Siz bilim, akıl ve dini nasıl tanımlıyorsunuz? Bunların arasında ne gibi farklar ve çelişkiler vardır? Bütün ilimlerin kaynağı Ku’ran’dadır sözü ne derece doğrudur?

2014/03/19
Soru
Siz bilim, akıl ve dini nasıl tanımlıyorsunuz? Bunların arasında ne gibi farklar ve çelişkiler vardır? Bütün ilimlerin kaynağı Ku’ran’dadır sözü ne derece doğrudur?

İlim sözcüğünün üç sözcük ve iki terim anlamı varıdır: İlim; bazen bilmek, bazen bilgi ve bazen de bilinen manasına gelmektedir. Birinci manada ilim masdar; ikinci de masdar ismi ve üçüncüdeyse belirtili nesnedir.

 

Bilginin(knowledge) iki tane terim manası vardır: Bazen ondan maksat mutlak şekilde anlamadır; ister bu anlama hakikatle mutabık olsun ister olmasın.  Ancak bazen ondan maksat hakikate mutabık olanı anlamadır.

 

Din ve ilim arasındaki çelişki meselesinde ilimden kasıt tecrübeye dayalı olarak olayları ve maddi varlıkları tahlil etmeğe çalışan bilimdir (science).

 

Bu tarife göre, kitabı mukaddesin tahrif olmasından dolayı her ne kadar Hıristiyanlıkla bilim arasında bir takım tezatlar oluşmuşsa da İslam’la bilim arasında hiçbir tezat oluşmadığı gibi Kur’an bilimin sonradan ulaştığı bazı bilimsel gerçekleri önceden haber vererek bilimsel mucizesini ortaya koymuştur. Ne yazık ki Kuranın bazı bilimsel hakikatlere ışık tutması meselesi bir takım insanların, tefsir kurallarına dikkat etmeden ve bilimin ispatladığı kesin kurallarla teorileri arsında fark gözetmeden ayetleri bilimin verilerine tatbik etmeğe kalkışmalarıyla büyük bir hata yapmalarına sebep olmuştur. Bizce Kur’an hidayet kitabıdır ve insanlığın hidayetle ilgili ihtiyaç duyduğu her şeyi açıklamıştır. Bazen bilimsel meselelere değinmesinin sebebi de yine bunlar vasıtasıyla insanın hidayetine yardımcı olmaktır. Elbette bu durum aynı zamanda Kur’an’ın bilimsel mucizesinin de bir göstergesidir.

 

Kur’an’ın üstünlüğünü ispatlamak için bütün ilimlerin onda olduğunu söylemeğe ihtiyaç yoktur. Elbette Kur’an’da bilinmeyen birçok hakikatler gizlidir ki zaman geçtikçe Kur’an bu hakikatleri beşere sunmaktadır.

 

Akla gelince onunla ilgili birçok anlamlar söz konusudur, ama bizim akıldan maksadımız genel/külli kavramları anlayabilen kabiliyet ve güçtür. Hıristiyan âleminde bir takım insanlar baştan beri Hıristiyanlık dinin tahrife uğramış öğretileriyle aklın uyuşmadığını fark ettiklerinden, iman ve aklı iki ayrı alanda incelemeye tabi tuttular. Ancak İslam âleminde akıl özel bir itibara sahiptir. Kur’an defalarca insanları düşünmeğe davet etmiştir. İnançlar boyutunda akla dayalı olmayan inancı reddetmiş ve fıkıh alanında da aklı fıkhın kaynaklarından birisi olarak tanıtmıştır. Hatta daha ileri giderek demiştir ki her ne zaman akıl kesin/yakini bir bilgiye ulaşırsa ve bu bilgi de dinin bazı zahiri/kesin olmayan hükümleriyle çelişirse aklın bulgusu o hükümlere tercih edilir. Daha açık bir deyişle dinin gerçek hükmü/nassı akılla belirlenir.

 

Din; İnsanları yetiştirip toplumu idare edebilmek için var olan ve bir takım inanç, ahlak ve kanunlardan oluşan, farklı aşamalara sahip bir bütünden ibarettir.

 

Din kanunlar bütünü olarak, Allah Teala’nın ilminde ve Lahfu mahfuzda var olan bir hakikattir.  İlahi hazinedeki bu hakikatin tamamı veya bir kısmı zaman ve mekânın şartları göz önünde bulundurularak, insanları hidayet etme maksadıyla peygamberlere gönderilir. Daha sonra akla ve nakle müracaat edilerek bu hakikat ortaya çıkar ve belli bir çerçeveye oturtularak bir gurup insanın inancı haline gelir.

