İmam Ali (a.s)

İmam Ali’nin Mazlumiyeti ve Şikayetleri (Şıkşıkıye Hutbesi)

Çarşamba, 05 Şubat 2014 15:47

Cafer Doğru

 

1. Bölüm (Hilafetle ilgili şikayeti, neden sabrettiği ve halkın kendine biati konusunda)

“Allah’a andolsun ki falan kimse (Ebi Kuhafe oğlu Ebubekir), hilafete göre yerimin, değirmen taşının mili gibi olduğunu bildiği halde hilafeti bir gömlek gibi üzerine giydi. Oysa sel her zaman benden akar ve hiç bir kuş benim yükseldiğim yüce zirvelere yükselemez. Ben de hilafetle kendi arama bir perde gerdim, ondan tümüyle yüz çevirdim.

Ve kendi kendime düşünmeye başladım; şu kesilmiş elimle hemen atağa mı geçeyim, yoksa şu kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Öyle bir karanlık ve körlük ki bu, büyüğü tamamıyla yıpratır, küçüğü tümüyle ihtiyarlatır, mümin kimse de Rabbine ulaşıncaya dek bu karanlık körlükte sürekli olarak zahmetten zahmete düşer.

Gördüm ki sabretmek akla daha yatkındır, sabrettim. Ama gözümde diken vardı, boğazımda ise kemik. Mirasımın tümüyle yağmalandığını görüyordum.”

Hutbeye genel bir bakış

Bu hutbe, Nehc’ül Belağa’nın en önemli hutbelerinden biridir. Resulullah (s.a.a)’den sonraki hilafet ile ilgili konuları, gizlisi saklısı olmaksızın açıkladığı için bir grup kimsenin itirazda bulunmasına sebep olmuştur. Bu hutbede Nehc’ül Belağa’nın diğer hutbelerinde olmayan bir takım noktalar yer almıştır. Kısa olmakla beraber ilk halifeler ile ilgili İslam tarihinin özeti konumundadır. Bu hutbede oldukça ilginç ve ince bir takım yorumlar vardır ve bunlar görüş sahibi kimseler için okunması gereken çok önemli konulardır. Bu hutbede yer alan bazı noktalar başka yerde görülmesi mümkün olmayan türdendir. Bu hutbeyi açıklayıp tefsir etmeden önce bir kaç noktaya işaret etmeyi gerekli görüyoruz:

1- Hutbenin adı

Bu hutbenin adı son cümlesinden alınmıştır. Hz. Ali (a.s), İbn-i Abbas’ın hutbeyi devam ettirmesi hakkındaki isteği üzere ona şöyle buyurmuştur: “Ey İbn-i Abbas bu azdığında devenin boğazının altında oluşan şişkinlikti ki geldi, sonra geri indi.” Böylece Hz. Ali (a.s), İbn-i Abbas’ın konuşmasını devam ettirmesi isteğini reddetti. Zira İmam’ı  o hassas ve ateşli konuşmayı yapmaya hazırlayan hal ve durumu tümüyle değişmişti. kalabalık arasında bulunan bir şahsın Hz. Ali (a.s)’a bir mektup vermesi hazretin konuşmasının yönünü değiştirmişti.

2- Hutbenin Okunduğu Zaman

Bu hutbenin beyan edildiği zaman ile ilgili olarak Nehc’ül Belağa’yı şerh edenler arasında farklı görüşler ortaya konmuştur. Muhakkik Hoyi gibi bazı şarihler, bu hutbenin içeriğinden, senet ve yollarından istifade ederek bu sözlerin Hz. Ali’nin mübarek ömrünün sonlarında Cemel, Siffin ve Nehrevan savaşlarında ahdini bozanlar, zalimler ve dinden çıkanlar ile yaptığı savaşlardan sonra beyan edildiğini söylemişlerdir. [1]

3- Hutbenin Okunduğu Yer

Nehc’ul Belağa’yı şerh eden bir grup, bu hutbenin okunduğu yer hususunda sessiz kalmışlardır; ama bazıları Hz. Ali (a.s)’ın bu hutbeyi Kufe mescidi minberinde okuduğuna inanmaktadırlar. İbn-i Abbas bu konuda şöyle diyor:

“Hz. Ali (a.s), bu hutbeyi Rahbe’de okumuştur.[2] Hilafetten söz edildiği bir esnada Hz. Ali (a.s)’ın kalbinde büyük bir fırtına koptu ve bu sözleri söyledi.”

