Nefsin Hastalıklarının Teşhis Etmenin Yolları

Perşembe, 02 Ocak 2014 16:15
MUSA GÜNEŞ

Allah'a doğru çıkılan ilâhî yolculukta (sülûkta), çeşitli tehlikelerle dolu uzun seferde, muhtelif menzil ve merhalelerinde nefsanî ve şeytanî tuzak ve tehlikelerin çeşitli şekillerde insanı tehdit ettiği kıldan ince, kılıçtan keskin sırat-ı müstakîm yolculuğunda, nefsi ve özelliklerini bilmek, onu kötü huy ve sıfatlardan tezkiye etmek, temizlemek zorunludur. Çünkü insan ancak bu sayede yüce Allah'ın velâyeti altına girebilir; tehlikelerden, belâlardan, hüsrana uğramaktan ve ümitsizliğe düşmekten korunabilir; zaman zaman kaymalar olsa bile, daha büyük şeytanî ve nefsanî aldatmalara ve tuzaklara düşmekten kurtulabilir; ilâhî inayetlere mazhar olabilir.

Bu nedenle sâlik, her şeyden önce ayet ve rivayetlerde işaret edilen kötü ahlâk, huy ve sıfatlardan kendini arındırmak için mücahede etmeli, bunları kendi varlığından uzaklaştırmalı, kendini bunlardan temizleyip arındırmalı ve bu konuda asla gevşek davranmamalı, bunlara sahip olduğu sürece yüce Allah'a doğru çıktığı ilâhî yolculukta asla başarılı olamayacağını bilmelidir.

Bizler genel olarak kötü huyları, nefsanî ve ahlâkî hastalıkları tanımakta ve onların çirkinliğini bilmekteyiz. Ancak biz insanoğullarında şöyle bir kusur da var ki, diğerlerinde kötü bir ahlâk veya çirkin bir davranış gördüğümüzde onun çirkinliğini idrak ediyoruz; ama o çirkin özellik, hatta ondan daha kötüsü kendimizde olduğunda ondan gaflet ediyoruz. Hatta çoğu zaman yaptığımız kötü bir işi kesinlikle kötü bilmiyor, onu kendimiz için ahlâkî bir değer olarak da görebiliyoruz. Böyle bir özelliğe sahip olduğumuz için de hiçbir zaman kendimizi ıslâh etmeyi aklımızdan geçirmiyoruz. Zira hasta olan bir kimse, hasta olduğunun farkında olmazsa, kendini tedavi etmeyi aklından bile geçirmez. Biz de kendimizi hasta bilmediğimiz için onu tedavi etmeyi de düşünmüyor olabiliriz. İşte asıl problemimiz de budur zaten. Dolayısıyla, eğer kendi saadetimizi düşünüyorsak, bu problemimizi halletmek için çaba harcamalı ve mümkün olan her vesileyle nefsanî hastalıklarımızın çeşitlerini tanımak ve teşhis etmek için gayret göstermeliyiz. Şimdi bu bağlamda, Üstad Eminî'nin sözlerinden de yararlanarak faydalı olabilecek bazı hususlara değinmek istiyoruz:

1- Aklı Güçlendirmek

Akıl, insanı diğer mahlukattan ayıran, onun ulvî ve melekutî mertebesi ve varlığının en mükemmel noktasıdır.

Akıl, Kur'ân ve hadislerde özel bir yere sahip olup, hadislerde varlıkların en şereflisi; sorumluluğun, sevap ve cezanın kaynağı olarak tanıtılmıştır.[1]

İnsan, aklı vasıtasıyla düşünür ve gerçekleri idrak eder, iyi ve kötüyü, yararlı ve zararlıyı ayırt eder. Allah'ı ve kendini akıl vasıtasıyla tanır, vazifelerini onunla teşhis eder. Eğer insanın aklı olmasaydı, onunla hayvanlar arasında bir fark kalmazdı. Bundan dolayı da Allah-u Tealâ, Kur'ân-ı Kerim'de düşünme, tefekkür etme ve araştırma yapma üzerinde önemle durmuş ve insandan aklını kullanmasını istemiştir.

