MUSA GÜNEŞ
Nefsi tanımada ve manevî seyirde dikkat edilmesi gereken önemli hususlardan biri de, nefse ve tezvirlerine, şeytana ve siyasetlerine karşı tam bir murakabe içerisinde olmaktır. Her şeyden önce şu bilinmelidir ki: Kemal yolunda adım adım, aşama aşama ve kademe kademe ilerlendiği gibi, şeytanın vesveseleri, siyasetleri de adım adımdır, kademe kademedir. Şeytanın ilk adımı, insanı günaha sürüklemekle başlar. Günaha sürükledikten sonra ise yapacağı çok şey vardır. Meselâ:
1- Günahı normal hâle getirmek, insanın gözündeki büyüklüğünü kırmak.
2- İnsanı gaflet uykusuna daldırmak, ona günahı unutturmak.
3- Tövbeyi geciktirmek.
4- İşlenen günaha karşı insanın taşıdığı pişmanlık duygusunu yok etmek.
5- Bazen de tam tersine, işlenen günahı büyük göstermek, asla bağışlanmayacağını telkin ederek insanı ümitsizliğe düşürmek.
6- Diğer günahları işlemenin kapısını yavaş yavaş açmak.
7- Günahkâr olduğuna vurgu yaparak ibadet yapmasının da boşuna olduğu vesvesesinde bulunarak, ibadetleri terk ettirmek.
8- İrade ve azmi zayıflatmak.
9- Aklı güçsüz ve işlevsiz hâle getirmek. Ve...
Öyleyse artık herkes tedbirini buna göre almalı ve böylece en az kayıp ve zararla günahtan ve sonuçlarından kurtulmalıdır.
Dolayısıyla, nefsi ve özelliklerini tanımak bir zaruret olduğu gibi, onu ıslâh etmek, kötü huy ve sıfatlardan tezkiye edip temizlemek de bir zorunluluktur. Bedenle ilgili tababet ikiye ayrıldığı gibi, nefisle ilgili tababet de ikiye ayrılmaktadır. Şöyle ki:
1- Bedenin mevcut sağlığının korunması.
2- Bedenin bozulan sağlık durumunun tedavisi.
Aynı bölümlenmeyi nefisle ilgili tababet için de yapmamız gerekir. Önce nefsin mevcut olan sağlığını korumalıyız; faziletlerle donanmalı, iyi insanlarla düşüp kalkmalıyız, bu yolun önderlerinin amellerini ve sözlerini kendimize örnek edinmeliyiz. Bunun yanında da yazılanlar ve söylenenler doğrultusunda nefsin bozulan yönlerini, nazarî alanda olduğu gibi, amelî alanda da bir disipline tâbi tutarak onarmalı, pisliklerden temizlemeliyiz. Böylece karşımıza çıkacak bir rehberin yol göstermesiyle insanlığın kemal bahçesine ermeye hak kazanmalıyız. Çünkü rehber bulmak için arayış içinde olmak, her ne kadar gerekli şart ise de, kendini eğitme ve kalbini temizleme gayreti içinde olan, hakikatlerin kalbine akıtılmasına ehliyet kazanan birini, eninde sonunda elbet bir rehber bulacak, ummadığı biri karşısına rehber olarak çıkacaktır.