 

O zaman dini aşağıdaki merhalelerde özetlemek mümkündür:

 

1) Nefsu’l-emri din, 2) Gönderilmiş din, 3) Keşfedilmiş din, 4) Kanunlaşmış din.

Ayrıntılı Cevap

İlim kelimesi için üç mana zikredilmiştir: Bazen ilim masdar/kök manasına gelen “Bilmek”, bazen masdar ismi manasına gelen “Bilgi” bazen de kavranmış anlamına gelen “Bilinen” anlamında kullanılır.

Bazen yanlışlıkla veya müsamahayla bilgi kelimesi bilinen kelimesinin yerine kullanılması bir takım safsatalara sebebiyet vermiştir. Örneğin gerçekte insanın kendisinin bilgi alanında tekâmülünden ibaret olan bilginin tekâmülünden hatalı bir şekilde bilinenlerin özsel/cevheri değişimi ve gelişimi neticesini alıyorlar. Bu netice bilgiyle bilinenin bir birine karıştırılmasından kaynaklanmaktadır. Gerçek de tekâmül edip gelişen insanın bilgisidir, bilinenler değildir.

İlim konusunda[1] iki terim vardır: a) Mutlak manada bilme ve anlama, ister gerçeğe mutabık olsun ve isterse olmasın. Yani insanın zihnine bilgi olarak gelen her şekil (Poper’in ikinci dünyası) veya bilgi dünyasında bilgi olarak sunulan her şey (Poper’in üçüncü dünyası)

b) Gerçekle mutabık olan bilgi[2].

İlim ve dinin çelişmesi meselesinde ilimden maksat pozitif[3] bilimlerdir[4]. Bu bilimler tecrübe ve deneye dayalı olarak fiziksel olayları incelemeğe tabi tutarlar. Netice itibarıyla bu terim bundan önce ilim (knowledge) olarak zikredilen iki terimden farklı bir anlam içermektedir.

 

Akla gelince onunla ilgili birçok anlamlar söz konusudur, ama bizim akıldan maksadımız genel/külli kavramları anlayabilen kabiliyet ve güçtür[5]. Aklın anlayışı; eğer doğru öncüllere ve sahih istidlal yöntemlerine dayalı olursa kabullenilebilir olacaktır. Şunu da unutmamak gerekir ki aklın anlama sahası genel/külli kavramlardan ibarettir ve onun dışındaki sahalarda başka araçlardan, örneğin duyu organlarından, faydalanmak zorundadır. Elbette duyu organları vasıtasıyla elde edilen veriler, akıl vasıtasıyla tahlil edilerek bir takım çıkarımlar yapılır. Bundan dolayı duyu organlarındaki algılama hataları bazen aklın da hata etmesine sebebiyet verir[6].

Din kelime olarak şu manalara gelir: İtaat, boyun eğme, taraftarlık, kabul, teslimiyet ve karşılık. Kur’an’da din kelimesi bazen beşeri kanunlar ve kararlar için[7] ve bazen de batıl dinler için kullanılmıştır. Örneğin Kıbtilerin İsrail oğullarına hakimiyetini temin eden kanunlarla[8] Hicaz putperestlerinin yağmacı kanunları için din tabiri kullanılmıştır[9].

Ama Kur’an’a göre gerçek manada din; İnsanı yetiştirip toplumu idare etmek için var olan inanç, ahlak ve kanunların bütününden ibarettir. Din gerçekte yaratılışın konuşan dilidir. Dinin büyük bir kısmı insanı ve evreni tanıyarak, onun saadete ulaşma yollarını anlamaktan ibarettir. Din sadece Allah (cc) tarafından düzenlenirse haktır[10]. Çünkü insan ve evren hakkında yeterli bilgiye sadece O sahiptir ve bundan dolayı da kanunları insanda var olan güç ve kabiliyetleri göz önünde bulundurarak düzenler[11].

Eğer dinden maksadımız ilahi dinler olursa, onun için farklı aşamaları göz önünde bulundurabiliriz:

Nefsu’l-Emri Din: Yani Yüce Allah katında ve iradesinde insanı hidayet ve saadete ulaştıracak din. İnsanın özü bir olduğundan dolayı bu dinde bir tek nüshaya sahip olup evrenseldir ve hiçbir zaman ve mekânla sınırlı değildir.

