PLEASE_WAIT
Ahbariciliğin mebnasını iki kısma ayırabiliriz: Birincisi epistemolojiktir. Diğeri dini öğretileri elde etmek için takip edilen yöntem problemidir. Epistemolojik bağlamda ahbariler dini öğretileri elde etmek için kabul gördükleri tek bilgi kaynağı rivayetlerdir. Ahbariler “kütübi arb’ada”; dört kitapta (Şianın rivayetler bazında kabul gördükleri dört kaynak kitap) zikredilen tüm rivayetler masumlardan sudur oldukları kesindir iddiasında bulunur ve içtihat ve taklit etmenin kesinlikle caiz olmadığını savunur.
Ahbarilerden sorulan soru şu: Şia’nın rivayetlerini aradan götürüp yok etmek ve başka rivayetleri uydurmak asıl görevlerinden biri olan zalim padişahların var olmasıyla tüm rivayetlerin sahih ve suduru (masumdan geldiği) kesin olduğunu söylemek mümkün olabilir mi? Bu sorunun cevabı menfi olduğu kesindir. Dolayısıyla muteber olan rivayetleri muteber olmayan rivayetlerden ayırt edebilmek için bir yöntemin olması kesinlikle gerekmektedir.
Diğer taraftan kur’an’ı kerim Müslümanların yazılmış olan asıl ve suduru kesin olan tek kaynaktır ki kaynak olan bu kitap bütün Müslüman fırkalar tarafından kabul görülmüştür. Ama ahbariler kur’an hakkında sadece masumlar tarafından anlaşılıyor diyorlar. Oysa ki biliyoruz ki kur’an’ın umum tarafından anlaşılacağı anlayışını inkâr etmek suduru kesin olan en büyük kaynağı aradan çıkarmak demek anlamındadır.
İçtihat ve taklit noktasında şunu demek gerekir: Taklit aklani bir yöntemdir ve ukela dediğimiz kimselerin siresinden alınmıştır. Zira taklit mütehassıs olmayan kimselerin mütehassıs olan kimselere müracaat etmek anlamındadır. Furui hükümleri asıl kaynaklardan istinbat ve istihraç etmek için bazı mukaddimeler gerekiyor. Bu mukaddimelerin hazırlanması kendi başına bütün insanlar için çetin ve zor belki muhaldır diyebileceğimiz bir şeydirler.
Hicretin on birinci asrın ilk başları Ahbariler unvanını alan ve bu unvan niteliğini taşıyan bir grubun çalışmasıyla tanışıyor. Masumların (a.s.) rivayetlerine geniş bir çapta yönelmeleri, kur’an ve akıl gibi diğer bilgi edinme kaynaklarından uzak durmaları ahbari olarak isimlendirilmesine neden olan asıl unsurdur.
Bu grubun başını çeken kişi Muhammed Emin İSTERABADİ’dir (vefat: 1033 h.) ki “el-Fevaidu’l Medeniye” adlı yapıtını yazarak bu harekete başladı. Bu hareket daha sonra Safavi döneminde vücuda gelmiş olan olumlu ortamdan yararlandı ve ahbarilerin ilk nesillerinin saldırganlıklarından istifade ederek ilmi havzalarda da etkinliğini gösterdi ve Şia’nın içtihat anlayışını bir müddette olsa tesir altında bırakabildi. Ahbariliğin daha sonraki nesilleri kendi aşırılıklarını gidererek daha mutedil bir anlayışa yakınlaştırdılar. Nihayet on ikinci asrın sonunda içtihat anlayışını savunan tefekkür ahbari anlayışını savunan tefekküre galip geldi ve böylece ahbaricilik düşünce Şia’nın ilmi sahnesinden uzaklaştırıldı. Merhum Vahidi Behbehani (vefatı 1205 h.) ahbari anlayışına sahip olan grupla mücadele eden müçtehitlerin başında geliyor. İçtihad-i tefekkür “el-cevahir” adlı kitabın sahibinin ortaya çıkmasıyla daha fazla güç kazandı ve Şeyh Murtaza Ensari (vefatı: 1281 h.) ile en üst zirvesine ulaştı.
Ahbariciliğin vücuda gelmesi, gelişmesi ve hadissel bir mektep unvanıyla ortaya çıkması Mirza Muhammed Emin İsterabadi’nin sahip olmuş olduğu fikrin mahsulü ve ürünüdür. Emin İsterabadinin önlü ustadlarından olup o dönemin rical ilminde önlü ve tanınmış şahsiyetlerden olan Mirza Muhammed İsterabadinin (vefatı: 1028 h.) onun üzerinde bıraktığı derin tesiri ve etkisi olmuştur. Mirza Muhammed hadise itimat etme konusunda İmamiyenin eski âlimlerinin yöntemini ihya etmesini tavsiye etmişti.