4- Hutbenin Senedi

Hutbenin senedi hakkında da farklı görüşler vardır. Bazı alimler bu hutbeyi mütevatir sayarken. Bu hutbede açıklanan İslam tarihiyle ilgili bazı gerçekleri kabul etmek istemeyen bazı kimseler ise, bu hutbenin Hz. Ali (a.s)’a ait olmadığını iddia etmişlerdir. Bunlara göre Hz. Ali asla hilafet hususunda şikayette bulunmamış ve bu hutbe Seyyid Razi tarafından yazılmıştır.

Meşhur Şarih İbn-i Meysem Behrani şöyle diyor: Hutbenin senedi tevatür derecesine ulaşmamıştır ancak bu hutbenin Seyyid Razi tarafından uydurulduğu iddiası da gerçek dışı bir söz ve temelsiz bir iddiadır. (Bu hutbe Hz. Ali (a.s)’ın okuduğu bir hutbedir.)”[3] 

Bu hutbenin senedindeki ihtilaf, içinde zayıflık veya belirsizlik olduğu anlamında değildir. Hakeza Nehc’ul Belağa’nın diğer hutbelerinden değersiz de değildir. Hatta aksine ileride açıklanacağı gibi, bu hutbe, Nehc’ul Belağa’nın diğer bazı hutbelerinin sahip olmadığı çeşitli senetlere sahiptir.

Dolayısıyla bu hutbe hakkında yapılan eleştiriler sadece bir grup insanın zihni ve ön yargısıyla uyuşmadığı içindir. Bunlar ön yargılarını ve zihniyetlerini bu hutbe ile düzeltmeye kalkışacağına, bu hutbenin senetlerini zayıf göstermeye çalışmış ve böylece akıllarınca zihniyetlerine zarar gelmesini önlemek istemişlerdir.

Bu hutbe için Nehc’ul Belağa dışında zikredilen bazı senetler şunlardır:

1- İbn-i Cevzi, Tezkiret’ul Hevas adlı kitabında şöyle demektedir: “Bu hutbeyi Hz. Ali (a.s) bir kimsenin sorduğu soruya cevap olarak okumuştur. Hz. Ali (a.s) minbere çıkınca o şahıs, “Ne oldu da şimdiye kadar hilafet dizginlerini eline almadın?”[4] diye sormuştur.

Bu sözler İbn-i Cevzi’nin bu hutbe için başka bir senedinin de olduğunu göstermektedir. Çünkü bu şahsın sorusu Nehc’ül Belağa’da söz konusu edilmemiştir. Dolayısıyla İbn-i Cevzi bu hutbe için başka bir yol elde etmiştir.

2- Meşhur şarih İbn-i Meysem Behrani şöyle diyor: “Bu hutbeyi iki ayrı kitapta gördüm bu, her iki kitabın yazılış tarihi de Seyyid Razi’den (r.a) öncedir.” İlk önce “Mutezile’nin büyük alimlerinden olan Ka’bi’nin öğrencisi ve Seyyid Razi’nin doğumundan önce vefat etmiş olan Ebu Cafer b. Kubbe’nin yazmış olduğu “el-İnsaf” adlı kitapta; ayrıca bu hutbenin bir nüshasını gördüm ki üzerinde el-Muktedir Billah’ın veziri olan Ebu’l Hasan Ali b. Muhammed b. Fırat’ın hattı vardı ve bu da, Seyyid Razi’nin doğumundan altmış küsur yıl öncesine ait olduğunu ifade etmektedir.

Daha sonra şöyle devam etmektedir: Daha çok bu nüshanın İbn-i Fırat’ın doğumundan bir müddet önce yazıldığını tahmin ediyorum.”[5]

İbn-i Ebil Hadid ise şöyle diyor: Üstadım Vasiti 603 yılında üstadı İbn-i Haşşab’ın, “Bu hutbe uydurulmuş bir hutbe midir?” sorusuna şöyle cevap verdiğini rivayet etmektedir: “Allah’a yemin olsun ki hayır! Ben bu hutbenin Hz. Ali (a.s)’ın sözleri olduğunu, senin adının Musaddık b. Şebib Vasiti olduğunu bildiğim gibi biliyorum.”