Gönderilmiş Din: Yani Allah tarafından insanın hidayeti için peygamberlere gönderilen din. Bu din, bir taraftan nefsu’l-emri dinle aynı kaynağa sahip olduğundan evrensel bir yapıya sahiptir, ama diğer taraftan inmiş olduğu neslin zamansal ve mekansal ihtiyaçlarını içerdiğinden bir takım özel/evrensel olmayan unsurlara sahiptir.

Keşfedilmiş din: Yani Gönderilmiş veya Nefsu’l-emri dinden, kişilerin akıla veya nakile müracaat ederek keşfettikleri dindir.

Kanunlaşmış din: Keşfedilmiş dinin umumileşip belli bir kanun kalıbına girerek halkın bir gurubunun inancı haline gelmiş dindir.

Kur’an “Allah katında din İslam’dır”[12] derken maksadı nefsu’l-emri dindir.” İslam bütün dinlerin sonuncusudur…” denildiğinde maksat gönderilmiş dindir. Şahısların dini göz önünde bulundurulduğunda maksat keşfedilmiş dindir.[13]

Bazıları dini, kitap ve sünnetten (metin) ibaret biliyorlar. Bu anlayış göre de din sabittir ve dini tanıma sadece kitap ve sünnetle mümkün olur. Bu bakış açısında din şahısların zihinlerine bağımlı değil (Poper’in üçüncü dünyası) herkese açıktır. Dolayısıyla da değişkendir[14].

Elbette dikkat etmek gerekir ki dini bu manada kullanmak, yukarıda anlatılanlar göz önünde bulundurulduğunda, dini sadece belli bir katman ve aşamasıyla kısıtlamak olur. Ayrıca eğer din Allah katında ve Lahf-u Mahfuzda ki sabit hakikat değil de sadece kitap ve sünnetten ibaret olursa, böyle bir din değişimden kendisini kurtaramayacaktır. Çünkü kitap ve sünnet Nefsu’l-emri dinin yansımasıdır ve kitapla sünneti tanıma gerçek de başka bir marifeti/tanımayı tanımadır. Buna göre kitap ve sünnetin alanı; kelam, usul, rical ve din felsefesi ilimlerindeki görüş farklılıklarına göre daralıp genişleyebilmektedir. Örneğin eğer usul ilminde siga/yalan konuşmayan şahsın sözünü hüccet/delil kabul edersek dinin alanı değişime uğrayacaktır (genişleyecektir)[15].

Batılıların Görüşünde Din:

Batıda dinle ilgili yapılan tariflerin geneli belli bir bakış açısına dayalıdır. Mesela psikolojik açıdan denmiştir ki din; insanın ilah olarak adlandırdığı varlık karşısında yalnızken ortaya koyduğu duygu, davranış ve tecrübelerinden ibarettir. (William James)

Sosyolojik açıdan din şöyle tarif edilmiştir: Fertlerin oluşturduğu; inanç, davranış, slogan ve dinsel kurumların bütünüdür. (Talcot Pearsoons)

Maddeci bakış açısında din; bizim kabiliyetlerinizin özgürce gelişmesini önleyen emir ve yasaklar bütününden ibarettir. (Raynah)

Dini açıdan din, bütün varlıkların bizim bilgimizin ötesi bir gücün tecellisi olduğunu kabul etmekten ibarettir (Horbert Spencer)[16].

Bizce dinin en kapsamlı tarifi şudur: Din sonsuz hakikat ekseninde oluşmuş bir takım (Ferdi ve toplumsal) inanç, davranış ve duyguların bütünüdür.

İtikatlar, yalan veya doğru olmakla vasıflandırılabilecek önermelerdir. Her dinin itikatları, o dindeki bir takım davranış ve duygusallıkları izah eder[17].

Netice itibarıyla, ilim terim manalarından birine göre gerçekle mutabık olan/örtüşeni anlamadır. Gerçi Batı’da, din ve ilimin çatışması söz konusu edildiğinde ilimden maksat sadece pozitif bilimlerdir (science).

Akıl, külli/ genel kavramları anlayan güçtür ve din ise, halkın hidayeti için Allah tarafından peygamberlere vahiy yoluyla gönderilen ilahi hidayetten ibarettir.