İsterabadi şu anlayıştadır ki ahbaricilik imamiyenin eski yöntemidir. Şia âlimlerinden bir grup bu yöntemi kabul görmüştür. Allame Muhammed Bakır Meclisinin (birinci Meclisi) sözlerinden bu istifade ediliyor.[1] Allameden sonraki senelerde bazı büyük âlimler bu yönteme temayül etmişlerdir. Molla Muhsin-i Feyzi Kaşani (vefatı: 1091 h.), Şeyh Hur Amuli (vefat: 1112 h.), Seyit Haşım Bahrani (vefat: 1186 h.), Seyit Nimetullah Cezayiri (vefatı: 1112 h.) ve Şeyh Yusuf Bahrani bu cümledendirler.
Ahbaricilik anlayışı donukluk niteliğe sahip ve zamanın ihtiyaçlarına cevap verme özelliğini taşımadığından dolayı devam edemedi. Buna binaendir ki usuli anlayış karşısında mukavemet edemedi.
Büyük ihtimalle ahbariciliğe neden olan temel unsur sekizinci ve onuncu asırları arasında nakle yönelik olan önemin azalması ve ifrati akılcılığa olan ilginin fazlalaşmasıdır. İşte akla olan bu ifratı yöneliş bu bağlamda aşırı ahbariciliğin meydana gelmesine neden olmuştur. Zira her aşırıcılık tafriti akabesinde getiriyor.[2]
Bu anlayışı eleştirebilmek için ilkin bu düşüncenin bazı nitelikleriyle aşna olmamız gerekmektedir: Ahbarilerin asıl düşünce ve ide’leri şudur: Salah ve falaha ulaşmanın tek yolu masumların rivayetlerine sarılmak ve diğer bilgi kaynaklardan uzak durmaktır. Onlar müştehitlerin tersine icma’ı, akıl ve masumların (a.s.) tefsiri olmaksızın kurana isnat etmek ve onları delil göstermeye layık bilmiyorlar.[3]
Ahbaricilik anlayışının bazı özellikleri şöyledir:
Kuran-ı kerim ayetlerinin çoğu insanlar için anlaşılır değildir. Sadece imamlar bütün ayetlerin maksadını anlama gücüne sahiptirler. Buna binaen Allahın muradını ve hükmünü çıkarmak için kuranın ayetlerine isnat etmek doğru değildir. Bu anlayış daha sonraki dönemlerde mutedil ahbariler tarafından kabul görülmedi.
Teorik ve pratik bağlamda insanların ihtiyaç duydukları bütün şeyler ehlibeytten bize miras kalan hadislerde mevcuttur.
İnsanın aklı ve derki şer’i hüküm ve görüşlerini anlama kabiliyetine sahip değildir.[4]
İcma, şer’i bir delil olarak ehlisünnetten alınmıştır. Oysaki icma’ı şer’i hükümlerin delili olarak kabul etmek doğru değildir. Bütün fakihler bir meselenin hükmünde ittifak etseler bile onların bu ittifak ettikleri görüş hüccet olamaz. Zira onlardan hiçbirisi masum değildir. Dolayısıyla icma’ın var olup olmaması hiçbir şeyi değiştirmez.[5]
“Kütüb-i arba’a”de nakledilmiş rivayetler masumlardan geldiği kesin (katiyussdur)dır. Dolayısıyla hadisleri; sahih, müvassak (gövenilir), hasan ve zayıf olmak üzere dört kategoride değerlendirme anlayışı doğru değildir. Bu kısımlandırma asıl itibarıyla Allame Hilli döneminden revaç bulmuş ve bir değeri yoktur.[6]
İçtihat ve taklit bid’at ve doğru değildir. Zira bu tür içtihat ve taklit masumlar döneminde yok idi. Ehlisünnet kanalıyla Şia camiasına intikal etmiş bir durumdur. İmamların ashapları da içtihat yönteminden habersiz idiler. Onların ilmi kaynakları sadece masumların rivayetleriydi. Onlar rivayetler esasınca amel ederlerdi. İmamlar hiçbir zaman onları içtihat etmeye davet etmemişler ve rivayetlere amel etme konusunda da onları alı koymamışlardır. Belki onları kıyas ve istihsan yapmaktan alı koymuşlardır. Bu yöntem eski ve kadim âlimlerin yöntemiydi aynı zamanda. İçtihat ve usuli konular ibni Ebi Ukeyl ve ibni Cüneyd döneminden Şia âlimleri içinde yayılmaya başladı[7]. Buna binaen içtihat ve istinbat denen şey haramdır ve avam olan kimselerin müçtehitlere taklit etmeleri caiz değildir.