İnsanın güzellikleri aklından kaynaklanır. İnsan aklı vasıtasıyla Allah'ı tanır, O'na  ibadet eder, ahirete iman eder ve onun için hazırlanır; peygamberleri kabul eder, onları dinler; ahlâkî değerleri ve erdemleri tanır, onları kazanmaya çalışır; rezaletleri ve erdemsizlikleri tanır, onlardan kaçınmaya gayret gösterir.

İmam Cafer Sadık (a.s); "Akıl nedir?" diye soran birine şu cevabı verir: "Akıl, o güç ve yetenektir ki onunla Rahman'a kulluk edilir ve cennetler kazanılır."[2]

Bir başka hadiste de şöyle buyurur: "İnsanlar içinde aklen en olgun olanı, ahlâken en güzel olanıdır."[3]

İmam Musa Kâzım (a.s) da Hişam b. Hakem'e yaptığı uzun tavsiyenin bir bölümünde şöyle buyurur: "Malsız zenginlik, kıskançlıktan kurtulmuş huzurlu kalp, dinde esenlik ve sağlamlık isteyen kimse, kendisine olgun ve eksiksiz bir akıl vermesi için Allah-u Tealâ'ya yalvarıp yakarmalıdır. Çünkü akleden insan, kendisine yetene kanaat eder. Kendisine yeterli olana kanaat eden de, kendisini başkasına muhtaç görmez. Ama kendisine yeterli olana kanaat etmeyen, ebediyen zenginlik bulamaz."

"Ey Hişam! Emir'ül-Müminin (Ali b. Ebu Talip aleyhisselâm) şöyle derdi: 'Allah'a akıldan daha üstün bir şeyle ibadet edilmiş değildir.' Şu hasletlere sahip olmadıkça, bir insanın aklı tamamlanmış olmaz: Küfür ve kötülükten yana ondan emin olunur. Ondan hayır ve doğruluk umulur. Malının fazlasını dağıtır. Sözünün fazlasını içinde tutar. Dünyadan payı ise sadece beslenmektir. Yaşamı boyunca kesinlikle ilme doymaz. Allah ile beraberken zelil olmak, onun için başkalarının yanında aziz olmaktan daha iyidir. Tevazu, ona göre şereften daha iyidir. Başkasının sergilediği az miktardaki iyilikleri çok görür, kendisinin sergilediği çok miktardaki iyilikleri ise azımsar. Bütün insanları kendisinden daha iyi görür. Kendi yanında kendini, insanların en kötüsü olarak düşünür… İşte bu, dinin özüdür."[4]

Yine İmam Sadık'tan (a.s) şöyle nakledilir: "İnsan kişiliğinin dayanağı akıldır. Anlayış, kavrayış, hafıza ve bilgi, akıldan kaynaklanır. İnsan, akıl ile olgunlaşır. Akıl, insanın kılavuzudur; insan onunla görür. Her işin anahtarı akıldır. İnsanın aklı nur ile desteklenince, anlayışlı ve kavrayışlı olur; onun sayesinde "nasılı", "niçini", "neredeyi" bilir.

 Kendine öğüt vereni ve kötülüğünü isteyeni birbirinden ayırt edebilir. Tekliği Allah'a özgü kılar, Allah'a itaati benimser…"[5]

Bu hadislerden, aklın değerini ve onun marifet ve bilgi edinmede, Allah'a tapınmada, ahlâkî değerlerden yararlanmada, günah ve rezaletlerden kaçınmadaki önemli rolü anlaşılmaktadır. Burada şu noktayı hemen belirtmek gerekir ki, bu hedeflere ulaşmak için sırf aklın varlığı yeterli değildir; buna ilâve olarak aklı kullanmak ve ondan yararlanmak da şarttır. Akıl vücut âleminde, adil ve işinin ehli bir hâkim gibidir. Ancak akıl, kendisi için emniyetli bir ortam hazırlanıp hâkimiyeti kabul edildiği durumda hâkimliğini iyi bir şekilde yapabilir. O, bilgili, güçlü, tedbirli ve iyiliksever bir hâkim gibidir, ancak onun hâkimiyetinin güçlendirilip teyit edilmesi de şarttır. O, kendisiyle meşveret edilen bilgili, güvenilir ve iyiliksever bir kimse gibidir; ancak kendisiyle meşveret edilmesi ve sözlerinin dinlenilmesi de gerekir...