Ben üstadıma, “halkın bir çoğu bu hutbenin Seyyid Razi’nin sözleri olduğunu iddia etmektedir.” diye söyleyince de bana şöyle cevap verdi: “Seyyid Razi ve benzerleri nerede, bu özel beyan güzelliği nerede!” Biz Seyyid Razi’nin risalesini de gördük. Onun düz yazıdaki üslubunu da biliyoruz. Bu hutbeyle hiç bir benzerliği yoktur.”

Daha sonra şöyle devam etti: “Allah’a and olsun ki ben bu hutbeyi Seyyid Razi’nin doğumundan 200 yıl önce yazılmış bazı kitaplarda gördüm. Bu hutbenin kimler tarafından nakledildiğini ve o hatların hangi alimlere ait olduğunu bile biliyorum. O zamanlar henüz Seyyid Razi’nin babası bile doğmamıştı.”

İbn-i Ebil Hadid ise sözlerinin devamında şöyle diyor: “Ben de bu hutbenin önemli bir bölümünü Mu’tezile’nin büyük alimlerinden olan Ebu’l Kasım Belhi’nin kitaplarında gördüm. Ebu’l Kasım Belhi ise el-Muktedir Billah’la çağdaş olup, Seyyid Razi doğmadan yıllar önce yaşamıştır. Aynı zamanda bu hutbenin büyük bir bölümü İbn-i Kubbe’nin (ki İmamiyye mütekellimlerinden biridir.) “el-İnsaf” adlı kitabında gördüm. İbn-i Kubbe de Ebul Kasım Belhi’nin öğrencisidir ve Seyyid Razi’den önce yaşamıştır.”[6]

Merhum Allame Emini el-Gadir, c.7, s.82’de bu hutbenin 28 kaynağını saymaktadır.

Hutbenin İçeriği

Daha önce de söz edildiği gibi, bu hutbe tümüyle Peygamber (s.a.a)’den sonraki hilafet meselesi ile ilgilidir. Hz. Ali (a.s) halifeler döneminde vücuda gelen sorunları oldukça anlamlı, ateşli ve etkili ifadelerle beyan etmiştir. Ayrıca bu hutbede Resulullah (s.a.a)’den sonra bu makama en çok kendisinin layık olduğunu belirtmekte ve hilafetin neden asıl yörüngesinden çıktığına üzülmektedir.

Hutbenin sonunda ise halkın kendisine biat etme olayını anlatmakta ve neden biatlerini kabul ettiğini oldukça güzel ve ilham verici cümlelerle beyan etmektedir.

Hilafet Meselesi Hakkında Önemli Bir Yorum

Bu hutbe, önceden de beyan edildiği gibi Resulullah’tan sonra hilafet çizgisini değiştirmek için oluşturulan oldukça şiddetli ve ağır fırtınalara işaret etmektedir. Aynı şekilde Peygamber’in hilafeti makamına kimin layık olduğunu, delil ve mantık ışığında ortaya koymaktadır. Ardından da bu olayda işlenilen hata ve Peygamber’in hilafet konusundaki açık emrinin görmezlikten gelinmesi arkasından Müslümanlar için ortaya çıkan büyük sorunlara işaret etmektedir.

Hz. Ali (a.s) Hutbe’nin başlangıcında hilafetin ilk aşaması ile ilgili şikayetini ortaya koymakta ve şöyle buyurmaktadır: “Allah’a and olsun ki falan kimse (Ebi Kuhafe oğlu), hilafete göre yerimin, değirmen taşının [7] mili gibi olduğunu bildiği halde hilafeti bir gömlek [8] gibi giyindi.”

Takammeseha” kelimesindeki “ha” zamiri hilafeti ifade etmektedir. Kamis (gömlek) olarak tabir edilmesi de onun hilafeti örtünmek için bir gömlek ve süs olarak kullandığına işarettir. Oysa bu büyük değirmen taşı, şiddetli hareketinde düzenini sağlayan, sapmasını önleyen, İslam ve Müslümanların menfaatleri doğrultusunda dönmesini temin eden güçlü bir eksen ve mile ihtiyaç duymaktadır. Evet, hilafet bir gömlek değildir. Bir değirmen taşı örneği gibi, toplumu döndüren, idare eden bir sistemdir. Hilafetin güçlü bir merkeze ihtiyacı vardır. Yoksa hilafet asla birisinin giyeceği ve kendisini örteceği bir gömlek değildir.

Ardından hilafete diğerlerinin değil kendisinin layık olduğunu ispatlamak ve herkesin bunu bildiğini vurgulamak için, asla inkar edilmesi mümkün olmayan apaçık bir delil ortaya koymakta ve şöyle buyurmaktadır: “Oysa sel benden akar[9] ve hiç bir kuş benim yükseldiğim yerlere yükselemezdi.”