Evet, hiçbirimiz masum değiliz. Her birimizin işlediği açık veya gizli bir günahı vardır. İşte şeytanın bu adım adım ve kademeli siyasetlerini dikkate alarak durumumuzun daha da kötüye sürüklenmemesi için çok dikkatli olmalıyız. Ama ne var ki, insanın tek başına birilerinden yardım almaksızın yapacağı murakabe ve sülûk başlı başına istenilen sonucu vermeyebilir. O nedenle maksada varana kadar, hatta vardıktan sonra bile yolu bilen birilerine daima muhtaç olacaktır. Nitekim derginin geçmiş sayılarından birinde şöyle bir yazıya yer vermiştim:
"Sırat-ı müstakîm diye adlandırılan doğru yolu anlama konusunda gerçekte yanlış bir yöntem izleyen, ayetlerden ve rivayetlerden sonuç çıkarma konusunda doğru yöntemlerden sapan insanlar, geçmişte olduğu gibi günümüzde de vardır ve gelecekte de olacaktır. Aynı şekilde Allah'a doğru çıktığı İlâhî yolculukta doğru yol üzerinde yürüme konusunda başarılı olamamış ve daha yolun ortasında iken şeytan tarafından aldatılmış, nefsin hilelerine kanmış, şeytanın ve nefsin tuzağına düşmüş birçok insan geçmişte var olduğu gibi günümüzde de vardır. Bu nedenle ahlâk âlimleri, doğru yolu anlayabilmesi, doğru yol üzerinde hiçbir yöne sapmadan hareketine devam edebilmesi, şeytanın ve nefsin hile ve tuzaklarından korunabilmesi için sâlikin, sülûkun başından sonuna kadar yetkin birisinin yol göstericiliğinden ve kılavuzluğundan faydalanmasının gerekli olduğunu söylemişlerdir. Şöyle ki insan, kendi kusurlarını tanımak için, hem amel, hem de ilim bakımından mücahede sahibi olan, Peygamber'i (s.a.a) ve temizlik timsali olan Ehlibeyt'i örnek alan ve onları izleyen yetkin bir kılavuzu seçmesi, kendi nefsini ıslâh etmiş olan ihlâslı ve ilim sahibi ahlâk âlimlerinden birine müracaat ederek kendi nefsindeki özellikleri tamamen ona açıklayıp ondan, nefsinin kusurlarını ve çirkin özeliklerini kendisine hatırlatmasını istemesi gerekir. Çünkü, İslâmî bir psikolog ve ahlâk hocası olan, aynı zamanda amel ehli ve ahlâkî değerlerin aynası olan bir ruh doktoru, nefsi ıslâh etme, Allah'a doğru seyr ve sülûk etme doğrultusunda çok etkili olabilir."
Evet, kendini bulma ve bilme bağlamında sırat-ı müstakimi doğru şekilde kat edebilmek için bu yolu daha önce kat eden ve Allah'a doğru çıkılan bu yolculuğu ve İlâhî sülûku başarıyla tamamlayan, bu yolun akabelerinden, sarp geçitlerinden, tehlikelerinden, zorluklarından ve afetlerinden haberdar olan birine kesinlikle muhtaçtır insan; hem alken, hem de şer'an.
Dolayısıyla manevî seyirde bir kılavuz, bir rehber bulma özlemi içerisinde olmak, gerçekten çok doğru, isabetli, güzel ve de takdire şayan bir duygu olmanın yanında gereklidir de. Ama ne var ki, sadece özlemini çekmekle olmaz bu iş; arayış içinde olmak da gerekir. Öyle ki, el-Mizan Tefsiri'nin müellifi Allâme Tabatabaî'nin de buyurduğu gibi insan, ömrünün yarısını böyle bir rehberi ve üstadı bulma uğrunda harcasa bile, zarar etmemiştir. Çünkü konunun önemine, rehberin gerekliliğine Kur'ân ve hadisler vurgu yapmaktadır. Mevlâna'nın da dediği gibi:
"Ey Hak yolunun yolcusu, kendine bir pîr seç; çünkü bu yolculukta pîrsiz olursan, pek büyük afetler, korkular, tehlikeler vardır./Sen birçok defalar gelip geçtiğin bu yolda bile kılavuzsuz gidersen, şaşırıp kalırsın./Ya hiç görmediğin bir yolda ne olursun? Öyleyse aklını başına al da, kılavuzsuz olarak yola düşme."