Akıl vücuda hâkim olur da nefsanî güdü ve eğilimleri kontrolüne geçirirse, ülkesini (vücudu) en güzel şekilde idare eder. Eğilimlerle diğer güç ve kuvvetler arasında denge kurarak, insanı Allah'a doğru hareket ettirir. Ama ne var ki hayvanî eğilim ve istekler, o kadar kolay bir şekilde aklın hâkimiyetini kabul edip onun emirleri karşısında teslim olmazlar. Nefsanî eğilimler, aklı saf dışı etmek için ellerinden geldiği kadar bozgunculuk yapar, fitne çıkarırlar. Bunun tek kurtuluş yolu ise, aklı güçlendirmektir. Zira akıl ne kadar güçlü ve etkili olursa, iç düşmanlarını o kadar iyi tanır, onları dizginlemekte daha başarılı olur. O hâlde, aklımızı güçlendirip sağlamlaştırmak için çaba harcamak da bize düşer.

2- Bir İşe Girişmeden Önce Etraflıca Düşünmek

Aklı güçlendirmek için, bir işi yapmadan önce onun hakkında etraflıca düşünmek, dünyevî ve uhrevî sonuç ve etkilerini iyice incelemek gerekir. Tedricî ve aşamalı düşünmeye ve ileriyi görmeye alışmak için de bir işin sonunu etraflıca düşünmeden hiçbir zaman o işi yapmaya karar vermemeliyiz. İslâm bizi tefekkür etmeye ve ileriyi görmeye davet etmektedir. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurur: "Tefekkür (düşünmek) basiretli kalbin hayatıdır…"[6]

Yine o Hazret'ten şöyle nakledilir: "Bir işe girişmeden önce o işin sonucunu düşünmek, seni pişman olmaktan sakındırır."[7]

Bir kişi Resulullah (s.a.a)’in huzuruna giderek: "Ya Resulullah! bana bir tavsiyede bulun." der. Resulullah (s.a.a); "Benim tavsiyeme uyacak mısın?" buyurur. O adam; "Evet, ya Resulullah." cevabını verince, Resulullah (s.a.a) şu tavsiyede bulunur: "Bir işe girişmek istediğin zaman ilk önce onun sonucunu düşünmeni, eğer iyiyse yapmanı ve eğer kötüyse onu yapmaktan kaçınmanı tavsiye ediyorum (sana)."[8]

Yine Resulullah'tan (s.a.a) şöyle nakledilir: "İşlerde acele etmek, halkı helâk etti. Eğer insanlar işlerini düşünerek yapsalardı, hiç kimse helâk olmazdı."[9]

Başka bir yerde ise şöyle buyurur: "Sabırlı olmak ve ileriyi düşünmek Rahmanî; acele etmek ise şeytanîdir."[10]

Masum İmamlardan (a.s) gelen bir hadiste şöyle denir: "Tefekkür, senin iyi ve kötü yönlerini gösteren bir ayna gibidir."[11]

Mevlâna da bu hususta şöyle der Mesnevî'sinde:

"Ey kardeş! Sen ancak bir düşünceden ibaretsin. / Bundan başka neyin varsa kemiktir, ettir.

Eğer düşüncen gül ise, sen de gül bahçesisin. / Diken ise, külhana atılacak odun gibisin."

Hayvanlar, eylemlerinde içgüdülerine ve nefsanî isteklerine bağlı olduklarından düşünerek hareket etmezler. Ancak insan, akıl nimetine sahip olduğu için işlerinde düşünmeli ve ilerisini görmelidir. İnsan da aynı güdüler ve hayvanî eğilimlere sahiptir. Bu nedenle hayvanî bir istekle karşılaşır karşılaşmaz, bu güdüler hemen tahrik olur ve aklın harekete geçip önlem almasına engel olmaya çalışırlar. Fakat eğer biz bir işe girişmeden önce kendimizi iyice düşünmeye alıştırırsak, aklın yolunu açmış, harekete geçmesi için ona fırsat vermiş oluruz.