Yenhedir” (aşağı dökülür) ve “layerka” (yükselmez) tabirlerinin bir arada biri olumlu biri olumsuz kipte kullanılışının çok ince ve zarif bir anlamı vardır.

Burada imamın varlığı yüksek zirvelere sahip dağa benzetilmiştir. Bu tür dağların en doğal özelliği, gökten inen yağmur ve suyu kendine çekerek daha sonra geniş topraklara ve vadilere akıtması, bitkileri yeşertmesi ve öte yandan yüksekten uçan hiç bir kuşun zirvesine ulaşamamasıdır.

Bu benzetme ile dağların yeryüzünün güvenliğini sağlamasındaki rolüne de işaret etmektedir. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağları, yolunuzu bulmanız için de ırmakları ve yolları yarattı. [10]

Evet, eğer yüce dağlar olmasaydı bir yandan yeryüzünün iç basıncı, diğer yandan ay ve güneşin çekim gücü ve denizlerin gel-git olayı, bir de rüzgar basıncı insanlardan her türlü huzur ve güveni kaldırır, gökten inen sular büyük bir sel halinde denizlere akar ve dolayısıyla da çeşme ve nehir şeklinde bir su stokuna sahip bulunmazdık.

Her ümmet için masum bir imamın varlığı bir çok huzur ve bereketlerin kaynağıdır. Ayrıca bu tabir hiç kimsenin İmam’ın yüce fikirlerine, marifet derecesine ve şahsiyetinin özüne eremeyeceğini de göstermektedir. Hz. Ali (a.s.)’ı da muallimi olan Peygamber-i Ekrem, ve diğer Masum imamlar dışında hiç kimse hakkınca derk edemez.

Ashabı, takipçileri ve dostlarından herkes bu büyük okyanustan kendi varlık kapasitesi ölçüsünde istifade eder. Ama derinlikleri hiç kimse tarafından bilinemez.[11]

Ayrıca şu nükteye de dikkat etmek gerekir ki değirmen taşının dönmesi için de nehirlerden faydalanılmaktadır. Bu nehirler ise yüce dağlardan akmaktadır. Ayrıca değirmen taşları dağların bir parçası olup dev kayalardan elde edilmektedir. Yukarıdaki tabir ise bütün bu anlamların tümüne işaret ediyor olabilir. Yani ben hem değirmen taşının miliyim, hem değirmen taşıyım hem, harekete geçirici gücüm.

Yine bilindiği gibi dağların dorukları, semavi bereketleri kar şeklinde kendi bağrında barındırmakta ve daha sonra yavaş yavaş buradaki su kaynağını susuz topraklara akıtmaktadır. Bu da Hz. Ali (a.s)’ın vahiy kaynağına ve Peygamber (s.a.a)’in sonsuz varlık denizinden faydalanmasına işaret de olabilir.

Bazı şarihler “sel” tabirinin yukarıdaki cümlede Hz. Ali (a.s)’ın vehbi ilim ve bilgisine gizli bir işaret olduğunu kabul etmişlerdir. Nitekim İslam Peygamberi (s.a.a) de, “Ben ilim şehriyim, Ali ise kapısıdır”[12] diye buyurduğu meşhur hadisi de buna işaret etmiştir. Yine Kur’an-ı Kerim’de “De ki: Suyunuz çekiliverse söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?”[13] ayeti ile ilgili olarak İmam Ali bin Musa Rıza (a.s), ayetteki “main mein” (akarsu) kelimesini Hz. Ali’nin ilmi diye tefsir etmiştir.[14]

Burada insanın aklına şu bir kaç soru takılmaktadır: İlk önce şöyle bir itirazda bulunulabilir: Neden Hz. Ali (a.s) burada kendisini övmektedir? Oysa insanın kendisini övmesi kınanmış bir özelliktir. Nitekim bir rivayette şöyle buyurmuştur: “İnsanın kendisini tekiye etmesi çirkindir.”