Bu üç kavram arasındaki farkları ve tezatları iki başlık altında incelemeğe tabi tutacağız:

1)Akıl ve Din (Akıl ve İman)

Hıristiyan aleminde, Hz. İsa (as)’ın getirdiklerinin tahrif edilmesinden dolayı dinle aklın verileri arasında çelişki olduğu görüldü. Bunun ardından bilim adamlarının kafasında şu iki soru oluştu:

1) Aklın dinin sahasında bir yeri var mıdır?

Görünürde kimsenin imanı anlamada akıldan faydalanılabileceği konusunda sorunu yok ama buna binaen daha önemli bir soru karşımıza çıkar o da şu ki:

2) Aklın imanın sahasında yeri nedir? Başka bir deyişle fertlerin, imanlarının doğru olduğuna dair ikna edici delillere ihtiyaçları var mıdır?

Bu sorulara cevap verebilmek için Batıda üç fikir akımı meydana geldi:

Üst Düzey Akılcılık: Bu anlayışa göre yeterli delile sahip olmayan her inanç kınanmalıdır ve dini inancın kabullenebilir olması için herkesi ikna edecek şekilde ispatlanması gerekir. İngiliz matematikçi Kilifort ve Jan Lack bu inancı paylaşıyorlardı. Aquinas bu konuda şöyle diyor: Hıristiyanlığın hakikatini, dakik akli araştırmalarla ikna edici bir şekilde ispatlamak mümkündür. Ancak akılla imanın yolları ayrıdır ve biz imanın peşine düşmeliyiz aklın değil. Suen Born da üst düzey akılcılığa yakın bir düşünce yapısına sahiptir.

İman Eksencilik: Bu düşünce akımına göre, dini düzenlerin akıl tarafından değerlendirilmeğe ihtiyacı yoktur. Bu gurubun iddiasına göre dini düzenler o kadar köklü bir yapıya sahiptirler ki onları ispatlayacak ondan daha köklü bir yapı söz konusu değildir. Kierkegard[18] bu inanca sahipti ve ona göre akılla din bir birinin zıddıdırlar.

Elbette bu gurubun gaflet ettiği mesele şudur ki halis bir müminin inançlarının köklülüğünden maksat bu inançların onu yaşam tarzıyla ilgili kapsamlı bir şekilde yönlendirip onun için yeteri kadar hedef ve delil icat etmesidir. Ama buradan yola çıkarak insanların dinle ilgili düşüncelerinin diğer bilgi ve düşüncelerinden daha köklü olduğu ve doğruluğu daha kolay anlaşılır olduğu neticesine ulaşamayız.

c)Eleştirel Akılcılık: Bu düşünce akımına göre dini düzenler akılla değerlendirmeğe tabi tutulabilirler ve bu değerlendirme mutlaka yapılmalıdır. Gerçi dini düzenleri doğruluğunu mutlak anlamda akılla ispatı mümkün değildir.

Bu yöntemde evvela, genele hitap eden bir ispatlama yerine şahıslara özel ispat söz konusu edilmiştir Corc Maverdis diyordu ki: ispat meselesini şahsa özel telakki etmemiz gerekiyor. İkinci olarak bu düşünceye göre dini inançların hakikatiyle ilgili olarak kesin neticeye hiçbir zaman ulaşılamaz. Meseleyi bu şekilde yorumlama büyük ölçüde Poper’in görüşüne uygunluk arz etmektedir[19].

Ama İslam’da akıl, dini tanıma kaynaklarından birisi olarak kabul edilmiş ve itikadi meselelerde,[20] akla öncelik tanınmıştır. Öyle ki Kur’an’da[21] delil yerine taklide dayalı olan inanç defalarca kınanmıştır[22].

Hatta aklın bu önemi yüzünden dinin kesin olmayan/zahiri hükümleri aklın kesin hükümleri yönünde değişime tabi tutulmuştur.

Ahkamda (fıkıhta) da akıl fıkhî hükümlerin kaynaklarından birisi olarak kabul görmüştür. Yani aklın doğru istidlal yöntemlerine dayanarak elde etmiş olduğu açık hükümler dini metinleri anlamada bitişik/muttasıl veya ayrı/munfasıl karine olarak kabul edilir ve bu metinlerin anlaşılmasında onlardan faydalanılır.

Akıl hem nefsu’l-emri dine ulaşma vesilesidir; hem de gönderilmiş/mürsel dine ulaştıran delildir. Nefsu’l-emri dine üç yoldan ulaşmak mümkündür:

a) Vahiy ve şuhut yoluyla ki bu yol belli bir gurup insana özeldir;

b) Nakil; yani vahiy ve şuhut yoluyla elde edilenlerin beyan edilmesi;

c) Akıl.

