PLEASE_WAIT
Şia’nın iddia ettiği üzere Peygamberin (s.a.a) sahabeleri onun vefatından sonra mürtet olmuş ve geriye dönmüşlerdir. Bunun anlamı nedir? Ve kabul edilmesi mümkün müdür?
Yüce İslam Peygamberinin (s.a.a) sahabeleri arasında kendisinin vefatından sonra bidat ve dinden çıkma türünden bir sapmanın meydana geldiği, evvela; İslam ümmetinin ilk elden kaynaklarınca kesin ve kuşku uyandırmaz bir husustur ve Şia kaynaklarına da özgü değildir. Şu an Ehli Sünnet’in altı sahih kitabı ve diğer kaynaklarında birçok sahih senetle Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) nakledilmiş tevatür derecesindeki mevcut rivayetler, Peygamberin (s.a.a) vefat etmesinden sonra sahabelerinden önemli bir bölümünün Peygamberin (s.a.a) yol ve yöntemini bıraktıklarını ve geçmişlerine döndüklerini yansıtmaktadır. Kıyamet günü Kevser havuzunun suyundan içmelerine izin verilmeden Kevser havuzundan kovulmalarının ve azap meleklerince cehenneme doğru götürülmelerinin nedeni de onların bu gerici sapmasıdır. İkincisi; bu tür rivayetlerde belirtilen mürtetlik, onların terminolojik küfre girmesine neden olacak terminolojik mürtetlik manası değildir. Sadece geçmişe ve cahili değerlere dönme ve de Peygamberin (s.a.a) yol ve yönteminden yüz çevirme manasındadır. Öyleyse bu mürtetlik onların ilkönce Şii oldukları ve Peygamberden sonra Sünniliğe geçtikleri veya Peygamber (s.a.a) döneminde Sünni oldukları ve sonra Şiiliğe geçtikleri anlamında değildir. Elbette tarih ve İslamî rivayetler açısından İslam’da ve Peygamber (s.a.a) döneminde ortaya çıkan ilk ismin “Şia” ismi olduğu ispatlanmış bir husustur. Şia kavramını Ali’nin takipçileri için kullanan ve onları “Ali’nin (a.s) Şiası (taraftar)” olarak adlandıran ilk şahıs da Peygamber-i Ekrem’dir (s.a.a). Ali’nin Şiası olarak adlandırılan ilk kimseler de Peygamberin bir grup sahabesiydi.
Cevaba ulaşmak için Kevser havuzu hadisini gözden geçirmemiz uygun olacaktır. Kevser havuzuna inanmak muhtelif mezhep takipçilerinin kesin inançlarından ve İslam ümmetinin ortak akidelerinden biri sayılmaktadır. İki fırkanın birinci el kitaplarındaki Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) nakledilen tevatür derecesindeki rivayetlerin[1] açıkladığı kadarıyla, Peygamberin (s.a.a) sahabeleri kıyamet gününde peygamberin (s.a.a) yanına gelmek ve Kevser suyundan içip kanıksamak için Kevser havuzuna hücum edecektir. Ama onlardan sadece az bir grup kabul edilecektir. Onların büyük kısmı Kevser’den kovulacak ve azap melekleri kendilerini cehenneme doğru götürecektir. Onlar bu durumu görünce Peygamberi (s.a.a) yardıma çağıracaktır. Rahmet Peygamberi de onları savunma hedefiyle bu vakıanın nedenini soracak ve Allah tarafından kendisine şöyle hitap edilecektir: Onlar sen vefat ettikten sonra bidat çıkardılar ve onların bu hareketi, kendilerinin mürtet olmasına sebep olmuştur. Bu ilahî mesaj Peygamberin (s.a.a) de onlara lanet etmesine ve onları kendisinden uzaklaştırmasına neden olacaktır. Söz konusu hadisin bazı numuneleri şunlardır:
1- Sühel b. Sad, Peygamberin (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Ben sizden önce havuza geleceğim… Ondan sonra, benim kendilerini tanıdığım ve onların da beni tanıdığı bir grup benim yanıma gelecektir. Sonra benim ve onlar arasına fasıla girecektir. (Onların havuza girmelerine engel olunacaktır) Ben, onların benden olduğunu söyleyeceğim. Bunun üzerine şöyle hitap edilecektir: Onların senden sonra hangi bidatler çıkardıklarını sen bilmiyorsun. Bunun üzerine ben şöyle diyeceğim: Benden sonra vaziyeti değiştiren kimse uzak olsun, uzak olsun.”[2]