Bu soruya verilecek cevap olarak, kendini tanıtmak ile övmek arasındaki farklılığa dikkat etmek gerekir. Bazen halk birinin şahsiyetinden habersizdir ve bu bilgisizliği sebebiyle de ondan yeterince istifade edememektedir. Bu gibi durumlarda insanın bizzat kendisi, yada başkası tarafından tanıtılması hiçbir zaman kusur sayılmamaktadır. Hatta sevap ve kurtuluş yolu da budur. Bu bir doktorun reçetesinin üst tarafında tıp uzmanlığının niteliğini belirtmesi için yaptığı tanıtıma benzemektedir. Bunlar kendini övmek değildir; sadece insanların sorunlarını halletmek için onlara yol göstermeye yarar.

Akla gelen ikinci bir soruda şudur: “Oysa sel benden akar ve hiç bir kuş benim yükseldiğim yerlere yükselemezdi.”  Cümlesinde yer alan iddianın delili nedir?

Bunun cevabı birinci sorunun cevabından daha açıktır. Çünkü İslam ve Müslümanların tarihi hakkında az bir bilgisi bulunanlar bile Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s)’ın ilim ve bilgideki eşsiz makamını bilirler.

Zira Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den, Hz. Ali (a.s)’ın geniş ilmi hususunda nakledilen bir çok hadislerin, yanı sıra İslam alimlerinin de belirttiği gibi tüm İslami ilimlerin Hz. Ali (a.s)’dan vücuda geldiği yani, bütün bu ilimlerin kurucusu sayılmasıda bu gerçeği vurgulamaktadır.[15] Diğer yandan halifeler zamanında ortaya çıkan ve diğerlerinin halletmekten aciz kaldığı tüm sorunların çözümü noktasında Hz. Ali’ye (a.s) başvurmaları ve bunlardan öte Hz. Ali’nin Nehc’ül Belağa’daki hutbelerine, mektuplarına ve kısa sözlerine bakmak da hazretin ilim derecesini anlamak için yeterlidir. Müslüman olsun veya olmasın her insaf sahibi kimse Nehc’ül Belağa’yı dikkatlice okuyacak olursa Hz. Ali’nin ilmi büyüklüğü karşısında boyun eğer ve “Oysa sel benden akar ve hiç bir kuş benim yükseldiğim yerlere yükselemezdi.” cümlesinin anlamını açıkça anlar.

Burada akla takılan üçüncü soru ise şudur: Neden Hz. Ali (a.s) Resulullah (s.a.a)’den sonra hilafet hususunda ortaya çıkan olaylardan şikayet ediyor? Acaba bu onun sabır, teslim ve rıza makamına ters düşmez mi?

Bu sorunun cevabı da şöyledir: Sabır, teslim ve riza makamını taşımak bazı gerçeklerin tarihe kaydedilmesi zorunluluğu ile asla çelişmemektedir. Özellikle hilafet konusunda gerçeklerin söylenmesi önemli bir farz sayılır. Çünkü, İslam toplumunun ve özellikle gelecek nesillerin doğruyu teşhis edip İslam’ı anlamada kimi kendilerine ölçü olarak kabul edeceklerini bilmeleri için Hz. Ali (a.s)’ın bu gerçekleri beyan etmesi gerekiyordu.

Hz. Ali (a.s), daha sonra şöyle buyurmaktadır: “Ben de hilafetle arama bir perde çektim, ondan yüz çevirdim.”[16]

Bu tabirden de anlaşıldığı üzere Hz. Ali (a.s) kendisini bu olaylar karşısında görünce, asla çatışmaya kalkışmadı ve büyük bir fedakarlıkla ileride açıklamaya çalışacağımız sebepler yüzünden hilafetten vazgeçerek bir kenara çekildi. Ama öte yandan, “bu büyük sapıklık karşısında ne yapması gerektiği ve ilahi sorumluluğunu nasıl yerine getirmesi” düşüncesi onun ruhunu sürekli sıkıyordu.

Bu yüzden hemen ardından şöyle buyurmaktadır: “Başladım düşünmeye; kesilmiş elimle atağa mı geçeyim, yoksa kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim?”

Hz. Ali (a.s) bu cümle ile, ümmet karşısındaki sorumluluğunu, Allah ve Peygamberi tarafında verilen görevi unutmadığını vurgulamak istiyor. Sonra iki sorun arasında kaldığını şöyle belirtiyor: Birinci sorun şu idi: Eğer kıyam edip muhaliflerle çatışsaydım bu çatışma yeterli bir güce sahip olmadığım için zaferle sonuçlanmaz ve sadece Müslümanlar arasında bir ayrılık yaratırdı, münafıkların ve düşmanların eline fırsat geçerdi. Onlar sürekli böyle bir fırsatı gözetliyordu. İkinci sorun ise o karanlık ve sapmalar karşısında sabretmemdi.