Gönderilmiş dini keşfetmenin iki yolu vardır: 1- muteber/kabul edilebilir nakil 2- akıl.

Eğer nakil, aklın keşfettiklerini beyan ederse bu, nakil yoluyla gelenin aklın bulgularına irşat ettiğinin göstergesidir.[23]

Başka bir tabirle, akıl dinin bazı bölümleri için ölçü, bazıları için aydınlatıcı (lamba) ve bazıları içinse anahtar pozisyonundadır.

Aklın ölçü olduğu yerlere örnek olarak dinin gerekliliği ve şirkin batıllığı verilebilir. Bu tip meselelerde vahiy görüş bildirse bile insanların akıl hazinelerinde olanı açıklamaktan başka bir şey yapmamıştır. Hz. Ali (as) buyuruyor ki: Peygamberler, insanların akıllarında saklı olan hazineleri ortaya çıkarmak için gönderilmişlerdir[24]. Burada akıl vahyin karışında değildir. Ancak akılla vahiy ilahi hidayetin iki ayrı mertebesidirler. Elbette burada vahiy akla üstün, akılsa vahye mutabıktır ve bir birleriyle hiçbir ihtilafları olmadan her ikisi de ilahi hüccet/delildir[25].

Aydınlatıcı (lamba) Akıl: Akıl dini hükümlerin istihracında aydınlatıcı pozisyonundadır. Dolayısıyla da aynı kitap, sünnet ve icma gibi fıkha kaynaklık eden delillerden sayılmaktadır. Akıl bu alandaki rolünü şöyle oynar: Bazen onun yol göstericiliği icma gibidir. Nasıl icma masumun görüşünü yansıtması açısından delil hesaplanıyorsa akıl da bazen kitap ve sünnette olanı bulmak için araçolur. Bu hedefe ulaşmak için akıl, kitap ve sünnetten alınmış esaslardan faydalanır (gayri mustakillatı akli). Ama bazen akıl, şeriatın hükümlerine ulaşabilmek için kendinde var olan kaynaklardan faydalanır (mustakillatı akli).

Anahtar Akıl: Aklın anahtarlığından maksat şudur ki, akıl aydınlatıcı olarak şeriatın kanun ve hükümlerini kendi ufkunda külli ve soyut bir şekilde keşfedip beyan ettikten sonra şeriatın sınırlarına karışma yetkisi yoktur. Örneğin akıl masumun sözlerine dayanarak ahkâmın özellikleri hakkında fikir beyan edebilir. Ama bunun ötesine geçemez.[26]

Netice itibarıyla yukarıda belirtilen yerlerde aklın hüküm ve hakemliği İslam tarafından kabul edilmiştir. Sadece doğruluk ve yalan olma vasfıyla nitelenen inançlarla ilgili önermelerde aklın onayı gerekmekle kalmayıp ahkam/fıkıh ve ahlakla ilgili meselelerde de akıl önemli kaynaklardan birisi olarak kabul edilmiştir. Elbette akıl bazı yerlerde görüş bildirme gücüne sahip değildir. Ahiretin ayrıntıları ilgili meseleleri buna örnek olarak vermek mümkündür. Peygamberlerin öğretilerinin esaslarından bir tanesi de bize akılla ulaşmamız mümkün olmayan şeyleri öğretmeleridir ”ve size bilemeyeceklerinizi öğretiyor”[27] . Allah Teala bu ayette ”size bilmediklerinizi öğretiyor” tabirini kullanmıyor. Onun yerine diyor ki “size bilemeyeceklerinizi öğretti”[28].

2) Bilim ve Din:

İslam’ın bu konudaki görüşünü beyan etmeden önce bu meselenin çıkış yeri olan Batıya ve oradaki düşünürlerin görüşlerine bir göz atacağız.

Kiliseyle Galile gibi bilim adamlarının çatışması ve kilisenin bilim adamlarına karşı katı tutumuna rağmen bilimin bir takım verilerinin kesinleşmesi Batıda üç ayrı akımın oluşmasına sebep oldu:

a) Dinle bilimin rekabet hatta çatışma durumunda olduğunu savunan görüş: Bir gurup radıkal Hıristiyan diyordu ki dinle bilimin çeliştiği noktalarda kitabı mukaddesin iddiaları öncelik hakkına sahiptir.