Bu tarzdaki düşünceye dikkatle “Vesailü’ş-Şia”, sahibi Şeyh hur Amuli, “ama fakihlerden her kim nefsini korur, dinini muhafaza, hava ve heveslerine muhalefet eder ve mevlasının emirlerine muti olursa avam ona müracaat etsin” şeklindeki rivayetin zeylinde şöyle diyor: Bu hadisteki saf taklitten maksat fakihin görüşüne, içtihadına ve görüşüne müracaat etmek değildir. Belki sadece onun rivayetini kabul etsin anlamındadır”.[8]
Bütün Şialar imamlara (a.s.) mukallittirler. Bu nedenle halkın müçtehit ve mukallit seviyesinde alimlerle irtibat kurmaları doğru değildir.
Bir önceki niteliğin neticesi şudur ki ölüye taklit etmek caizdir.
Aklin, ameli usulleri kesin hüccet olamaz. Zira akıl şer’in dakik konularına girme liyakatine sahip değildir.
Zira “akli beraat” kabul görülmez. Bu nedenle nerede bir şeyin caiz olup olmadığında şek edildiği takdirde ona karşı ihtiyatlı olmak gerekir.
Usulu’l-fikh’ın şekillenmesi masumların bilgi kaynaklarından uzak kalmış ehlisünnet eliyle yapılmıştır. Bu yöntem masumlar nezdinde kabul görülmemiştir. Usuldaki “kıyas” gibi bazı konulara açık bir şekilde karşı koymuşlardır. Bu nedenle “usulu’l-fıkh”a istinat etmek fasit ve çürümüş usullere isnat etmek anlamındadır.[9] Bir miktar da olsa bizi ahbaricilik anlayışıyla aşına eden bu mukaddimelerdeki açıklamayı dikkate alarak ahbaricilik anlayışının ilkelerini iki kısma ayırt etmek mümkündür:
Bilgi edinme bazındaki ilkeler:
Dini öğretileri öğrenme bazındaki yöntem:
Bilgi edinme konusunda onlar sadece masumlardan nakledilen sünneti bilgi kaynağı olarak kabul ederler. Kur’an’ı, aklı ve icmaı bilgi kaynağı olarak kabul etmiyorlar. Yöntem alanında da içtihat şeklindeki yöntemi eleştiriyorlar. İçtihadı, taklidi ve usul ilminden yararlanmayı ve “usul-i ameliyeden” faydalanmayı reddediyorlar.
Şimdi hulasa bir şekilde onların kabul gördükleri en önemli ilkelerden bir kısmını inceleyip eleştireceğiz. Bu eleştiri ahbariciliğin kabul gödüğü diğer öncüllerini eleştirme konusunda yardımcı olur.
Dini öğretilerini öğrenmek için en önemli olan kaynak kur’an’ı devre dışı bırakmak ahbaricilik yönteminde şekillenen en büyük tehlikedir. Kuran Müslümanların yazılmış en asıl ve Allah resulünden kesin bir şekilde sudur ve tüm Müslümanlar tarafından kabul görülen tek kaynaktır. Kuranı kerimin kendisi kendini bir hidayet kitabı olarak tanımlıyor. Ayetleri “beyan” ve “mübin” şeklinde saymıştır: “Bu (Kur’an), insanlar için bir açıklama, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için bir hidayet ve bir öğüttür”.[10] “Biz sana bu kitabı (kuranı kerimi) indirdik ki her şeyin hakikatini aydınlatsın ve Müslümanlar için hidayet, rahmet ve müjde (kaynağı) olsun”.[11] Çok daha önemli nokta şudur ki kur’an insanları kur’an’ın ayetlerinde tefekkür ve tedebbür etmeye davet ediyor: “acaba (münafıklar) kuranı tedebbür etmiyorlar mı? Yoksa kalplerin üzerinde kilitler mi var?”.[12] Hatta kur’an’ı kerim insanları mübarezeye (tahaddiye) davet ediyor. Tahaddi ve mübarezeye davet etmek karanın anlaşılması ve diğer metinlerle mukayese edilmesi mümkün ve kolay olduğu surette anlamlı olabilir. Diğer taraftan hadislerin kur’an’a sunulmasını ve hadis metinlerini kuran metni, ruhu ve ayetleriyle tartılmasını isteyen birçok rivayette kuranın anlaşılır ve anlaşılması mümkün olan bir kitap olduğuna delalet eden bir diğer delildir.[13] Zira eğer kuranın anlaşılması mümkün olmamış olsaydı hadislerin kurana sunulması anlamsız ve faydasız olacaktır.