Tahye” zulmet ve karanlık anlamında olduğu halde “tahyetun amya” (kör bir karanlık) diye bir tabir kullanılması şuna işaret etmektedir ki bazen karanlıklar şiddetli değildir ve içinde bir takım karartıları seçmek mümkündür. Ama bu karanlık kör bir karanlık diye nitelendirilecek kadar şiddetliydi.

Daha sonra o zamanın şartlarını üç kısa ve anlamlı cümleyle açıklayarak şöyle buyurmaktadır:

 “Öyle bir karanlık ve körlük ki bu, büyüğü tamamıyla yıpratır, küçüğü tümüyle ihtiyarlatır, mümin kimse de Rabbine ulaşıncaya dek bu karanlık körlükte zahmetten zahmete düşer.”[17]

Bu tabirlerden de açıkça anlaşıldığı üzere hilafet konusundaki sapma genel bir sorun ve acı olarak herkesi büyük bir baskı altına almıştı. Küçükleri tümüyle ihtiyarlatmış ve büyükleri tümüyle yıpratmıştı. Ama müminlerin hiç şüphesiz çektiği acı kat kat daha fazlaydı. Zira İslam camiasının her gün artan problemleri ve kendisini her yönden tehdit eden tehlikeler onları sonsuz bir derde ve derin bir üzüntüye düşürmüştü. Bu dert ve musibetler çok kısa bir zamanda Ümeyye oğulları döneminde daha belirgin bir şekilde ortaya çıktı.

Hz. Ali (a.s) daha sonra bu iki zor ve tehlikeli seçenek karşısında aldığı kararı şöyle açıklamaktadır: “Gördüm ki sabretmek akla daha yatkındır, sabrettim.”[18]

 Olayın bütün yönlerini göz önünde bulundurup üzerinde iyice düşündükten sonra bu sorunlar karşısında sabretmenin akla daha yatkın olduğunu gördüm.

“Sabrettim, (bu sabrım huzur içinde değildi) ama gözümde diken vardı, boğazımda kemik.”[19] 

Bu tabir, Hz. Ali (a.s)’ın o yıllardaki dert ve keder dolu durumunu gözler önünde sermektedir. Hz. Ali (a.s) bir yandan gözlerini kapayıp olayları görmezlikten gelemiyor ve bir yandan da şahit olduğu durumlar yüzünden feryat edemiyor, içindeki acıları dışarıya yansıtamıyordu. Çünkü o yavaş yavaş her şeyini yitirdiğini görüyordu. “Mirasımın yağmalandığını görüyordum.”

Nükteler

1- Neden İmam sabrı tercih etti? Tarihin de açıkça tanıklık ettiği üzere İslam düşmanları ve münafıklar Peygamber (s.a.a)’in vefatı için adeta gün sayıyorlardı. Onlardan bir çoğu Peygamber vefat ettiğinde Müslümanların birlik ve beraberliğinin bozulacağını ve din karşıtı hareket için gerekli şartların oluşacağını ve dolayısıyla da daha yeni kurulan İslam devletini ortadan kaldırabileceklerini sanıyorlardı. İşte bu şartlarda eğer Ali (a.s) kendi hakkını almak için, başka bir deyimle Müslümanları Peygamber (s.a.a) dönemindeki gerçek İslam’a döndürmek için kıyam edecek olsaydı, hilafet sahnesinden uzaklaştırılması için önceden alınan karar yüzünden hiç şüphesiz büyük bir çatışma meydana gelecek ve dolayısıyla münafık ve düşmanların kötü arzularına ulaşması için gerekli ortam sağlanmış olacaktı. Dıştan gelen tehditler Peygamber’in mübarek hayatının son günlerine kadar bizzat Peygamber (s.a.a)’in endişelenmesine sebep olduğu tarihi bir gerçektir. Nitekim meşhur İslam tarihi kitaplarında şu tabirler yer almıştır: “Peygamber (s.a.a) vefat edince cahiliye Arapları geriye dönüş hareketini başlattı. Yahudi ve Hıristiyanlar kıyam ettiler, münafıklar ortaya çıktılar. Müslümanların durumu ise, soğuk ve yağmurlu bir gecede çobansız olarak çölde başı boş dolaşan koyun sürüsünü andırıyordu.”[20]

Bunların hepsi bir yana, hiç bir dost ve taraftar olmadan kıyam etmesi kendisinin zafere erişmesini daha da zorlaştıracaktı. Eğer kıyam edecek olsaydı bir çok cahil kimse bu kıyamın önemli ilahi haklar için değil; şahsi bir takım sebepler yüzünden gerçekleştiğini iddia edecekti. Özellikle bu kıyamın yenilgiyle sonuçlanması,  gerçek İslam’ı korumakla görevli bir kuşağın tamamen yok olup sahneyi İslam hilafeti adına rol almış kimselerin bırakmaları etmeleri anlamına gelirdi.

