Uğur AKTAŞ
Allah-u Teala insanı 2 boyutlu yaratmıştır. Bunlardan biri fiziksel, diğeri ise aklî yönüdür. Ve bu her iki yaratılış üzerine de insanlar farklı görüşler ve düşünceler ileri sürmüşlerdir. Yaratılıştaki bu 2 yönden insanı insan yapan esas faktör ikinci yönü olan aklî boyutudur. Çünkü insan eğer aklını kullanamazsa bir hayvan ya da bitkiden farkı kalmaz. Bu aklı kullanamamak da kısımlara ayrılabilir. Bu kısımlar aklını hiç kullanamayanlar (zihinsel özürlüler), aklını tam kapasiteyle kullanamayanlar (insanların çoğu) ve aklını tam bir kapasiteyle kullanıp onun gösterdiği doğrular üzerine hareket edenler (insan-ı kâmiller).
İnsanların dünya kurulduğu günden günümüze kadar üzerinde devamlı konuştuğu ve ebedi azap ya da felaha sebep olacak 3 soru vardır. Bunlar:
1- İnsan niye yaratıldı?
2- Bu yaratılış amacına nasıl ulaşılır?
3- Bu amaca ulaştıktan sonra ne olacak?
Hiçbir insan yanlış bir yolda yürümek istemez. Bu yol hem ticaret hayatında, hem aile, hem toplum ve hem de aklımıza gelebilecek bütün konular olsun yanlış bir yöne hareket insanı hiçbir zaman kendisine cezp etmez. Bize sonunun faydalı olacağını düşündüğümüz bir işin yönteminin yanlış olması dahi, sonuçta fayda getireceği için insan için çekicidir. Ama insan her zaman doğruyu bulamaz. Her ne kadar yaptığı işlerde her zaman doğru sonuca ulaşmak istese de sonuçta birçok zaman hüsranla karşılaşır ve yönteminin yanlış olduğunu işin sonunda anlar. Demek ki insan hata yapmaya her zaman açık ve müsait bir biçimde yaratılmıştır.
Yukarıda sorulan 3 soru her din için temel niteliktedir ve bu sorulara verilen cevaplar insanı ebedi azap ya da mükâfatla karşılaştıracaktır. İşte bizim bu soruların cevaplarını bulabilmemiz için bir mükemmel akla ihtiyacımız vardır. İnsan seçimlerinde doğru ve yanlışı karıştırıp kimi zaman doğruyu, kimi zaman yanlışı seçiyorsa bu seçimler neticesinde geleceğini belirliyorsa neden yaratıldığı, yaratılış amacına nasıl ulaşacağı ve bunlara ulaştıktan sonra ne olacağı sorularına kendisini yönlendirecek mükemmel biri olmadığı sürece ulaşamaz. Kuran-ı Kerim’de şöyle geçmektedir:
“O, ümmi Araplar içinde, kendilerinden olan ve onlara ayetlerini okuyan, onları arındırıp-temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir elçi gönderendir. Oysa onlar, bundan önce gerçekten açıkça bir sapıklık içinde idiler.”[1]
Bu ayetten anlaşılan şudur: İnsanlara Allah’ın ayetlerini okuyan, hidayet yolunu gösteren, kitap ve hikmeti öğreten birilerinin gerekliliği kaçınılmazdır. İlahi yolu tanıyıp bu yol üzere hareket etmek, insanın tek başına anlayıp ilerleyeceği bir yol değildir. Mutlaka ama mutlaka yolu ve kitabı gösterip anlatacak birilerine ihtiyaç vardır. İşte onlar da Allah’ın gönderdiği elçilerdir.
Belki ilk 2 soruya cevaplar verip doğru bulunabilir. Yani insan neden yaratıldı ve bu yaratılış amacı nedir? Ama üçüncü sorunun cevabı bir vahyi gerektirmektedir ve Allah ile insanlar arasında bu bağlantıyı sağlayacak elçilerin gerekliliği kendini göstermektedir. İmam Rıza’nın (a.s) cümlelerine bakarsak bu daha iyi anlaşılır:
“İnsanoğlunun yapısında ve onun varlığına yerleştirilen türlü karmaşık ve esrarengiz güçler arasında, insanı tekâmüle ulaştıran risalet vazifesini üstlenebilecek bir güç bulunmamaktadır. Diğer taraftan da yüce Allah gözle görülmemekte, kullarının O’nunla direkt irtibatı mümkün olmamaktadır. Yüce Allah’ın mesajını kullara ulaştıracak elçilerden başka çare bulunmamaktadır. Bu peygamberler kulların hayrına ve zararına olan şeyleri bildirmekle ve onları hayra davet etmekle yükümlü kılınmışlardır.” [2]
İmam Rıza’nın (as) cümlelerinden şunu anlıyoruz ki insanın fıtratında tekâmüle erme ve yaratıcıya ulaşma gayesi vardır. Ama ulaşılacak olan bu yaratıcı da gözle görülmemekte ve yüce Allah ile direk irtibat sağlanamamaktadır. İşte Rabbimiz bu irtibatın sağlanmasında bize yardımcı olacak insanlar göndermiş ve bunların adına da peygamber demiştir.
Peygamberlerin gönderiliş felsefesinde anlatmış olduğumuz, yani Allah ile insan arasında irtibatı sağlayacak birinin olması konusu temel nitelikte olmakla beraber, peygamberler farklı misyonlarda da görevlendirilmişlerdir. Bunlardan ikisi şudur: Zulümle mücadele ve ilahi adaletin sağlanması. Peygamberler (özellikle Ulu'l-azm peygamberler) toplum önderleri ve yöneticileri oldukları için zulmü kaldırıp yerine adalet sistemini kurmakla da görevlidirler. Tıpkı Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.a.) cahiliye dönemindeki Arap toplumu içinde zulmü yok etmesi ve ardından adalet sistemini kurması gibi… Sadece zulmü kaldırmak yeterli gelmemektedir. Zulmün kaldırılmasından sonra oluşan boşluğu ilahi yol ile doldurmak da bu işin akabinde yapılması gereken bir durumdur. Bu ilahi yol ile ilahi adalet sağlanmalı ve mümkün mertebede yaratıcının emirleri toplum hayatında uygulanmalıdır. Aşağıdaki ayetler konunun Kuran açısından ne denli önemli olduğunun bir göstergesidir:
“Andolsun biz her ümmete Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının diye (tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik. [3]
“Andolsun biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte Kitabı ve mizanı indirdik…”[4]
Allah-u Teala bizleri peygamberine layık bir ümmet kılsın…