Ayrıca şurası da şüphe götürmeyen ve inkâr edilmesi güç olan bir gerçektir ki Yüce Allah, kendi yolunun yolcularını hiçbir zaman rehbersiz bırakmaz. Çünkü bu, İlâhî adalete aykırıdır. Yüce Allah, şeraitte insana kılavuz verdiği gibi, şeriatın özü ve mayası olan manevî sülûkta da rehber verir. Nitekim ayette de şöyle geçer: "Bizim uğrumuzda cihat edenleri, biz muhakkak kendi yollarımıza hidayet edeceğiz." [1] Nefisle cihat en büyük cihat olduğuna göre, nefsinin ıslâhıyla uğraşan kimsenin, Allah tarafından İlâhî yollara iletilmesi, hidayet edilmesi kaçınılmazdır, İlâhî vaat gereği. O nedenle nefsi tezkiye etme, eğitme görevi, ilk başta bu yolun yolcuları olmamız hasebiyle bizim kendi vazifemizdir. Kendi çabamızla kendimizi bir yere kadar eğitir, gereken liyakati elde edersek, bir kılavuzun, bir rehberin karşımıza çıkacağı kesindir. Yeter ki bu yolda sebat gösterelim. Sebat gösterenlere Kur'ân ayetleri gereğince rahmet meleklerinin İlâhî müjdelerle ineceğinden şüphemiz yoktur. Kısacası, marifet için gerekli donanıma sahip olmak için gerekli hazırlıkların bizim kendi tarafımızdan başlatılması, ilim ve amel boyutunda düzenli bir çalışma gayreti içinde olunması, bir program üzere hareket edilmesi gerekir. Bu yolda da her gün nefsi hesaba çekmenin etkinliği inkâr edilemez bir gerçektir.
Hatırlatmada yarar gördüğüm bir diğer önemli konu da şundan ibarettir: Bu yolun yolcusu olduğumuz sürece, bulduklarımızı asla gerçek aradığımız ve varma özlemi taşıdığımız asıl menzil sanmamalıyız. Ya varılması gereken kemal menzillerinden biri bilmeli ya da bir menzilin basamakları olarak görmeliyiz. Ondan istifade edebileceğimiz miktarda istifade etmeli, ama onda ve onunla kalmaya asla niyetlenmemeliyiz. Çünkü böyle yapmak, tekâmülün ve ilerlemenin engellerinden olabilir. Dolayısıyla her bulunan, son buluş ve gerçek amaç değil, asıl nihaî menzile varmak için birer vesile, basamak olarak görülmelidir. Çünkü varılacak kemal noktası, bî-nihayet (sonsuz) olduğu gibi, tekâmül yolları da sonsuzdur. Nitekim İmam Zeynelabidin (a.s) şöyle buyurmaktadır: "Allah'a olan yollar, yaratıkların alıp verdiği nefesler sayısı kadardır."
O nedenle, eğer bir gün rehber olarak gördüğümüz birine bağlanma ve onun kaldığı menzilde onunla kalma gibi bir duygu yaşadığımızı görürsek, bilmeliyiz ki bu, başlattığımız kemale varma yolculuğunun başlıca engellerinden biridir. Günümüzde yaygın olan, özellikle Ehlisünnet'in tasavvuf tarikatlarında görüldüğü şekliyle herhangi bir şeyhe bağlanma olayı gibi. Tersine tıpkı ayna gibi ve ayna mesabesinde görmeliyiz her gördüğümüzü, her karşılaştığımızı ve hatta rehber olarak seçtiğimiz kimseleri. İnsan aynaya ayna için, aynayı görmek için bakmaz genelde. Hatta aynaya baktığında çoğu kez aynayı görmez, tersine aynada kendini görür. Yani aynayı görmek için bakmaz, kendini aynada görmek için bakar aynaya. O nedenle de asla aynaya takılıp kalmaz, onun gösterdiklerini alıp kendi yoluna devam eder, gerekenleri yapmaya koyulur... Ta ki, beşeriyetin tekâmül menzillerinin her birine varmada kendilerine ve yol göstermelerine muhtaç olduğu, yüce Allah'ın tüm insanlığa kılavuz ve rehber olarak sunduğu masum peygamberler ve imamların irşatlarına uyarak onların yardımıyla onların daha önce kat ettikleri menzillere ulaşıncaya ve kendi nihaî kemal noktasına varıncaya kadar.
Öyle inanıyorum ki, istemeyerek uzun bir süre herhangi bir günahı işleme zorunda kalan bir kimse, bu hususları dikkate alır ve yapılması gerekenleri yaparsa, alınması gereken önlemleri alırsa, maneviyattan ve manevî duygulardan uzak kalmadığı sürece zararı ve kaybı en aza indirgeyecektir.
