Bugün Aşura. Hak ve batılın birbirinden ayrıldığı, zalimlerin maskesinin düştüğü gün. Cesaret, yiğitlik, irfan ve özgürlüğün insanlık âlemine bir kez daha haykırıldığı gün. Böyle bir günde insan farklı bir duyguya bürünüyor.
Günün anlamını, ruhunu içinde hissediyor. Gördüğümüz nesneler, duyduğumuz sesler, içimize çektiğimiz hava bir farklı sanki. Şimdi ben böyle bir günde böyle bir anı yaşıyorum. İçimi bir derinlik almış, Kerbelâ’nın esintisiyle özgür olmak istiyorum. Biliyorum Aşura’nın rüzgarı bu, Aşura’nın özgürlük esintisi. Sürüklüyor beni bu esinti vahdet, tevhit ve varlığın bütünleştiği yerin bir adım gerisine; özgürlüğe...
"Hüseynî yolu" duyumsayan bir gönlün gözleri, tarihe özgürce bakar; kulakları koşulsuzca dinler; kalemi onu yazmaya başladı mı, kültür esaretinden uzak, özgürce yazar. Bu Aşura gününde özgürüm; onu özgürce anlıyorum. Kimler onu anlamaya ve anlatmaya çalışmadı ki?!
Tutsak kalemler, Yezit’ten maaşlı imamlar, bel’amlar...
Ruhuna ulaşamadıkları bu özgürlük abidesi, Yezid’e biat etmediği için günahkâr ve asi imiş! Kimi güçsüz kalemler, cılız, itaatkâr bir sesle onun müminlerin gerçek emiri olduğunu ispat etmeye çalıştılar. Kimi aklı ileriler(!), İmam ve Yezid’i bir araya getirmeye çalıştılar. Sanki aydınlık ve karanlık bir araya gelirmiş! Sanki cennet ve cehennem bir araya gelirmiş! Kimi çok bilmiş edalılar da; "Herkes kendince haklıydı." dediler...
İçimizde yanan özgürlük ruhunu, mümin olma onurunu, gizliden pazarlamak istiyorlardı karanlık efendilerine. Oysa bakmasını bilselerdi, onun yaktığı meşale her tarafta idi. Sussalardı, kokuşmuş kelimelerle algılarımızı kapatmasalardı, kan anlatıyordu özgürlüğü, şahadeti ve insan olmanın onurunu.
Özgür ruhlar uzlaşmaz. İradelerini teslim ettikleri mutlak Yaratıcı safında putları yıkmakla görevliyken, onları kim aldatabilir?! Kutsal çağrının yanında, hangi ses onların kalplerinin derinliklerine ulaşabilir?!
Dönün ve sorun yüreğinize: "Dünya sizin için ne kadar değerli?" İmam’ın cevabı belli. Dünya; şahadet kadehinin özlemle içildiği, ezelî ve ebedî yasaların egemen olduğu ve olması gerektiği bir yer.
İmam; Özgürlük İmam; şehadet İmam; sonsuz vahdet çağrısı İmam... İmam; içi boş hamasî kavramlar değil. İmam; içe yolculuk, öteye, ötelerin ötesine yolculuk; en bilinmeze, en tanınmaza. Onun kıyamı hem zahirî putlara, hem dışımızdaki zulmete, hem içimizdeki karanlığa. İmam, bir varoluş destanı. İmam, lavlar içerisinde yanmak, arınmaktır. İmam, bir yoldur, bir yolculuktur. Kûfe’ye giderken yolculuğu, salt mekânsal bir yolculuk muydu? Eğer böyle düşünüyorsanız, bakışınızı düzeltin. O, demiyor mu ki: "Dünya, ona tamah edenin umudunu boşa çıkarır." Demiyor mu ki: "İnsanların çoğu dünya kuludur, din ise dillerinde dolaşır."