2- Ebu Hureyre, Peygamberin (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Kıyamet günü bir grup sahabem benim yanıma gelecektir. Ama havuzdan kovulacaklardır. Ben şöyle diyeceğim: Ey Rabbim! Ashabım? Bunun üzerine şöyle hitap edilecektir: Onların senden sonra hangi bidatler çıkardıklarını sen bilmiyorsun. Onlar hak ve hidayet yolundan[3] çark ettiler ve geçmiş düşüncelerine geri döndüler.”[4]
3- Yine Ebu Hureyre, Peygamberin (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: Ben havuzun başında duracağım. Bu esnada tanıdığım bir grup gelecektir. (Onları denetleyen Allah’ın memurlarından biri) benim ile onlar arasına girecek ve onlara gelin gidelim diyecektir. Ben nereye diye soracağım. O da şöyle cevap verecektir: Allah’a yemin olsun ki ateşe doğru. Ben günahları nedir diye sorduğumda şöyle cevap verecektir: Onlar senden sonra geçmiş düşünce ve inançlarına döndüler. Sonra tanıdığım başka bir grubu getireceklerdir. (Onları denetleyen ilahî memurlardan) biri benim ve onlar arasında ortaya çıkıp onlara gelin gidelim diyecektir. Ben nereye diye sorduğumda, ateşe doğru diye cevap verecektir. Ben günahları nedir diye soracağım. Onlar senden sonra geçmiş düşüncelerine geri döndüler diye cevap verecektir. Sürüden ayrılan ve çobanı olmamasından dolayı kaybolup heder olan az sayıdaki develer miktarı dışında onlardan kimsenin kurtulacağını sanmıyorum.[5] (Sayı olarak kurtulanların çok az olduğu söylenmek istenmiştir).
4- Ümmü Seleme Allah Resulü’nün şöyle buyurduğunu nakletmiştir: Ben sizden önce havuza geleceğim. Sonra, benden sakınınız! Sizden gelecek olan herkes, yabancı devenin su kaynağından kovulması gibi benim yanımdan kovulacaktır. Ben bu vakıanın nedenini soracağım. Bunun üzerine şöyle hitap edilecektir: Senden sonra onların hangi bidatler çıkardıklarını sen bilmiyorsun. Bunun üzerine ben de uzak olun diyeceğim![6]
5- Ebu Said Hodri, Allah Resulü’nün (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: Ey insanlar ben kıyamet günü sizden önce havuza geleceğim. Bir grup sahabemi bana gösterip cehenneme doğru götüreceklerdir. Onlardan bir erkek ey Muhammed ben filanın oğlu filanım ve bir başkası da ey Muhammed ben filanın filan evladıyım diyecektir. Ben de şöyle cevap vereceğim: Ben soyunuzu iyi tanımaktayım. Ama sizler benden sonra bidat çıkardınız ve geçmişteki düşünce ve inançlarınıza geri döndünüz.[7]
6- Ömer b. Hattab da Peygamberin (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: Ben sizin ateşe girmenize engel olmaya çalışacağım ama sizler bana galebe çalıp pervasızca tıpkı kelebek ve çekirge gibi ateşe doğru hücum edeceksiniz. Sizi bırakmama (cehenneme girmenize) az kalacaktır. Ben sizden önce havuza geleceğim ve sizler de birlikte ve dağınık olarak benim yanıma geleceksiniz. Ben, deve sahibinin yabancı deveyi kendi devesinden ayırt edip tanıdığı gibi sizleri ad ve çehre olarak tanıyacağım. Sonra sizi alıp cehenneme doğru götürecekler. Ben de sizin için Allah’a yalvaracak ve ey Rabbim benim grubum, ümmetim diye yakaracağım. Bunun üzerine şöyle hitap edilecektir: Onların senden sonra hangi bidatler çıkardıklarını sen bilmiyorsun. Onlar sürekli irticai bir hareketle geçmişteki düşüncelerine geri döndüler.[8]
Bazı İmamiye Şia’sı kaynaklarında da bazı Ehli Beyt imamları (a.s) kanalıyla bu tür rivayetler dile getirilmiştir. Bu cümleden olmak üzere Biharu’l-Envar’da Ebu Basir’den şöyle nakledilmiştir: “Ebu Basir, İmam Sadık’a (a.s) şöyle dediğini söyler: Ebuzer, Salman ve Mikdad’tan müteşekkil üç kişi dışında insanlar (Peygamberden (s.a.a) sonra) mürtet mi oldu? İmam Sadık (a.s) da şöyle buyurur: Öyleyse Ebu Sasan ve Ebu Umre Ensari neredeydiler?”[9] Gördüğünüz gibi İmam Sadık (a.s) üç kişi dışında tüm halkın mürtet olduğunu zanneden Ebu Basir’in görüşünü ret etmiş ve hidayet yolunda yer alan başka fertlerin de adlarını saymıştır. Yukarıdaki hadis hakkında şunlara dikkat edilmelidir:
1- Hadis Şia’nın muteber rivayet kaynaklarında yer almamaktadır.