Buna karşılık bazı maddeciler tabiatta ki tekâmülü tercih ediyorlardı. Daha sonra Haksli gibi bilim adamları maddeden başka gerçeğin olmadığı iddiasındaki felsefi görüşten yola çıkarak Hıristiyanlığı ve Allah inancını kökünden reddediyorlar ve diyorlardı ki insanın madde dışında görünmeyen bir hedefi yoktur.

b) Bir gurup ise dinle bilimin değişik açılardan bir birlerinden ayrı olduklarına inanıyorlardı. Yeni Ortodokslar, dini Ekzistansiyalistler, pozivitistler ve dilci filozofları bu guruptan saymak mümkündür. New Ortodoks olan Karl Bat diyordu ki: Konu açısından ilahiyatın konusu, tanrının İsa da tecellisi ama bilimin konusu tabiattır. Yöntem açısından, Tanrıyı sadece bize olan tecellisi yoluyla tanımak mümkündür. Ancak tabiatın sınırlarını beşeri aklın yardımıyla tanımak mümkündür. Öte taraftan dinin hedefi insanı Allah’la görüşmeğe hazırlamaktır. Ama bilimin hedefi tabiata hâkim olan kuralları tanımaktır. O zaman din ve bilim bu üç alanda bir birlerinden ayrıdırlar ve hiçbir şekilde çatışmaları söz konusu değildir.

Ekzistansiyalizmin kurucularından olan Kierkegard diyordu ki :”Bilimsel bilgi kişisel değil objektiftir. Ancak dini bilgi tümüyle kişisel ve sübjektiftir.”

Bilimin konusu, maddi varlıklarla onların rolleridir. Ancak dinin konusu şahsi ve ahlaki gerçeklerdir. Gerçekte dini bilginin hedefi Allah’la mümin insanın, ilişkisiyle alakalıdır ve onu bilimsel olarak ve duygudan soyutlanmış bir şekilde düşünmek söz konusu değildir.

Pozitivizme göre bilimsel bilgiyi diğer bilgilerden ayıran en önemli özellik, onun herkes tarafından deney yoluyla denenebilir olmasıdır. Bundan dolayı bilgi elde etmenin tek yolu bilimsel yöntemdir ve sadece üzerinde deney yapılabilecek şeylerin içeriği ve anlamı olan bir anlatımı vardır. Dinin dili; Allah, ruh ve nefsin ebediliği gibi denenmesi mümkün olmayan şeylerden bahsettiğinden dolayı bilimsel değere sahip değildir. Felsefesi genel dile dayalı olan Vitgenştayn diyordu ki: Dilin muhtelif kullanımları vardır. Bilimsel dilin hedefi bir tür öngörü ve kontroldür. Ama ilahiyatta dil, dua, huzur bulma ve benzeri hedefler için kullanılır. O zaman din ve bilim tamamen iki ayrı faaliyet alanına sahiptirler ki konu, yöntem ve hedef açısından farklılık arz etmektedirler.

c) Din ve bilim arasında sıkı ilişki olduğunu savunan görüşler: Vaythed dini ve bilimsel verilere dayanarak kapsamlı bir hakikat yorumu sunmaya çalışmıştır.

Mek Gey diyor ki: Bilim ve din, farklı yöntem ve hedeflerle ortak konular için farklı açıklamalar sunma çabasındadırlar. Bilim gerçeklerin sebeplerini keşfetmek istemektedir. Ama din olayların manalarını ortaya koymak istemektedir. Buna göre mükemmel bir anlayışa ulaşmak için hem kelami yorumlara ihtiyacımız vardır hem de bilimsel açıklamalara.

Elbette Mek Gey şu soruya cevap vermekten aciz kalmıştır: Din ve bilimin çeliştiği yerlerde hangisini tercih edeceğiz?

Suen Born diyordu ki: Bilim ve ilahiyat anlatım tarzlarındaki yöntem farklılıklarından dolayı bir birlerinden ayrılırlar. Bilimsel açıklama şuursuz maddi varlıklardaki zati kabiliyetler üzerinde yoğunlaşmıştır. Ancak dini açıklama, bağımsız bir fail olarak Allah’ın fiilinden kaynaklanan bir takım özel olayları konu edinir.

Elbette bazıları bilimin görevinin açıklama olduğunu kabul etmezler ve bilimin gücünün, tahmin/öngörü ve kontrol olduğunu savunurlar. Aynı şekilde din için de derler ki: Dinin asıl vazifesi açıklama değil ferdi ve toplumsal hayatı düzenleme gibi sorumlulukları üstlenmektir[29].

