Ahmet DEMİR
Hamd-u sena Allah’a, salat ve selâm Peygamber’e ve O’nun tertemiz Ehl-i Beyti’ne olsun.
Şüphe yok ki, insanları şaşkınlıktan kurtarmak, cehaleti gidermek, zulümle mücadele yapmak ve beşerle yaratıcısının irtibatını sağlamak yolunda bütün varlıklarını vakfeden, yanıp yakılan ve bu yüce hedefler uğrunda aziz canlarından geçen mutahhar Ehl-i Beyt’in eserlerini yayınlamak, insanın akıl, idrak, fıtrat ve cibilliğine sunulan ve diğer hizmetlerin temeli olan en büyük hizmettir.
İslâm’ın doğru önder ve şahsiyetlerini ve tarih boyunca tanınmayan masum İmamları tanımak için en iyi yol, onların söz ve siyerlerini yayınlayıp halka sunmaktır. Allah’a hamt olsun ki, onların nurlu sözleri ve örnek yaşantı tarzları bütün kin, düşmanlık, hadis yasaklama ve tahriflere rağmen, zamanın küstahlığından korunup bu günün nesline ulaşmıştır. Bu yüzden velayetin doğru yolunda gidenler, İslâm dünyasının bu yüce şahsiyetlerinin söz ve siyerlerini, Hz. Peygamber’in Gadir çöllerinin kavurucu sıcağında yüz yirmi bin civarındaki hacıyı bekleterek deve semerleriyle yaptırdığı minberin üzerine çıkıp coşkulu bir mukaddimeden sonra Hz. Ali’nin elini tutup; “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” buyurmasının sırrının ne olduğunu, bütün İslâm alemine sunmalıdırlar.
Acaba bu Ali kimdir ki, Peygamber, onu sevenler hakkında iyi dua ve düşmanları hakkında ise beddua etmiştir? Acaba Ali kimdi ki, Allah’ın en seçkin Peygamberi ve yaratılış unsurunun en üstünü 23 yıl boyunca, o kadar üzüntü ve zorluklardan ve insanları putların esaretinden kurtardıktan ve özgürlük tadını beşere tattırdıktan sonra, hayatının en son anlarında ve ele geçmiş en kritik fırsatta, bu kadar titizlik ve ihtimamla Hz. Ali’yi “Mevla” unvanıyla, yâni Allah Teala’nın kendisi ve Peygamberine tahsis ettiği bir sıfatla halka tanıtmaktadır? Allah’dan başka düşünmeyen, insanın kurtuluşundan başka risâleti olmayan ve manevi değerlerden başkasına değer vermeyen Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin vücudunda ne görmüştü ki, onu kendisine kardeş yaparak kendi yerine atıyordu?!
Veya Ehl-i Beyt’ini, Kur’ân’ın eşi, alem hakikatlerinin tecelligahı ve varlık esrarının hazinesi kılıp onlara uymayı hidayetin yegane kefili ve saadet yolunun sarsılmaz kalesi olarak tanıtıyordu?!
Acaba Ehl-i Beyt’in vücutlarında yatan sır ne idi ki, bütün insanların saadet ve kurtuluşu ancak onlara uymakla gerçekleşir?
İşte bu soruların ve yüzlerce sorunun cevaplarını Hz. Ali ve evladının siyer, ahlak, ve düşünme hakkındaki vahye benzer sözlerinin arasında aramak gerekir. Nehc’ul- Belağa, Sahifet’us- Seccadiyye, Tuhef’ul- Ukul ve Şia’nın diğer hadis kitaplarını teenni ile kelime-kelime, satır-satır okuyup Kur’ân ve Resulullah’ın hadisleriyle mukayese ederek vasilerin son silsilesinin azametini anlamak gerekir.
Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’nin tevhit, nübüvvet, imamet, mead, sabır, direniş, zulme ve küfre karşı mücadele, ümitli olmak, değerleri diriltme yolunda fedakarlık, emanet, doğru dürüstlük, adalet, ihsan, vefa, yiğitlik, cömertlik, insan-i keramet, izzet-i nefs, yüce himmetlilik, iffet, kanaat, özgürlük, kardeşlik, ihlas, hamaset, gayret, korku, nifak, heva heves, ahdi bozmak, hile, hıyanet, refah, zulmü kabullenmek, zorbacı güçlerin karşısında teslim olmak vb. şeyler hakkındaki sayısızca hadis ve rivayetlerini, Ehl-i Beyt’in kimler olduklarını, imametin ne olduğunu, halkın İmamlara başvurmasının gerekliliğinin sırrının ne olduğunu, Peygamber'in halifesi olmanın ne anlam taşıdığını, Al-i Muhammed’in İslâm dini üzerinde ne kadar büyük bir hakkı olduğunu anlamak için Bihar’ul Envar, Vesail’uş- Şia, Vafi, İlel’uş- Şerayi, Tevhid-i Saduk, İhticac-ı Tabersi, Uyun-u Ahbar’ur- Rıza, Tuhef’ul- Ukul, Mişkat’ul- Envar gibi büyük ve küçük hadis mecmualarını görüp okumak gerekir.