Bizler, hikmetin manalarını başkalarına anlatan, ama kendisi bu manalardan hiç yararlanmayan yazılar, kitaplar ve dergiler gibi olmamalıyız. Aksine, Ay'ı aydınlatan Güneş gibi olmalıyız. Eğer Güneş gibi de olamıyorsak, en azından Ay gibi olmalıyız. Güneş, Ay'ı her aydınlatışında, Ay ondan daha az ışık verse bile, onu tamamıyla kendisine benzetir. İşte bizim durumumuz da başkalarına fazilet kaynağı olma bakımından böyle olmalıdır. Yani bizler yaptıklarımızı, ideallerini ve inançlarını savunduğumuz yüce şahsiyetlerin güzellikleriyle müzeyyen ederek kendimizi tamamen onlara benzetmeliyiz ve bu benzeşme sonucu onların güzelliğini diğer insanlara yansıtmalıyız. Nitekim bir hadiste şöyle geçer: "İnsanları, dilinizden başkasıyla (amelinizle) hakka çağıranlar olun."
Burada insanlığın kemal bahçesinin önderlerinden İmam Cafer Sadık'ın (a.s) "Unvan-ı Basrî Rivayeti" diye bilinen buyruğu ile Ehlibeyt mektebinin seçkin talebelerinden olup büyük arifler zümresinde yer alan Molla Hüseyinkulu Hemedanî'nin bizlere kılavuzluk niteliği taşıyan bir mektubuyla yazımıza son veriyoruz:
UNVAN-I BASRÎ RİVAYETİ:
Allâme Meclisî, Biharu'l-Envar adlı eserinde bu hadisi rivayet ettiği sırada 94 yaşında olan Unvan-i Basrî'nin şöyle dediğini nakleder:
Ben, ilim öğrenmek için Malik b. Enes'e giderdim. Cafer b. Muhammed (İmam Sadık -a.s-) bizim olduğumuz şehre gelince, onun huzuruna gitmeye başladım. Çünkü ondan da ilim öğrenmek istiyordum. Bir gün o hazret bana dedi ki: “Ben gözaltındayım. Ayrıca gece gündüz her saatte edeceğim dua ve zikirler var. Sen beni dua ve zikirlerimden alıkoyma ve ilim öğrenmek için önceki gibi Malik b. Enes'in yanına git.” Ben bu sözden dolayı üzülerek onun huzurundan dışarı çıktım ve kendi kendime dedim ki: “Bende bir hayır bulsaydı, beni kendisini görmekten mahrum etmezdi.” Sonra Resulullah'ın (s.a.a) mescidine gittim ve ona selâm verdim. Ertesi gün yine Hz. Resulullah'ın (s.a.a) mezarının başına gittim; iki rekât namaz kılarak dua için ellerimi açarak şöyle dedim: “Allah'ım! Cafer'in (İmam Sadık'ın -a.s-) kalbini (bana karşı) yumuşat, onun ilmiyle beni rızıklandır ki, onun vesilesiyle senin doğru yoluna hidayet olayım.” Ondan sonra hüzün ve kederle eve döndüm ve Malik b. Enes'in yanına da gitmedim. Çünkü Cafer b. Muhammed'e karşı kalbimde bir aşk ve muhabbet doğmuştu. Uzun bir zaman farz namazlarımı eda dışında evden dışarı çıkmıyordum. Nihayet sabrım tükendi.
Bir gün onun (İmam Sadık'ın -a.s-) evinin kapısına giderek içeri girmek için izin istedim. Bir hizmetçi dışarı çıkarak: “Ne işin var?” dedi. İmam'ın huzuruna giderek ona selâm vermek istediğimi söyledim. Hizmetçi: “Hazret namazla meşguldür.” dedi ve eve geri döndü. Ben de kapının önünde öylece oturdum. Çok geçmeden gelerek: “Buyurun içeri.” dedi. İçeri girerek ona selâm verdim. Hazret selâmımı alarak: “Otur, Allah seni affetsin.” buyurdu. Huzurunda oturdum. Mübarek başını yere eğdi ve uzun bir müddet sonra başını kaldırarak: “Künyen nedir?” “Ebu Abdullah'tır (Allah'ın kulunun babası).” dedim. Hazret buyurdu ki: “Allah seni bu künyede sabit kılsın ve sana tevfik versin. Ne istiyorsun?” Ben kendi kendime dedim ki: “İmam'la bu görüşmemde bu duadan başka bir fayda olmasa bile, bu kadarı da çok değerlidir.” Hazret tekrar: “İsteğin nedir?” buyurunca arz ettim ki: “Allah'tan senin kalbini bana karşı şefkatli kılmasını ve ilminden beni faydalandırmasını istedim, Allah Tealâ'nın duamı kabul ettiğini umut ederim.”