Eğer akıl düşünmeye ve tefekkür etmeye alıştırılarak güçlendirilirse, gerçek yarar ve zararlarımızı idrak eder, hayvanî istek ve eğilimler arasında denge kurar ve bizi insanî tekâmülün doğru yoluna hidayet eder. Akıl güçlenir de beden ülkesinde hâkimiyet kurarsa, insaniyetin iç düşmanlarını ve kendi içindeki nefsanî hastalıkları tanıyarak onları tedavi ve bertaraf eder. İşte bu nedenle Kur'ân-ı Kerim'de ve hadislerde tefekkür etme, düşünme, inceleme ve araştırma hakkında birçok tavsiye varit olmuş ve konunun önemi vurgulanmıştır. Zira insanın insaniyetinin bağlı olduğu akıl bu vesileyle güçlenir, hayvanî eğilimler bu yolla eğitilir.

3- Nefse Karşı Kötümser Olmak

İnsan kendi batınına iyi bir şekilde bakacak olur da nefsanî özelliklerini insaflı bir şekilde incelerse, kendisinin nefsanî kusur ve hastalıklarının farkına varabilir; zira insan kendi nefsini herkesten daha iyi tanır.[12]

Ancak bizim asıl problemimiz, hakemlik sırasında tarafsız olmayıp genellikle kendi nefsimize karşı iyimser olmamızdır. Kendimizi, özelliklerimizi, fiillerimizi ve sözlerimizi iyi ve kusursuz bilmekteyiz. Nefs-i emmare (kötülükleri emreden nefis), şeytanî işleri bizim için öyle süslemiştir ki, hatta kötü işleri bile iyi görmekteyiz.[13]

Bu yüzden de kusurlarımızı ıslâh edemiyoruz. Bunun tek çaresi, kendi nefsimize karşı devamlı kötümser olmak, suizanda bulunmak, kötülüklerimiz ve nefsanî hastalıklarımızın oldukça çok olduğuna ihtimal vermek, hatta buna inanmak ve bu bakış açısıyla kendi nefsimizi incelemektir.

Emir'ül-Müminin Hz. Ali (a.s) şöyle buyurur: "Mümin, kendi nefsine karşı suizanda bulunur; daima onda kusur arar ve ondan iyi işleri ister."[14]

Başka bir yerde ise takvalı insanları şöyle tanıtır  Mütakilerin Emiri: "Onlar kendilerini itham altında tutar, nefislerine karşı suizanda bulunurlar; amellerinden korkarlar. Onlardan birini, birisi üstün görür, temiz sayarsa, söylenen sözden korkar da der ki: Ben kendimi, başkalarından daha iyi bilirim, Rabb'imse beni benden daha iyi bilir."[15]

İnsanın kendi nefsinin kusur ve hastalıklarını bulup ıslâh etmesine müsaade etmeyen büyük engellerden biri, onun kendi nefsine karşı iyimser oluşudur. Birçok insan şeytanın aldatmalarına kanmakla birlikte, aynı zamanda kendisini doğru yolda olanlardan ve kurtuluşa erenlerden sanmaktadır.[16] Bu ise Hak yolcusunun "sırat-ı müstakîm"den sapmasının başlıca belirtilerindendir. Eğer bu engeli giderecek olur da nefsinin kusurlu oluşuna ihtimal vererek onu inceleyecek olursa, kesinlikle onun hastalıklarını tanıyıp ıslâh edebilir.

4- Ruh Tabibine Müracaat Etmek

Sırat-ı müstakîm diye adlandırılan doğru yolu anlama konusunda gerçekte yanlış bir yöntem izleyen, ayetlerden ve rivayetlerden sonuç çıkarma konusunda doğru yöntemlerden sapan insanlar, geçmişte olduğu gibi günümüzde de vardır ve gelecekte de olacaktır. Aynı şekilde Allah'a doğru çıktığı ilâhî yolculukta doğru yol üzerinde yürüme konusunda başarılı olamamış ve daha yolun ortasında iken şeytan tarafından aldatılmış, nefsin hilelerine kanmış, şeytanın ve nefsin tuzağına düşmüş birçok insan geçmişte var olduğu gibi günümüzde de vardır.