İşte böylece, İslâm felsefelerinin en öz ve halisini kimin dilinden duyduklarını, İslâm-i vahdetin doğru davetçilerinin kimler olduğunu, güzel örneğin kimlerde bulunduğunu, Allah’ın kimleri sevip onlara uyulmasının gerekli kıldığını ve kimlerin Kur’ân açısından nurlu kandiller olduğunu, Allah’ın kimlere velayet nimetini verdiğini... öğrenmiş olabiliriz.
Yine kimlerin Hz. Peygamber’in yerinde oturup Kur’ân’ın muallimi olabileceğini, fıtrat ve sıratı müstakime hidayetçi ve kılavuzun kimler olduğunu bilmiş olabiliriz.
Yine, fıkhı kimden öğrenmenin gerekliliğini, Kur’an’ın tefsiri için kimin kapısının çalınmasının gerekliliğini, mülhitlerin şüphelerinin cevabının nasıl verileceğini, sünnetle bid’atı birbirinden kimin ayırt edebileceğini, Peygamberlerin alim varislerinin kimler olduğunu anlamış olacağız.
Evet Ehl-i Beyt mektebine bağlı alimler Hidayet İmamlarına (Ehl-i Beyt’e) uyarak akıl, kültür, İslâm, Kur’ân ve Hz. Peygamber’e çok değerli hizmetler etmişlerdir. Sürgünlerde, zindanlarda, medrese zaviyelerinde, evlerin köşe bucaklarında tam fakirlik ve mahrumiyet içerisinde, Emevi ve Abbasi halifelerinin baskısı altında, diğer acımasız şahısların egemenliğinde olmalarına ve saray alimlerinin sinsi hilesi, sömürgecilerin komplo ve cahillerin taassubuna rağmen, bu değerli hazineleri nesilden nesle aktarmış, akıl ve din hırsızlarının yağmasından korumuş ve böylece bizim elimize ulaşıp gelecek nesillere hazine olmuştur.
Ama maalesef bu değerli ve zengin eserler Türkçe diline kazandırılmamıştır. Gerçi son zamanlarda bazı küçük eserler, bazı değerli kardeşlerimizin çaba, gayret ve fedakarlıklarıyla halkımızın istifadesine sunulmuştur. Yeni-yeni büyük eserlerin Türkçe’ye kazandırılmasına da el atılmıştır. Fakat maddi sorunlar bu işin gecikmesine sebep olmaktadır. Bir takım değerli kitapların tercümesinden on yıldan fazla bir zamanın geçmesine rağmen maddi sorunlar nedeniyle halen bastırabilmiş değiliz. Büyük eserlere el atmaya cüret edemiyoruz. Çünkü onları bastırabilecek güce sahip değiliz. Dolayısıyla o kitaplar elimizde kalacaktır; nitekim kalmıştır da. Halkımız da maalesef sadaka-i cariye olan kültürel alanlarda katkıda bulunmaya adet etmemişlerdir.
Her Ehl-i Beyt dostunun bunca değerli eserlerinden en azından bir tanesini Türkçe’ye kazandırmak için kollarını sıvaması gerekir. Çünkü bizler diğerlerine oranla çok geride kalmışız. Onların Türkçe’ye kazandırılmamış eserleri kalmamıştır. Bizim halkımız bu konuda gerçekten kusur etmiştir; bunun farkında bile değildir. Hatta alim kardeşlerimizden bazıları, çeşitli hal ve hareketleriyle bizim bu alandaki çalışmalarımızı doğru görmüyorlardı; bizim kalem tutacak kimsemiz yoktur, bizim bozduğumuz düzelttiğimizden daha çok olur derlerdi. O sözleri diyerek bizleri bu işlerden soğutmak isteyen bazı kardeşlerimiz, şimdi bu işlerimizden dolayı bizi takdir bile ediyorlar. Çünkü gerçekten bu ağır işi yapmayı artık başarabilecek bir seviyeye gelmişiz. Evet, Ehl-i Beyt üzerine ne kadar çalışsak yine de yetersizdir. Onlar adeta engin bir deniz veya çağlayarak akan büyük bir nehir misalidirler. Denizin veya çağlayarak akan nehrin suyunu tamamıyla çekemeyiz, ama susuzluğumuz miktarınca ondan içmeliyiz.