Hazret buyurdu ki: “Ey Ebu Abdullah! İlim, öğrenmekle elde edilmez; ilim, Allah'ın hidayet etmek istediği kişinin kalbinde parlayan bir nurdur. Öyleyse eğer ilim istiyorsan, ilk önce kulluğun hakikatini kalbinde oluştur ve ilmi, amel ederek talep et ve sana anlama vermesi için Allah-u Tealâ'dan yardım iste.”
Dedim ki: “Ey şerefli zat!” O hazret: “Bana 'Ebu Abdullah' diye hitap et.” buyurdu. (Bunun üzerine) dedim ki: “Ya Eba Abdullah! Kulluğun hakikati nedir?” Hazret şöyle buyurdu:
“Kulluğun hakikati üç şeydedir: Birincisi; kul, kendisini Allah'ın kendisine verdiği şeylerin maliki bilmemeli. Zira kullar bir şeye malik olmazlar, malı Allah'ın malı bilirler ve O’nun buyurduğu yolda harcarlar. İkincisi; kul, işlerin tedbirinde (düzenlemesinde) kendini güçsüz ve âciz bilmelidir. Üçüncüsü; kul, kendini Allah'ın emir ve yasaklarını yerine getirmekle meşgul etmelidir. Buna göre: Kul, kendini malların maliki bilmezse, malları Allah yolunda harcamak onun için kolay olur. İşlerinin tedbirini, müdebbir olan Allah'a bırakırsa, dünya musibetlerine tahammül etmek onun için kolaylaşır. Allah'ın emir ve yasaklarını yerine getirmekle meşgul olursa, değerli vakitlerini kavga ve övünmeyle zayi etmez. Allah-u Tealâ bir kulunu bu üç şeyle aziz kılarsa dünya, şeytanlar ve mahlukat artık ona kolay gelir. Bu durumda malını çoğaltmak ve övünmek için mal talep etmez, halkın yanında izzet ve üstünlük vasıtası sayılan şeyi istemez ve değerli vakitlerini boşuna geçirmez. Bu takvanın ilk derecesidir. Zira Allah-u Tealâ Kur'an'da buyurmuştur ki: İşte ahiret yurdu; biz onu, yeryüzünde büyüklenmeyen ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere (armağan) kılarız. (Güzel) akıbet de, takva sahiplerinindir."[2]
“Ya Eba Abdullah! Bana bir destur ver.” diye arz edince, şöyle buyurdu:
“Sana dokuz şeyi tavsiye ediyorum ve bu dokuz şey, hak yolu kat etmek isteyen herkese benim tavsiyemdir. Allah-u Tealâ'dan seni (bu şeylere) amel etmeye muvaffak kılmasını dilerim: Üç destur nefsin riyazeti hakkında, üçü sabır ve tahammül hakkında ve üçü de ilim hakkındadır. Sen bunları ezberle ve sakın bunlar hakkında ihmalkârlık etme!”
Unvan-ı Basrî der ki: Onun sözlerine dikkat kesildim. O hazret şöyle buyurdu:
Riyazet konusundaki üç tavsiyem şunlardan ibarettir:
1- İştahın olmadığı bir şeyi yememeğe dikkat et; çünkü ahmaklık ve cahilliğe sebep olur.
2- Aç olmadığın zaman yemek yeme.
3- Yemek yediğin zaman helâl yemek ye ve yemekten önce "Bismillah" de. (Zira) Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki: “Hiçbir şey, midenin tıka basa doldurulması kadar çirkin değildir; yemeğe ihtiyacı varsa, midenin üçte birini yemek için, üçte birini su için ve diğer üçte birini de nefes almak için ayırmalıdır.”