2- “Nas” (insanlar) kelimesi, belirtilen hadiste sahabe anlamındadır, Peygamberden (s.a.a) sonra değişik asırlarda yaşayan tüm Müslüman topluluklar anlamında değildir. Bu iddianın delili ise hadiste kendisinden söz edilen ve hidayet yolunda yer alan tüm kimselerin Peygamberin (s.a.a) sahabeleri olmasıdır.
3- Yukarıdaki rivayetin zahirinden ve hidayete ermiş bireylerin sayısının yukarıdaki rivayetten daha çok zikredildiği diğer rivayetlerden açıkça istifade edildiği üzere, temiz imamlar (a.s) bu rivayetlerde belirli bir sayı zikretme niyeti taşımamışlardır. Sadece Peygamberden (s.a.a) sonra İslamî değerlere bağlı kalanların sayısının az olduğunu, halkın çoğunluğunun İslamî değerlerden yüz çevirdiğini ve cahili değerlere geri döndüğünü açıklamak istemişlerdir. Nitekim yukarıdaki hadiste mürtetliğin manasının terminolojik mürtetlik olmayıp cahili değerlere dönmek olduğuna işaret edildi.
Yukarıdaki rivayetlerin bir bütün olarak değerlendirilmesi neticesinde şöyle söylenebilir: Birincisi; yukarıdaki rivayetlerde (Arapça metinde) istifade edilmiş olan “ihdas” kelimesi, “bidat” anlamındadır. Bidat ise Allah’ın kitabı ve Peygamberin (s.a.a) sünnetinde kökü olmayan yeni düşünce ve inançlar manasındadır.[10] Bidat, Peygamberin (s.a.a) sahih hadislerinin açıkça vurgulamasıyla bidat çıkaran bireyin geçmiş amellerini yok eder ve onu İslamî değerler yolundan çıkarır.[11] İkincisi; yukarıdaki rivayetlerin açıkça vurgulamasıyla, sahabelerden müteşekkil bir takım gruplar Peygamberden (s.a.a) sonra bidat çıkarmışlardır. “Onların senden sonra hangi bidatler çıkardıklarını sen bilmiyorsun.”[12] Onların bidat çıkarma günahı, kendilerinin Kevser havuzundan mahrum olmalarına ve Allah ile Peygamberden (s.a.a) uzak kalmalarına neden olacak kadar büyüktür. Üçüncüsü; yukarıdaki hadisler, “ridde” ehline yani Peygamberin (s.a.a) ömrünün son günlerinde yahut onun vefatından az bir süre sonra, İslam ülkesinin uzak bölgelerindeki dinden çıkan yeni Müslümanlara uyarlanamaz. Çünkü “sahabe” hakkında yapılmış en doğru tanıma göre, ridde ehli sahabelerden sayılmamaktadır. İbn. Hacer Askalanî şöyle yazmaktadır: Ulaştığım en doğru tanım şudur: “Sahabe, Peygamber (s.a.a) ile görüşen, ona iman eden ve İslam’a inanarak dünyadan göçen kimseye denir.”[13] Ridde ehli bu özelliğe sahip değildir. Çünkü dünyadan göçerken onların İslam’a hiç inanancı yoktu. Bundan dolayı, “sahabe” tanımı onları kapsamamaktadır; oysaki Allah Resulü’nün (s.a.a) hadislerinde sahabelerden söz edilmektedir. Sahabenin geleneksel tanımı da ridde ehlini kapsamamaktadır. Çünkü Ehli Sünnet âlimleri şöyle demişlerdir: Gelenek açısından uzun bir müddet Peygamberle birlikte olan ve onun huzurunda yer almış kimseler sahabe sayılır.[14] “Said b. Musayyib bu birlikteliğin bir ila iki yıl olduğunu söylemiştir.[15] Ridde ehli hiçbir zaman bu kadar zaman Peygamberin huzurunda bulunmamış ve onunla haşir ve neşir olmamıştır. İbn. Esir de Ridde ehlinin Allah Resulü’nün (s.a.a) sahabelerinden sayılmadığını açıkça vurgulamıştır.