Ama İslam’da; Kur’an’ın tahriften korunmasından dolayı din ve bilim arasında bu tür çatışmalar söz konusu değildir. Bilimin yeni buluşları dinle çelişmediği gibi Kur’an’ın bilimsel mucizesini de ortaya çıkarmıştır. Elbette şunu da hatırlatmalıyız ki Kur’an ayetlerinin yüzde onundan fazlası farklı alanlarda ki bilimsel meselelere yöneliktir ve bu ayetlere yönelik üç bakış açısı söz konusudur:

Bir guruba göre Kur’an bütün bilimsel meselelere değinmiştir. Dolayısıyla bu gurup ayetleri bilimsel meselelere tatbik etme çabasındadırlar.

Başka bir gurup Kur’an’ın bilimsel tefsirine karşıdırlar ve bilimsel tefsiri Kur’an’ın hedef ve maksatlarına aykırı telakki ediyorlar.

Başka bir gurupta, ihtiyatlı bir yaklaşımla Kur’an ayetlerini bilimin kesin bulgularına uygun olarak tefsir etmişler ve ilmi bulgular temeline dayalı tefsir alanında aşrılıktan uzak durulmasını tavsiye etmişlerdir.

Birinci akım Kur’an’daki bazı ayetlerin zahirine [30] dayanarak diyorlar ki: Her şey Kur’an’da beyan edilmiştir (Nitekim ayette şu ifade yer alır: “Her şey için açıklayıcı”)[31]. Ama bunlar, Kur’an’ın insanların saadeti ve hidayeti için nazil olduğu gerçeğini göz ardı etmişlerdir. Kur’an bilim ansiklopedisi değildir ki bilimin değişik alanlarıyla ilgili bilgileri ihtiva etsin. Kur’an’da ki “Her şey” den maksat, hidayetle ilgili olan her şeydir: “o her şeyi beyan eden hidayet ve rahmettir…” Yani Kur’an insanların hidayeti için gerekli olan[32]; yaratılış, ahiret ve güzel ahlak gibi gerçek bilgileri- ki insanlar hidayeti bulmada onlara muhtaçtırlar- kapsamlı bir şekilde ihtiva etmektedir. Elbette bazen terbiye etmekle ilgili bazı hedeflerine ulaşabilmek için tabiat ve varlıkla ilgili bazı konulardan da yararlanmıştır.[33]

Bilimin aydınlatıcılığı sayesinde Kur’an’ın bilimsel mucizesi kendini göstermiş ve bu vesileyle bilim hayranlarına İslam’ın ve Kur’an’ın hakkaniyeti aşikâr olmuştur.

İkinci gurup Kur’an ve bilimin çelişmesinden korkarak Kur’an’ın bilimsel tefsirine karşı çıkmıştırlar. Ama şu gerçeği görememişlerdir ki eğer Kur’an kesinleşmiş bilgilere dayanılarak tefsir edilirse asla çelişki söz konusu olmayacaktır. Bundan dolayı üçüncü gurup Kur’an’ın bilimsel tefsiriyle ilgili bir takım şartları öngörmüşlerdir ki bu şartlar ilgili yerlerde beyan edilmiştir[34]. Şunu da hatırlatalım ki böyle bir çelişki ancak keşfedilmiş dinde söz konusu edilebilir ve nefsu’l-emri dinle mürsel dinde böyle bir şeyden söz edilemez. Kimse de dinden anladığı her şeyin yüzde yüz doğru olduğunu iddia etmemiştir.

---------------
[1] Knowledge

[2] Bkz: Mehdi Hadevi, Tahrani, İnançlar ve Sorular, 153-162, İçtihadın Kelami Kökenleri, aynı yazardan, 377-379

[3] Natural sciences

[4] Bkz.: İlim ve Din , Ian Barber, Hurremşahi tercümesi, s. 9

[5] Muhammet Hüseyin zade, Dini Anlayışın Dayanakları, s.36-44

[6] Hadevi, Tahrani, İnançlar ve Sorular, s. 16-17

[7] Yusuf suresi 76. ayet

[8] Mümin suresi 26. ayet

[9] Kafirun suresi 6. ayet

[10] Nasr,2, Bakara, 193, Enfal, 39, A’raf, 29, Tevbe, 29,33,

[11] Bkz.: Cevadi Amuli, Marifet Aynasında Şeriat, s. 93-97, İnançlar ve Sorular, s.16-17