Ama hilafetin, gerçek sahiplerinin elinden alınması sonucu vücuda gelen zorluklar ve kayıplar her gün daha da çoğalıyordu. Bütün bunlar birer diken olarak Hz. Ali (a.s)’ın gözlerine giriyor ve bir kemik şeklinde boğazına saplanıyordu.

Bu bütün Müslümanlar için tarih boyunca alınacak bir ders konumundadır. Müslümanlar kaybolan haklarını almaya kalkışmalarının İslam’ın temeline zarar verdiğini gördüklerinde kendi haklarına göz yummalı ve dinin temellerini korumayı her şeyden öne geçirmelidirler ve haklarını kaybetmekten kaynaklanan acılara sabretmeli sessiz kalmalıdırlar.

Bu anlamın bir benzeri 26. hutbede de aynen şöyle yer almıştır:

 “Ben baktım ve gördüm ki bu hakkı almak için kendi ailemden başka bir yardımcım yok, diken dolu gözlerimi kapadım, kemik saplanmış boğazımla yudum yudum olayları içime döktüm.”

2- Neden hilafet hakkı “miras” olarak ifade edilmiştir?

Yukarıdaki tabirlerde de okuduğumuz üzere Hz. Ali (a.s): “Ben mirasımın yağmalandığını gördüm” buyurmuştur. Burada, “Neden hilafetten, “miras” diye söz edilmiştir? diye bir soru akla gelmektedir.” Bu sorunun cevap olarak, hilafetin Peygamber (s.a.a)’den masum halifesine ulaşan ilahi ve manevi bir miras olduğuna dikkat etmek gerekir. Elbette hilafet; kişisel maddi bir miras ve zahiri bir hükümet değildir. Bu tabirin bir benzeri Kur’an ayetlerinde de açıkça yer almıştır. Nitekim Zekeriyya Allah’tan evlat isteyince onun kendi varisi ve Al-i Ya’kub’un varisi olmasını ve nübüvvet mirası ile insanların önderliği makamını hakkıyla yerine getirmesini arzu etmektedir: “Tarafından bana bir veli (oğul) ver ki o bana varis olsun; Ya’kub hanedanına da varis olsun.[21]

Gerçekte bütün ümmete ait olan bu miras yalnız Peygamber (s.a.a)’in yerine geçen halifenin ve imamın elinde bulunmaktadır.

Nitekim semavi kitaplar hakkında Kur’an’da şöyle okumaktayız: “Sonra kitabı kullarımız arasından seçtiklerimize miras bıraktık.[22]

Bu yüzden meşhur bir hadiste de şöyle yer almıştır: “Alimler Peygamberlerin varisleridir. [23] 

Bu sözün en büyük şahidi ise, Hz. Ali’nin hayatıdır. O ameli açıdan da mal ve makama en küçük bir bağlılığının olmadığını ve hilafeti (ilahi işlevini yerine getiremediği taktirde) eski bir ayakkabı veya bir hayvanın sümüğü gibi değerlendirdiğini açıkça göstermiştir. Dolayısıyla bir makam olarak hilafeti kaybettiği için gözlerinde diken, boğazında kemikle yaşadığı söylenemez.

Bazıları “yağmalanan miras” deyiminden maksadın Peygamber (s.a.a)’in hayatta iken Hz. Fatime’ye hediye ettiği Fedek bağı olduğunu söylemişlerdir. [24] Ama bu, oldukça uzak bir ihtimal olarak gözükmektedir. Zira bu hutbenin tümü hilafet ile ilgilidir ve dolayısıyla bu cümle de bu anlam çerçevesinde değerlendirilmelidir.