Bu nedenle ahlâk âlimleri, doğru yolu anlayabilmesi, doğru yol üzerinde hiçbir yöne sapmadan hareketine devam edebilmesi, şeytanın ve nefsin hile ve tuzaklarından korunabilmesi için sâlikin, sülûkun başından sonun kadar yetkin birisinin yol göstericiliğinden ve kılavuzluğundan faydalanmasının gerekli olduğunu söylemişlerdir.

Şöyle ki insan, kendi kusurlarını tanımak için, hem amel, hem de ilim bakımından mücahede sahibi olan, Peygamber'i (s.a.a) ve temizlik timsali olan Ehlibeyt'i örnek alan ve onları izleyen yetkin bir kılavuzu seçmesi, kendi nefsini ıslâh etmiş olan ihlâslı ve ilim sahibi ahlâk âlimlerinden birine müracaat ederek kendi nefsindeki özellikleri tamamen ona açıklayıp ondan, nefsinin kusurlarını ve çirkin özeliklerini kendisine hatırlatmasını istemesi gerekir. Çünkü, İslâmî bir psikolog ve ahlâk hocası olan, aynı zamanda amel ehli ve ahlâkî değerlerin aynası olan bir ruh doktoru, nefsi ıslâh etme, Allah'a doğru seyr ve sülûk etme doğrultusunda çok etkili olabilir. Mevlanâ da bu konuda şöyle demektedir:

"Ey Hak yolunun yolcusu, kendine bir pîr seç; çünkü bu yolculukta pîrsiz olursan, pek büyük afetler, korkular, tehlikeler vardır.

Sen birçok defalar gelip geçtiğin bu yolda bile kılavuzsuz gidersen, şaşırıp kalırsın.

Ya hiç görmediğin bir yolda ne olursun? Öyleyse aklını başına al da, kılavuzsuz olarak yola düşme."

5- Bilgili ve İyiliksever Bir Arkadaşa Müracaat Etmek

İyi, bilgili ve hayırsever arkadaş, nefsi ıslâh etme ve çirkin sıfatları tanıma doğrultusunda, insana yardım edebilecek Allah'ın büyük nimetlerinden biridir. Ancak onun bilgili olup, iyi ve kötü sıfatları tanıyan birisi olması şarttır. Ayrıca iyiliksever ve güvenilir de olmalıdır. Zira eğer iyi ve kötü sıfatları tanımazsa, bu konuda insana yardımcı olamaz, hatta tam aksine iyiyi kötü ve kötüyü de iyi gösterebilir. Güvenilir ve iyiliksever biri olmadığı takdirde de, kendi aklınca arkadaşlığını korumak ve arkadaşını üzmemek için onun kusurunu kendisinden gizleyebilir, hatta onun hoşlanması için kötü yönlerini iyi göstererek onu övüp, yüceltebilir.

İnsan böyle bir arkadaş bulabilirse, gördüğü her türlü kusur ve noksanlığı kendisine hatırlatmasını istemeli ve uyarılarından dolayı ona teşekkür etmeli, kendi nefsini ıslâh etmek için onlardan yararlanmalıdır. Onun uyarılarından dolayı rahatsız olmak bir yana dursun, hatta buna sevindiğini bile dile getirmelidir.

Kendisinden görüşünü açıklaması istenen böyle bir arkadaş, ihlâs ve sadakatinin derecesini bilfiil ispatlamalıdır. İnsaflı bir şekilde, sevgi ve düşmanlıktan uzak olarak arkadaşının özelliklerini dikkatle incelemeli, onda gördüğü her kusuru arkadaşça ve hayrını ister bir dille ona açıklamalıdır. Mümkün olduğu kadar da bunu gizli bir şekilde yapmalı ve başkalarının yanında onun kusurlarını açıklamaktan cidden kaçınmalıdır. Hedefi, gerçeği söylemek olmalı ve kusurları büyütmekten sakınmalıdır. Zira mümin, mümin kardeşine karşı insanın güzellik ve çirkinliklerini büyütüp küçültmeden, eksiltip çoğaltmadan gösteren ayna gibidir.

Tabiî insanı kusurlarını ıslâh etmek maksadıyla uyaran böyle şefkatli arkadaşlar da azdır; ancak böyle bir arkadaş bulan kimse, büyük bir saadete nail olmuş demektir. Bunun kadrini bilmelidir, uyarılarına sevinmeli, teşekkür ederek kadirşinaslığını dile getirmelidir. İmam Cafer Sadık (a.s) bu konuda şöyle buyurur:

"Kardeşlerimden en çok sevdiğim kimse, kusur ve ayıplarımı bana hediye eden kimsedir."