Zaman çölde sessizce savrulurken, gece namertlerin kulağına ihanetin plânlarını fısıldarken, bir savaşçıyı ancak ahdine olan sadakati sürükler. Gece, çölün sıcağı, fırtınası, yaşamak ve ölmek, hep sevgiliye atılmış bir adım gibidir. Düzeltelim bakışlarımızı. Bu yürüyüşten ne anlamak istiyorsunuz? Hangi çarpık kurgularınıza benzeseydi, onu daha çok severdiniz? Kûfe dosttur, arkadaştır; insana şahdamarından daha yakın olana çıplak ayaklarla yürüyüştür. Kûfe sözleşmedir; sözleşmenin gözyaşı, şiiri, manzumesidir. Ahdine vefa edenlerin yücelişinin, ahdini bozanların da ayaklar altında sürünüşünün hikâyesidir. Ve Kûfe, isyan ve itaatin bütünleşmesinin adı; Kûfe'ye yolculuk, itaatle gelen isyan...
Kanımın akışı, yüzlerce yıldır şahadet kanıyla beslenen bir çağlayan gibi; ama, berrak; ama, saf.
Hangi beşer, hangi sınırlı varlık büyük bir alçakgönüllülükle yazgıya teslim olur ki? O yazgı zayıf ruhları titreten şehadetin ta kendisiydi. Mutlak bir kıyam, mutlak bir itaat. Mutlak bir iman, mutlak bir teslimiyet. Ayn'el-yakin, Hakk'el-yakin. O var ve O’nun dışında her şey yok olmaya mahkûm. Her şey değişmek zorunda.
Kusursuz, azimli, direnişken bir kıyamdı sergilenen. Canını almak için gelen kılıçta kaderin elini görmek ve tebessüm etmek, hürmetle. Bu kılıç darbesidir ki, onu şehadet kervanına dahil edecek. Bu şehadet ki, ezelî sözleşmenin ortaya çıkışı! Nasıl sevmesin, nasıl sevilmesin?! Biliyorum anlaşılmayacak, kalbi ve ruhu modern zamanların parselleriyle parsellenmiş, belirli günlerin ve haftaların Müslümanlarına ne kadar yabancı, ne kadar uzak!
Bana da öğret, ey şehitlerin efendisi! Ölüm ve yaşam arasındaki mesafe nasıl yok edilir?!
Bana da öğret, "Ölüme doğru gidiyorum, ölüm bir yiğit için utanç vesilesi değildir"de sakladığın gizi.
Senin mektebinde korkuya yer yok. Senin öğretin yiğitliğin öğretisi. Seni korkutmak isteyenlere; "Beni öldürmekle mi korkutuyorsunuz? Bana öldürmekten başka bir şey yapabilir misiniz?" derken sen ölmüş ve dirilmiştin. Sende nefs ölmüştü, sende benlik ölmüştü. Ölüm, Allah’a ve Allah’ın dostlarına ulaştıracak yoldan başka ne olabilirdi ki! Ölüm vuslatın ve vahdetin kapısı idi. Yolculuk öze dönüştü, anavatana dönüştü. Ancak arınmışlar, ancak ölmeden önce ölenler, bu yolculuğa çıkabilirdi. Ve İmam bunun vaktinin geldiğini biliyordu. Bedeli ödenmişti. Bu irfan yolculuğu, itaat, kıyam, şehadet ve arınma beldelerinden geçmiş, özgürlüğe, mutlak buluşmaya hazırdı. Bu buluşma Kerbelâ’da bütün bir kâinatın şaşkınlık ve gıptayla izlediği, eşsiz bir görüntüyle gerçekleşti. Şimdi ben Kerbelâ’mı arıyorum. Nerde orası? Hüseyn’in kavgasında nerde duruyorum? İçimde savrulan arzular, Kerbelâ’ya yakışır mı? Gözlerimi gözlerine dikerek, şehitlerin efendisine bakabilir miyim? Bunun için ödemem gereken bedel ne? Hangi mektepte öğretilir Hüseyn’in kıyamı?
Hayır, aslında biliyorum; aklımda ve kalbimde, bilincimde ve bilinç altımda Hüseyn’in rehberliğini seçersem, o bütün ateşin sırlarını öğretecek. Ödenmez bir gönül borcum var. Bunu biliyorum. Ve her dem onun kıyamının, onun itaatinin resimlerini taşıyacağım, bilincimin bütün mahzenlerinde, kalbimin derinliklerinde.
Allah’ın selâmı, Hüseyn’e ve onu anlayanlara olsun.