[12] Ali İmran 19

[13] Hadevi Tahrani, İçtihadın kelami kökenleri, s.384-389

[14] Suruş, Şeriatın Teorik Genişleme ve Daralması, s. 182-184, 245

[15] Hadevi, Tahrani, İnançlar ve Sorular, s. 153-162

[16] Jhon Hayk, Din felsefesi, Behram Rad’ın tercümesi, s. 23-24, İctihadın kelami kökleri, Hadevi Tahrani s. 384

[17] Mikael Peterson, Dini inançlar,s. 18-22

[18] Kierkegard

[19] Michael petersoon, Akıl ve Dini İnanç,s.69-95, Hadevi Tahrani, İnançlar ve Sorular, s. 49-58

[20] Kur’an zümer suresinin 17ve 18. ayetlerinde şöyle buyuruyor:” Müjdele kullarımı artık, o kullarım ki sözü dinlerler ve en güzeline tabi olurlar, onlar, öyle kişilerdir ki Allah, doğru yola sevk etmiştir onları ve onlardır özleri akılları olanların ta kendileri.” Yedinci İmam (a.s.) da Hişam’a buyurdular :”Allah Teala bu ayetle akıl sahiplerine müjde vermiştir.” Tuhuful Ukul s.404 .

Bu ayet aşağıdaki nüktelere işaret etmiştir: 1) Allah’a kulluğun gereği ayetten açıklanan görevden ibarettir 2) Duymayla dinleme arasında fark vardır. Birincide sadece işitme söz konusudur hatta istenmese bile; ama ikincide istekli bir dinleme söz konusudur. Yani onlar bir şeyi dikkatle dinleyip anlamadan reddetmezler. 3) Duyduklarını eleştiriye tabi tutup en iyisine tabi olurlar. 4) Gerçi burada yol gösteren akıldır ama Allah Teala onu ilahi hidayet olarak telakki etmiştir. 5) Akıl ve anlama nimetinden yoksun olan insanın hiçbir değeri yoktur. Aynı bademin özünün içinden ibaret olması gibi (Onlar öz ve akıl sahiplerinin ta kendileridir).

[21] Bakara 170, Maide , 104. Enbiya, 53-54, Şuara, 74, ve Zuhruf 23 ve…

[22] Tuhuful Ukul, 404- 425, İslam da Talim ve Terbiyet, s. 17-30 ve 175-195

[23] Marifet Aynasında Şeriat, s. 335, İçtihadın Kelami Kökenleri, s. 384-389

[24] Nehcül Belaga 1. Hutbe

[25] Yedinci İmam(as) buyuruyor ki: “Allahın insanlara iki delili/hücceti vardır; deruni/içsel delil ki insanların aklıdır ve dışsal delil ki vahiydir.”Tuheful ukul 407, Bkz.: İslam da Talim ve Terbiye, Şehit Mutahhari, s. 17-30 ve 175-195, İslam Ahlakı, Muhyiddin Hairiyi Şirazi, s. 5-17

[26] Cavadi Amuli, Marifet Aynasında Şeriat,s. 190-194

[27] Bakara, 151

[28] Usulu Kafi, Akıl ve cehalet babı, c.1/s. 12, hadis 12, Bkz.: Marifet Aynasında Şeriat, s. 110 ve 344, İnançlar ve Sorular, s. 49

[29] Akıl ve Dini inanç, s. 358 ve 396

[30] Nahl 89, Enam 38- 52, saba,3 A’raf 52, Furkan 6

[31] Nahl, 89

[32] Maide, 15-16

[33] El-Mizan, c.12/s.325

[34] Bu şartlar şundan ibarettir: 1) Tefsir kaidelerine uymak, 2) Bilimsel teori ve ihtimallere değil kesinleşmiş bilimsel bilgilere dayanmak, 3)Kur’an’ın yer ve makamını dikkate alma, 4) Ayetler arasındaki uyumu dikkate alma,5) Şeriatın kesin hakikatleriyle çelişmemek, 6) Bilimsel kanunla ayet arasında ilişki olması.

Daha fazla bilgi için Bkz.:Nasır Rafii, Muhammedi, Kur’an’ın Bilimsel Tefsiri, c.2, s. 176 ve 219

Yeni Makale ve Video öğeleri

Yeni Kitaplar