[16] Aynı şekilde Havuz rivayetlerinde “sizden olan şahıslar”[17], “ben onları tanıyacağım ve onlar da beni tanıyacaklar”[18], “sahabelerimden bazı şahıslar”[19] ve “adlarınızı bileceğim ve çehrelerinizi tanıyacağım”[20] gibi ifadeler yer almaktadır. Bu tabirler hiçbir surette Ridde ehlini kapsamamaktadır. Zira onlar ne sahabelerden bir gruptu ve ne de onların büyükleriydiler, Peygamber ne onların adlarını bilmekteydi, ne çehrelerini tanımaktaydı ve ne de soylarını bilemekteydi. Özellikle Peygamberin (s.a.a) büyük sahabelerinden bir grup, Allah Resulü’nün (s.a.a) vefatından sonra bidat çıkardıklarını itiraf etmiştir.[21] Bu itiraflar, Havuz hadislerinde zikredilmiş olan bidat ve mürtetliğin, Ridde ehli gibi yeni Müslüman olmuş bir grup bireyin mürtetliği olmadığını iyice göstermektedir. Dördüncüsü; yukarıdaki görüşü destekleyen bir diğer nokta da Peygamberin (s.a.a) sahabesi Zeyd b. Erkam’ın sözüdür. O, Havuz hadisini Peygamberden (s.a.a) nakleden kimselerden biridir. Zeyd, Peygamberin (s.a.a) hadisini halka naklettiği zaman halk ondan şöyle sorar: Peygamber (s.a.a) bu hadisi size söylediği vakit siz kaç kişiydiniz? O da yaklaşık olarak 800 veya 900 kişi diye cevap verir.[22] Beşincisi; önceki konulara ek olarak, eğer Allah Resulü’nden (s.a.a) sonra yeni Müslüman olmuş insanlardan bir takım grupların mürtet olma macerası doğruysa, (gerçekte birinci halifenin devletine zekât vermeye yanaşmadıkları için devlet tarafından küfür ve mürtetlik ile itham edilmişlerdir) bu durumda İslam’dan el çeken ve küfre dönen yeni Müslüman olmuş bireyleri hiçbir şekilde Havuz hadislerinin aktörleri olarak görmek mümkün değildir. Çünkü konunun başında numunelerinin zikredildiği Havuz hadislerinde “bidat”’tan söz edilmektedir. Ridde ehli ise hiçbir bidate bulaşmamıştır. Sadece İslam’dan dönmüş ve mürtet olmuşlardır. Bidat ve mürtetlik arasında büyük bir fark vardır. Bidat, dinin cüzü olmayan bir şeyi dine sokma anlamındadır.[23] Oysaki Ridde ehli dine bir şey sokmamıştır. Onlar sadece Peygamberin yol ve yönteminden el çekmiş ve geçmiş düşünce ve inançlarına geri dönmüşlerdir. Onların bu hareketinin adı mürtetliktir, bidat değildir. Mürtetlikte birey tümüyle dini bırakır ve geçmiş düşünce ve inançlarına geri döner. Oysaki bidatte birey dini bırakmaz, aksine dine tutunur. Ama heves ve meyil güdüsüyle dinin cüzü olmayan şeyleri, dinin cüzü kılar. Havuz hadislerinde işaret edilen mürtetlik de bidatten kaynaklanan mürtetliktir. Yani onlar ilkönce bidat çıkarmışlardır ve bu bidat da onların mürtet olmalarına neden olmuştur. Bu mürtetlikten maksat da terminolojik mürtetlik değil, cahili değerlere dönmedir. Bu rivayetlerdeki mürtetlik İslam’ın korunmasıyla da tahakkuk eder ve bunun öznesi terminolojik kâfir sayılmaz. Altıncısı; Havuz hadislerinde “değişme” ve “dönüşme”’den söz edilmiştir. “Helak olsun helak olsun benden sonra değiştiren.”[24] “Helak olsun helak olsun benden sonra dönüştüren.”