6- Başkalarının Kusurundan İbret Almak

İnsan genellikle kendi kusurundan gafildir; ancak diğerlerinin kusurunu görür, onların çirkinliğini iyi idrak eder ve meşhur deyimle; "Başkalarının gözündeki samanı görür, onu dağ gösterir; ancak kendi gözündeki dağı görmez."

Bundan dolayı nefsanî kusurları tanımanın yollarından biri de, kendi kusurlarını başkalarının kusurlarıyla karşılaştırmaktır. İnsan başka birinde bir kusur görünce, onu eleştirmeye kalkmadan önce, kendinde bu kusuru aramalı ve bu maksatla kendi nefsini incelemelidir. Aynı kusuru kendi nefsinde de bulursa, onu ıslâh etmeye çalışmalıdır. İşte bu durumda başkalarının kusurunu görmekten ibret alıp kendi nefsini ıslâh etmek için çaba harcar.

Nitekim Resulullah (s.a.a) şöyle buyurur: "Mutlu ve saadetli kimse, başkalarından ibret alandır".[17]

7- Eleştiriden Ders Almak

İnsanın arkadaşları, genellikle onun kusurlarını kendisine söylemekten sakınırlar; düşmanları ise tam tersine onun her işini eleştirirler. Elbette düşmanların eleştirileri çoğu zaman takva ve ihlâs üzerine değildir; bilâkis kin, haset ve intikam hırsı gibi duygular, onları tenkit etmeye sevk etmektedir. Ancak insan onların tenkitlerinden kendi lehine yararlanabilir.

İnsan düşmanların tenkitlerine karşı iki çeşit tavır alabilir:

1) Savunmaya geçip; "Bu eleştiri düşmandandır, onun maksadı da hayır değildir." diyerek eleştiriyi dikkate almayabilir. Böyle birisi, kendi kusurunu ıslâh etmek yerine çoğu zaman başkalarında var olan yanlışlıkları da yapar. 

2) Düşmanların tenkitlerini iyice dinleyip, hakikati öğrenmek için kendi nefsine müracaat eder ve insaflı bir şekilde onu inceler. Düşmanın eleştirilerinin yerinde olup, nefsinin kusurlu olduğunu görürse, derhâl kendini ıslâh etmeye çalışır. Hatta uygun görürse, kusurunu söyleyerek nefsini ıslâh etmesine sebep olan böyle bir düşmana teşekkür bile edebilir. Bu açıdan bir düşman, insanın kusurlarını örten, onu metheden, ona karşı dalkavukluk yapan cahil ve bilgisiz bir dosttan kesinlikle daha iyi ve faydalıdır.

 

[1]- Usul-u Kâfi, c.1, Akıl ve Cehalet Kitabı, h: 1 ve 26

[2]- Usul-u Kâfi, c.1, Akıl ve Cehalet Kitabı, h: 3

[3]- Usul-u Kâfi, c.1, Akıl ve Cehalet Kitabı, h: 17

[4]- Usul-u Kâfi, c.1, Akıl ve Cehalet Kitabı, h: 12

[5]- Usul-u Kâfi, c.1, Akıl ve Cehalet Kitabı, h: 23

[6]- Usul-u Kâfi, c.1, Akıl ve Cehalet Kitabı, h: 34

[7]- Bihar'ul-Envar, c.71, s.338

[8]- Bihar'ul-Envar, c.71, s.339

[9]- Bihar'ul-Envar, c.71, s.340

[10]- Bihar'ul-Envar, s.71, s.340

[11]- Bihar'ul-Envar, c.71, s.325

[12]- Kıyamet, 14-15

[13]- Fâtır, 8

[14]- Nehc'ül-Belâğa, Hutbe: 176

[15]- Nehc'ül-Belâğa, Hutbe: 193

[16]- Kehf, 103-104

[17]- Bihar'ul-Envar, c.71, s.324

Yeni Makale ve Video öğeleri

Yeni Kitaplar