Akıl bilgi edinme kaynağı veya ayet ve rivayetlerin maksadını anlama yoldur. Ahbariler kıyası nefiy eden rivayetlere dayanarak tüm alanlardan (şeri ve gayri şer’i olan tüm itibaratları) ve ne unvanla olursa olsun (bilgi edinme kaynağı veya bilgi edinme yöntemi) aklı etkisiz hale getirmeye çalıştıkları anlaşılıyor. Oysaki evvela: bu bağlamdaki rivayetler doğru olmayan bir yöntemle şer’i hükümler bağlamında akıldan yararlanmayı nefiy ediyor hedefini güdüyorlar. Saniyen: şer’i hükümler şari (hüküm koyan Allah) tarafından ca’l edildiği (itibar) için hüküm konumundadır. Onların felsefesi insanlar için açık değildir.[14] Ama bu konu aklın hiçbir yerde aydınlatıcı olamayacağına delil olamaz.[15]
Taklit akıllıca bir yöntem, ukelanın siresinden alınmış ve mütehassıs olmayan kimselerin mütehassıs olan kimselere müracaat etmek anlamındadır. Bu yöntem ukelanın yöntemiyle uyum içindedir. Eğer âlim olmayan bir kimsenin âlim olan bir kimseye müracaat etsin şeklindeki asıl nefiy edilirse şu anlam tahakkuk bulacaktır ki tüm insanlar “usul-i ameliye’ye” müracaat ederek kedi şer’i ihtiyaçlarını gidermeye çalışmaları gerekmektedir. Bu hiçbir zaman tahakkuk bulmuş bir şey değildir ve normal şartlarda da tahakkuk bulması imkânsızdır.
Ahbarilerin icma hakkındaki görüş ve anlayışları doğru ve kabul görülmektedir. Müçtehitlerde ona muhalif değildirler. Hakikatte onlar icam’ı masumların sözlerinin eninde karar alacak şekilde hüccet kabul etmezler. Bilakis onlar imamın kendiside icma’ın içinde olduğu veya âlimlerin sözleri masumların sözünden alındığı noktasında hüccet saymışlardır.[16]
Rivayetler (veya kütübi arba’a’[17]daki rivayetlerin) kesin masumdan gelmiştir şeklindeki iddia doğru değildir. Bu söz makul değildir ve ispatlanması da imkânsızdır. Hadisler bağlamında yapılan dörtlü taksimi (sahih, müvesak, hasan ve zayıf) muteber ve muteber olmayan hadisler şeklinde iki kısma indirgeyebiliyoruz. Ama muteber olmayan hadisler kütübi arba’ada da bulunuyor. Diğer taraftan tarih şuna şahitlik ediyor ki, zalim hâkimler tarafından Şia’nın birçok rivayetleri yok ettiklerinin yanı sıra elimizde bulunan birçok rivayetler de aynı hâkimler tarafından ecir alınan kimseler tarafından uydurulmuş ve dolayısıyla muteber derecesinden düşmüşlerdir.
Bütün bireylerin vasıtasız bir şekilde imamlara taklit etmeleri imkânsızdır. Zira gerekli öncül ve mukaddimeler mevcut değildir. Vasıtayla yapılan taklitte cahilin âlime müracaat etmesi anlamındadır ki inkâr edilemez.
Bu makalenin sonunda şunu söylemek gerekir: Ahbaricilik okulu her ne kadar gelişen ve ilerleyen bir hareket değil ve biz onu şer’i hükümleri istinbat etmek için sahih bir mektep olarak kabul etmiyor isek de ama onun Şia camiasında etkili olmadığını da söyleyemeyiz. Bu anlayış yaklaşık iki asır kendi çalışmalarını devam ettirdi ve bazı menfi ve müspet etkilerini kendinden sonra Şia camiasına miras bıraktı.