[25] Bu cümleler, Peygamberin (s.a.a) vefatından sonra sahabelerden bir takım grupların İslam’ın önemli bazı hakikatlerini başkalaştırdıklarını, onların bu eylemlerinin Allah ve Allah Resulü’nü (s.a.a) gazaplandırdığını, Peygamberin (s.a.a) de “helak olsun” kelimesini kullanarak onlara lanet ettiğini ve kendinden uzaklaştırdığını açıkça göstermektedir. Bazı Ehli Sünnet âlimleri “helak olsun”, “değiştirmek” ve “dönüştürmek” kelimelerini dinde değişiklik ve İslamî değerlerden çıkış olarak anlamlandırmışlardır. Sahih-i Buharî’nin şerh edicilerinden olan “Kestelanî” şöyle yazmaktadır: “Belirtilen kelimeler, Havuz hadislerindeki söz konusu bireylerin dinlerini değiştirdiklerini göstermektedir; zira onlar dinin değerlerini başkalaştırma dışında başka bir günah işlemiş olsalardı, Peygamber (s.a.a) “helak olsun” kelimesini onlar hakkında kullanmazdı. Aksine onların sorunlarına eğilir ve onlara şefaat ederdi.”[26] Yedincisi; havuz hadisinde şöyle yer almaktadır: Onlar ani bir hareketle geçmişlerine döndüler.[27] Aynı şekilde şöyle yer almıştır: Allah’a yemin olsun ki onlar sürekli haktan yüz çevirecek ve geçmişlerine geri döneceklerdir.[28] Bu cümleler de İslamî değerlerden çıkışı yansıtmaktadır; zira sahabelerin geçmişi cahiliye asrıdır ve böyle bir döneme geri dönmek İslamî değerlerden çıkma ve cahili değerlere dönmedir. İbn. Hacer Askalanî Peygamberin (s.a.a) hadisinin şerhinde şöyle yazmaktadır: Onların sürekli geçmişlerine geri dönmelerinin manası mürtet olmalarıdır.[29] Sekizincisi; daha önceden belirtildiği gibi, Havuz hadislerinin birinde Peygamber (s.a.a) şöyle buyurduğu yer almaktadır: “Onlardan bir deve sürüsünden kaybolan az deve sayısı dışında kimsenin kurtulacağını sanmam.”[30] Bu hadis, Kevser havuzunda Peygamberin (s.a.a) yanına gelen sahabelerden ancak az bir kısmının kurtuluş ehli olduğunu açıkça vurgulamaktadır.[31] Nitekim Peygamberin (s.a.a) sahabelerinden bir bölümünün onun vefat etmesinden sonra mürtet oluşu, sadece Şia kaynaklarında yer alan bir şey değildir; aksine Ehli Sünnet’in en muteber kaynaklarına da geniş bir şekilde yansımıştır. Hakeza, belirtildiği gibi, sahabelerin mürtet olması, onların ilkönce Şia oldukları ve Peygamberin vefatından sonra da Sünniliğe geçtikleri yahut Peygamber (s.a.a) döneminde Sünni oldukları ve sonra Şiiliğe geçtikleri anlamında değildir. Onların mürtet olması, Peygamberin (s.a.a) yol ve yönteminden yüz çevirmeleri ve cahili düşünce ve inançlara dönmeleridir. Elbette tarih ve İslamî rivayetler açısından İslam’da ve Peygamber (s.a.a) döneminde ortaya çıkan ilk ismin “Şia” ismi olduğu ispatlanmış bir husustur. Şia kavramını Ali’nin takipçileri için kullanan ve onları “Ali’nin (a.s) Şiası (taraftar)” olarak adlandıran ilk şahıs da Peygamber-i Ekrem’dir (s.a.a).[32] Ali’nin Şiası olarak adlandırılan ilk kimseler de Peygamberin bir grup sahabesiydi. Ebu Hatem Razi şöyle yazmaktadır: “Allah Resulü’nün döneminde ortaya çıkan ilk isim “Şia” idi. Bu ad Ebuzer, Salmam, Ammar ve Mikdad’tan müteşekkil dört sahabenin lakabıydı.”[33]
-------------
[1] Şerh-ı Sahih-i Müslim, Nevevî, c. 15-16; Umdetü’l-Kari, 23/135; [1] Şerh-ı Sahih-i Buharî, Kirmanî, 23/63; et-Temhid, İbn. Abdülbar, 3/291.