Sabır hakkındaki üç tavsiyem de şunlardan ibarettir:
1- Her kim sana: “Bana söylediğin her kelime karşılığında on kelime söylerim.” derse, karşılığında de ki: “Bana on kelime söylersen, karşılığında benden bir kelime bile duymayacaksın.”
2- Her kim sana kötü bir söz söylerse, cevabında ona de ki: “Söylediğin doğruysa, Allah beni affetsin; yalansa, Allah seni affetsin.”
3- Seni küfürle tehdit eden kimseye sen nasihat ve dua vaat et.
İlim hakkındaki tavsiyelerim de şunlardır:
1- Bilmediğin her şeyi âlimlerden sor; ancak dikkat et soruların onları denemek ve onlara eziyet etmek için olmasın.
2- Dikkat et, kendi görüş ve reyine göre amel etmeyesin ve mümkün olduğu kadar ihtiyatlı ol.
3- Kendi görüşüne göre (şer'î bir delilin olmaksızın) fetva vermekten, yırtıcı aslandan kaçar gibi kaç ve kendi boynunu diğerlerine köprü yapma.
Ey Ebu Abdullah! Şimdi gidebilirsin artık. Sana yeteri kadar nasihat ettim; benim zikir ve dualarımı engelleme; çünkü ben kendi nefsime değer veriyorum. Vesselâmu alâ men ittebe'ad-dua (davete tâbi olanlara selâm olsun).[3]
MOLLA HÜSEYİNKULU HEMEDANÎ’NİN MEKTUBU:
İlâhî âlim ve takvalı arif rahmetli Molla Hüseyinkulu Hemedanî, Tebriz âlimlerinden birine gönderdiği mektubunda şöyle yazıyor:
Bismillahirrahmanirrahim. Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Salât ve selâm Muhammed'e (s.a.a) ve onun pak Ehlibeyti'ne ve Allah'ın lâneti onların düşmanlarına olsun.
Bütün hareketlerde, sükûnlarda, sözlerde, anlarda vs. yüce şeriata teslim olmaktan başka padişahların padişahı Hazret-i Allah'a (c.c) yaklaşmanın bir yolu olmadığı... bilinmelidir. Hatta pak İmamların (a.s) masumiyetlerine iman etmiş olsa bile, cahillerle sofuların -Allah onları muvaffak etmesin- yaptığı gibi, zikir konusunda masum İmamlardan bize ulaşmadığı bir şekilde (hadislerin aksine) amel edecek olursa, Hazret-i Allah'tan uzaklaştığını bilmelidir. Bundan dolayı, yüce şeriatı öne geçirmeli ve sadece şeraitte önem verilen şeye önem vermelidir.
Bu hakirin akıl ve nakilden (Kitap ve Sünnet'ten) istifade edip anladığı şey şudur ki: Allah'a yakınlığı isteyen kimse için en önemli şey, günahı terkte ciddiyet ve gayret göstermektir. Bu hizmeti yapmadıkça, ne zikrinin, ne de fikrinin kalbin hâline bir faydası olmaz. Zira bir sultan ve padişaha isyan eden bir kimsenin ona hizmet etmesi faydasızdır. Hangi sultan şanı en yüce sultandan (Allah) daha yücedir ve hangi isyan O'na isyan etmekten daha kötüdür?! Buna çok dikkat etmek gerekir!
Zikrettiğin şeylerden, günah işlediğin hâlde İlâhî muhabbeti istemen, gerçekten çürük ve yanlış bir şeydir. Günahın nefrete sebep olduğunu ve nefretin de muhabbetle bağdaşmadığını nasıl bilmezsin?! Günahı terk etmenin dinin başı ve sonu, zahiri ve batını olduğunu kesin bildikten sonra, uykudan uyandığın ilk anlardan itibaren tekrar uyuyuncaya kadar bütün anlarında ciddî bir şekilde nefsini kontrole gayret göster. Ve O'nun huzurunda edep kurallarına uy. Bil ki, vücudunun zerre zerre bütün parçaları O'nun kudretinin esiridir, O'nun şerefli huzurunun hürmetini çiğnemekten kork ve O'na O'nu görüyormuş gibi ibadet et; zira sen O'nu görmesen de, O seni görür. Devamlı O'nun azametine ve kendinin hakirliğine, O'nun yüceliğine ve kendinin alçaklığına, O'nun izzetine ve kendinin zilletine, O'nun ihtiyaçsızlığına ve kendinin ihtiyaç ve fakirliğine dikkat et. O sana devamlı teveccüh ettiği hâlde, sen O'ndan kötü bir şekilde gaflet etme. O'nun önünde zayıf ve zelil bir kul gibi dur. Ve O'nun ayakları altında zayıf bir varlık gibi tevazu et ve teslim ol. Günahlar pisliğinin necis ettiği pis dilinle kendisinin yüce ismini zikretmene izin vermesi, sana şeref ve övünmen için yetmez mi?!