Radikal çıkışları, tek yönlü hareket etmeleri, kuran bağlamında tedebbürün bırakılması (mehcür kalması), fikirsel donukluk, yenilicilikten sakınma ve yeniliciliğe karşı gelme, tedebbür, tefekkür ve içtihada karşı duyarsız kalma gibi şeyler ahbariciliğin geride bıraktığı menfi kalıntılarıdır. Diğer taraftan nakli öğretilere yönelmek, bilgi edinme kaynağı unvanıyla olağan üstü bir şekilde hadise yönelmeleri, çok geniş çapta hadise bakmaları, hadis metinlerinde tedebbür ve tefekkür etme, Şii muhaddislerden yeni bir nesil yetiştirmek ve buna benzer şeylerde bu grubun Şia camiasına yapmış olduğu hizmetlerin bir kısımdır. Bu hizmet tek başına dini emirlerine cevap verecek konumda olmasa bile Şia camiasında kendilerinden sonra bırakmış oldukları bir mirastır.
--------------------
[1] MECLİSİ, Muhammed Taki, “Levami’u Sahikarani”, Kum: müesesei ismailiyan littab’ı, 1414, h. k. c. 1, s. 16.
[2] BURUCERDİ, Muhammed Hüseyin,”Haşiye Ber Kifayetü’l-Usul”, Kum: Neşri Ansariyan, 1412, kameri, c. 1 s. 36.
[3] İSTERABADİ, Muhammed Emin, “el-Fevaidu’l-Medeniye”, Kum: Camiat-u Muderrisin, 1426, h. kameri, s. 104.
[4]“el-Fevaidu’l-Medeniye”, s. 471, İSTERABADİ bu konuda imamların kıyası reddeden sözlerine dayanıyor ve şunu ispatlamaya çalışıyor ki akıl şer’i hükümlerin sınırları içine girme hakkına sahip değil ve akıl bu bağlamda nur saçamaz. İsterabadi nihayet olarak aklın tüm şer’i alanlarına dehalet etmesini nefiy ediyor. “el-Fevaidu’l-Medeniye”, Kum: Camiat-u Muderrisin, 1426, h. kameri, s. 77.
[5] “el-Fevaidu’l-Medeniye”, Kum: Camiat-u Muderrisin, 1426, h. kameri, s. 57.
[6] A.g.e. s. 30. İsterabadinin Allame Hilli’ye karşı takındığı tavır çok serttir.
[7] A.g.e. s. 78.
[8] HUR AMULİ, “Vesauluş’Şia”, Kum: Müessetül Alulbeyt, 1409, kameri, c. 27, s. 131-132.
[9] Feyzi Kaşani bu iki niteliği usulu’l-fıkıh müçtehitlerini küçümsemek için kullanmıştır. Bkz: Mollah Muhsin Feyzi Kaşani, “el-Vafi”, Isfehan: der mukadime’i Kitaphanei Emirul Müminin, 1370, c. 1.
[10] Ali İmran 138.
[11] Nehl, 89.
[12] Muhammed 24.
[13] KÜLEYNİ, “el-Kafi”, Tahran: Daru’l-kütübül islamiye, 1365, şemsi, c. 1, s. 69. (bab: el-ahzu bissüneti ve şevahidi’l-kitap).
[14] Fıkıhsal kıyas ile mantıksal kıyas birbirinden farklıdır. Fıkıhsal kısyas mantıktaki “temsil”in aynısıdır ki şu anlamdadır: sadece iki şey arasında var olan benzerlikten yola çıkarak birisinin hükmünü diğerine sirayet ettirmektir. Rivayetlerde ebu Hanife’den nakledilen kıyas bu türden olan kıyastır. Bu yöntemin mantıksal kıyastan farklılığı çok açıktır. Yine ebu Hanifenin kıyasından farklı olan kıyal kıyası evleviyettir. Yani eğer kuranı kerimde ana ve babaya karşı ihtiram noktasında “onları of bile demeyiniz”, diyor ise bundan; “ihanet içeren her ne amel olursa olsun veya onların dövülmesinin de haram olduğu” hükmünü çıkarabiliriz. Bu bağlamdaki kıyas hakkında masumlardan hiçbir nehiy varit olmamıştır.
[15] Evleviye kıyası gibi.
[16] İşte bu, fıkıhta “icmai duhuli” şeklinde tabir edilen şeyin aynısıdır.
[17] Bütün rivayetlerin senidi kesin midir yoksa dört asıl kitaptaki rivayetlerin senedi kesin midir noktasında ahbariciler arasında ihtilaf vardır.