlim, bunu açık bir şekilde itiraf ve kabul etmelerine rağmen, hadisin gereğine göre hareket etmekten kaçınmalarına gösterdikleri yegane gerekçeyi şöyle açıklamaktadırlar: “Ne yapalım ki sahabe bu hadislerin gerektirdiği şekilde hareket etmemiştir. Bize düşen ise onların yaptıklarına hüsn-i zan gösterip bu hadislerin zahirine göz yummaktır!!” İleride bu sözlerin tafsilatına değineceğiz inşaalalh.
[37]- Abekat’ul-Envar, c.10, s.410
[38]- Ebu’l-Ferac İsfahânî “el-Egânî” kitabında şöyle yazıyor: “Arapların hepsi, Medine halkının en şair halk olduğunda ve Medine’liler arasında da en üstün şâirin Hassân olduğunda ittifak etmişlerdir.” el-Egânî, c.4, s.143
[39]- el-Gadîr, c.2, s.34
[40]- el-Gadîr, c.2, s.67
[41]- el-Gadîr, c.2, s.114
[42]- el-Gadîr, c.1, s.342
[43]- el-Gadîr, c.2, s.25
[44]- el-Gadîr, c.1, s.272-283
[45]- el-Gadîr, c.1, s.246
[46]- el-Gadîr, c.1, s.214
[47]- Abekât’ül-Envâr, c.8, s.226
[48]- Ferâid’üs-Simtayn, c.1, s.315
[49]- Şerh’ül-Mevâkıf, c.8, s.361
[50]- el-Gadîr, c.1, s.371
[51]- Abekât’ül-Envâr, c.10, s.288
[52]- es-Savâik’ül-Muhrika, s.65
[53]- Şerh’ül-Mevâkıf, c.8, s.362
[54]- es-Savâik’ül-Muhrika, s.67
[55]- el-Umde, s.116
[56]- el-Gadîr, c.1, s.274, Şeref’ül-Mustafâ ve diğer birçok Sünnî kaynaktan naklen…
[57]- Şerh’ül-Mevâkıf, c.8, s.361
[58]- Şerh’ül-Mevâkıf, c.8, s.361, dipnot…
[59]- es-Savâik’ül-Murika, s.67
[60]- el-Müracaât, s.182
[61]- es-Savâik’ül-Muhrika (İbn-i Hacer Heysemî), s.69
[62]- el-Gadîr, c.2, s.278
[63]- es-Savâik’ül-Muhrika, s.69
[64]- el-Gadîr, c.1, s.159
[65]- Esme’l-Menâkıb, Fi Tehzib-i Esne’l-Metâlib, s.32
[66]- Yenâbiü’l-Mevedde, s.482
[67]- Mevsuat-u Kelimât’il-İmâm’il-Hüseyin (s.a), s.370
[68]- el-Gadîr, c.1, s.198-213
[69]- es-Savâik’ül-Muhrika, s.76
[70]- el-Mürâciât, s.232
[71]- el-Mürâciât, s.232
[72]- Nehc’ül-Belâğa, Hutbe: 6
[73]- Şerh-u Nehc’il-Belâğa (İbn-i Ebi’l-Hadid), 3. Hutbenin Şerhi.
[74]- Sahih-i Müslim, c.12, s.232.
[75]- Sahih-i Müslim, c.12, s.235.
[76]- es-Savâik’ül-Muhrika, s.68
[77]- el-Mürâciât, s.237
[78]- el-Mürâciât, s.141
[79]- el-Mürâciât, s.177
[80]- Nehc’ül-Belâğa, Hutbe: 161. İkinci cümleden İmam (a.s) zahiren kendisini kastetmektedir. Yani birileri hilâfet için o şekilde hırs gösterip onu tekellerine alınca, İmam (a.s) İslâm’ın maslahatı ve korunması ve fitnelerin önlenmesi için hilâfete göz yumdu.
[81]- Şerh-u Nehc’il-Belâğa (İbn-i Ebi’l-Hadid), c.9, s.248
[82]- el-Gadîr, c.1, s.401
[83]- el-Mürâciât, s.237. Allâme Şerefuddin’in bizzat kendisinin bu konuda yazdığı “en-Nass-u ve’l-İctihad” isimli geniş bir eseri vardır ki, bu eserde sahabenin nassa karşı yaptıkları içtihatlardan yüze yakın örnek zikretmekte ve hepsini bizzat Sünnî kaynaklardan nakletmektedir.
[84]- Sahih-i Buhârî, c.4, s.7, Bab-u Kavl’il-Meriz-i Kûmu Annî.
[85]- Sahih-i Buhârî, c.3, s.91
[86]- el-Mürâciât, s.240
[87]- Örneğin Taberî kendi tarihinde, c.2, s. 124, İbn-i Kesir “el-Bidâyet-u ve’n-Nihâye” isimli tarihinde, c. 4, s.170-178 ve İbn-i Esir “el-Kâmil” isimli meşhur tarihinde, c. 2, s.205.
[88]- Teberî Tarihi, c.2, s.225
[89]- el-Bidâyet-u ve’n-Nihâye, c.4, s.353, Teberî Tarihi, c.2, s.122. Diğer kaynaklar için Allâme Şerefuddîn’in “en-Nass-u ve’l-İctihad” kitabına müracaat edebilirsiniz.
[90]- Nazariyyet-u Adalet’is-Sahabe (Ahmet Hüseyin Yakup, Ürdün), s.107
[91]- el-İmamet-u Ve’s-Siyâse, s.12
[92]- Tarih-i Taberî, c.2, s.504