[2] Sahih-i Buharî, Kitab-ı Rikak, bap. 53, h. 6212; Sahih-i Müslim, Kitab-ı Fezail, bap. 9; Mesabihu’l-Sünne, Beğavî, 3/537.
[3] Şerh-ı Ehadis-ı Buharî, Mustafa Dibu’l-Boğa’dan, Sahih-i Buharî başlığı, c. 5, s. 2407.
[4] Sahih-i Buharî, Kitab-ı Rikak, bap. 53, h. 6213.
[5] Sahih-i Buharî, Kitab-ı Rikak, bap. 53, h. 2115. Lisanu’l-Arab, İbn. Manzur, 15/135; et-Terğib ve’t-Terhib, Munzurî, 4/422; en-Nihaye Fi Ğaribi’l-Hadis, İbn. Esir, 5/274; Fethu’l-Bari, İbn. Hacer, 11/475; Umdetu’l-Kari, Aynî, 23/142; İrşadu’s-Sari, Kastelanî, 9/342.
[6] Sahih-i Müslim, Kitab-ı Fezail, bap. 9, h. 2295.
[7] Müsned-ı Ahmed b. Hanbel, 4/79; et-Temhid, İbn. Abdülbar, 2/299.
[8] et-Temhid, İbn. Abdülbar, 2/299.
[9] Biharu’l-Envar, c. 23, s. 352. en-Nihaye Fi Ğaribi’l-Hadis, İbn. Esir, c. 1, s. 351.
[10] en-Nihaye Fi Ğaribi’l-Hadis, İbn. Esir, c. 1, s. 351.
[11] Sünen-i İbn. Mace, Mukaddime, bap. 7, h. 49.
[12] Sahih-i Buhari, Kitab-ı Rikak, bap. 53; Sahih-i Müslim, Kitab-ı Fezail, bap. 9.
[13] El-Esabe Fi Temyizi’l-Sahabe, İbn. Hacer, c. 1, s. 4.
[14] Mucemü’l-Elfaz-ı Kur’an, Rağıb, s. 282; Esedü’l-Ğaye, İbn. Esir, 1/26.
[15] Esedü’l-Ğaye Fi Marifeti’l-Sahabe, 1/25; Fethu’l-Bari, c. 7, s. 4.
[16] en-Nihaye Fi Ğaribi’l-Hadis, 2/214.
[17] Sahih-i Buharî, Rikak, bap. 53; Sahih-i Müslim, Fezail, bap. 9.
[18] a.ge.
[19] a.ge.
[20] Et-Temhid, İbn. Abdülbar, 2/301.
[21] el-Mearif, İbn. Kuteybe, s. 134; Sahih-i Buharî, Kitab-ı Meğazi, bap. 33.
[22] Müstedrek, Hakim Nişaburî, 1/76 ve 77; Telhisu’l-Müstedrek, Zehebî, 1/76 ve 77; Mesabihu’l-Sünne, Beğavî, 3/551; Mucem-ı Kebir, Taberanî, 5/175 ve 176.
[23] Mucem-u Müfredati’l-Elfazi’l-Kur’an, Rağıb İsfahanî, s. 198.
[24] Sahih-i Buharî, Kitab-ı Rikak, bap. 53; Kitab-ı Fiten, bap. 1; Sahih-i Müslim, Kitab-ı Fezail, bap. 9.
[25] a.g.e.
[26] İrşadu’s-Sari, 9/340; Şerh-ı Sahih-i Müslim, Nevevî, 15/60.
[27] Sahihi-i Buharî, Kitab-ı Rikak, bap. 53.
[28] Sahih-i Buharî, Rikak, bap. 53; be Fiten, bap. 1; Sahih-i Müslim, Kitab-ı Fezail, bap. 9.
[29] Fethu’l-Bari, 11/476; en-Nihaye Fi Ğaribi’l-Hadis, 4/129.
[30] Sahih-i Buharî, Kitab-ı Rikak, bap. 53, h. 2115.
[31] İrşadu’s-Sari, 9/342; Umdetu’l-Kari, 23/142.
[32] Daru’l-Mansur, Suyutî, 8/589, Daru’l-Fikir; Tezkiretu’l-Havas, Sibt İbn. Cevzi, s. 56; Hilyetü’l-Evliya, Ebu Naim, 4/329; Tarih-ı Bağdad, 12/289.
[33] Hutetu’ş-Şam, Muhammed Kurd Ali, c. 6, s. 245.