Öyleyse ey aziz! Bu kerem ve merhamet sahibi, senin dilini nur dağının, yani zikrinin mahzeni kıldığı için, sultanın mahzenini necasetlerle, pisliklerle, gıybet, yalan, küfür, eziyet ve diğer günahlarla bulaştırmak hayâsızlıktır. Sultanın mahzeni güzel koku ve gül suyuyla dolmalıdır; pisliklerle, necislerle değil. Şüphesiz murakabe etmeye dikkat etmediğin için yedi organınla, yani kulak, dil, göz, el, ayak, mide ve cinsel organınla hangi günahları işlediğini, hangi ateşleri yaktığını, dininde hangi fesatları çıkardığını, dil kılıcın ve dişlerinle kendi kalbine hangi münker yaraları vurduğunu bilmiyorsun; eğer onu öldürmediysen çok iyi. Bu fesatları şerh etmek ve açıklamak istersem, kitaba sığmaz. Birkaç sayfayla ne kadar anlatılabilir ki? Sen vücudunun organlarını günahlardan temizlemediğin müddetçe, kalbin hâlleri şerhinde sana bir şey yazmamı nasıl bekleyebilirsin?! Öyleyse, gerçek tövbe etmeye koş! Ciddiyet, nefsini gözetme ve kontrol etmede acele et!
Velhasıl, gözetme ve kontrol etmeye gayret gösterdikten sonra kurb ve Allah'a yakın olmayı isteyen kimse, seher vakitleri (gecenin sonları) (gece namazı için) uyanık kalmayı unutmamalıdır. Gece namazını kendine has adabıyla ve kalp huzuruyla kılmalı, vakti fazla olursa zikir, fikir ve münacatla meşgul olmalı, ancak gecenin belli bir miktarını kalp huzuruyla zikrederek geçirmeli, her hâlinde hüzünlü olmalı, eğer hüzünlü değilse birtakım yollarla buna ulaşmalı, ondan sonra da cennet hanımlarının efendisi Hz. Zehra'nın (s.a) tesbihini, on iki kere İhlâs Suresi'ni... yüz defa “lâ ilâhe illallah” ve yetmiş defa tövbe ve istiğfar zikrini okumalı, biraz Kur'ân tilâvet edip meşhur Sabah Duası'nı okumalı, devamlı abdestli olmalıdır. Her abdestten sonra iki rekât namaz kılması da çok iyidir. Başkalarına zararı dokunmamasına çok dikkat etmelidir. Müslümanların ihtiyaçlarını gidermeye... çok gayret göstermeli, günah işleme ihtimali olan her meclisten kesinlikle kaçınmalıdır. Hatta gafil kimselerle zorunlu olmadığı takdirde aynı meclislerde bulunması, günah işlenmese de zararlıdır. Mubah işlerle haddinden fazla uğraşmak, çokça şakalaşmak, boş şeyler konuşmak ve beyhude sözlere kulak asmak kalbi öldürür.
Murakabe (nefsi kontrol ve terbiye) etmeksizin zikir etmek ve düşünmek, insana bir süre hoş bir duygu verse de faydasızdır. Zira bu güzel hâl, uzun süre devam etmez. Nefsi denetlemeden zikrin doğuracağı geçici hoş duyguya aldanmamalıdır.
Hepinizin çokça dualarını beklerim. Günah ve hataları çok olan bu hakiri unutmayın. Her perşembe akşamları ve cuma günü ikindi vakitleri yüz defa Kadr Suresi'ni okumayı ihmal etmeyin.[4]