3- Hz. Ali (a.s) İnziva Dönemi

Hiç kimse Hz. Ali (a.s)’ın evinin bir köşesine çekilmesi sebebiyle İslam dünyasının uğradığı zararları ve büyük kayıpları hesaplayamaz. Sadece Hz. Ali’nin acı olaylar, sıkıntılar ve birbiri ardınca gerçekleşen savaşlar ile birlikte olan kısa süren hilafeti döneminde söylediği hutbeleri, mektupları ve kısa sözlerinden oluşan Nehc’ul Belağa’ya bir bakacak olursak ilmi boyut açısından evinin bir köşesine çekildiği 25 yıl boyunca ümmetin uğradığı zararın boyutlarını tahmin edebiliriz. Hz. Ali (a.s) eğer bu uzun yıllar boyunca halife olarak ümmet arasında yer alacak olsaydı Müslümanlar hatta tüm insanlık için ne kadar büyük bir ilmi birikim ve hazineler bırakabilirdi?

Ama elden ne gelir! Bu büyük feyzi ve tarihi nimeti Müslümanlardan ve insanlıktan aldılar ve telafi edilmesi asla mümkün olmayan bir çok kayıplara neden oldular.

4- Neden Hz. Ali (a.s) hilafet meselesini söz konusu etmektedir?

Bazılarına göre Hz. Ali (a.s) aslında geçmişe ait bulunan hilafet konusuna hiç girmeseydi, halkın unutmasını sağlasaydı ve bu vesileyle bir çok ihtilafın vücuda gelmesine engel olsaydı daha iyi olurdu.

Bu sözlerin bir benzerini bugünde dile getirenler vardır. Hz. Ali (a.s)’ın Peygamberden hemen sonraki hilafet hakkı söz konusu edildiğinde şöyle demektedirler: “Müslümanların vahdetini korumak için susmalısınız, bu olayları unutmalısınız, biz bugün büyük düşmanlarla karşı karşıyayız. Bugün böylesi konularla uğraşmak bizleri ortak düşmanlarımızla savaşmaktan alıkoymaktadır. Aslında bu tür konuları tartışmanın hiçbir faydası yoktur. Zira her fırkanın mensupları kendi akıllarınca bir karar almış ve yollarına devam etmektedirler. Dolayısıyla bu tür konuları devam ettirmenin bir faydası yoktur denilmektedir.

Bu eleştiri ve soruya cevap olarak iki önemli noktayı hatırlatmak gerekir:

a: Peygamber (s.a.a) Hz. Ali (a.s)’ın hilafetini sık sık vurgulamakta ve Allah’ın emriyle yalnızca onun bu işe layık olduğunu ifade etmekteydi. Peygamber (s.a.a), bu açıklama ve bayanlarını kendi isteği üzere değil, ilahi emir gereği yapıyordu.

Gerçekte peygamberlerin gönderiliş gayesi de, insanları batıla uymaktan kurtarıp onlara hakkı göstermektir. Kur’an-i Kerim’in bir çok ayetleri eski peygamberlerle ilgili olan saptırılmış gerçekleri açıklamak ve insanlara hakkı açıklamakla ilgilidir. Çünkü yüce ilahi şahsiyetlerle ilgili her türlü sapma sonraki kuşaklarda yanlış değerlendirmeleri ve büyük yanılgıları meydana getirecektir.

Hz. Ali (a.s) Peygamber (s.a.a)’in takipçisi olarak her yerde hakikatin savunucusu olmuştur ve hakikat ile bağdaşmayan mevcut olaylara karşı koymuştur. Dolayısıyla araştırmacıların yıllar sonra insaf üzere hüküm vermeleri için hilafet ile ilgili bu hakikatleri dile getirmiştir. Böylece mevcut durumları ölçü yapmadan hakikatleri düşünmek isteyen kimseler gerçeği anlayabilir ve araştırmaları sonucunda doğru yolu bulabilirler.

Velhasıl gerçekleri örtmek doğru olmadığı gibi mümkün bile değildir. Çünkü hak üzere kurulan bu alemde gerçekler kendini ortaya koyacak hak taraftarları onu ister istemez arayıp bulacaklardır.

Şüphesiz Resulullah (s.a.a)’dan sonraki imamet ve hilafet konusu en önemli dini konularımızdan biridir. İster Ehl-i Beyt mektebi takipçilerinin inandığı gibi bu konuyu dinin temel bir konusu kabul edelim veya bu konuda başka bir görüşe sahip olalım hiç fark etmez. Her haliyle bu konu Müslümanların görüş açılarında, içinde bulundukları tarihi süreci değerlendirmelerinde, hatta İslam’ı anlamalarında doğrudan etkili olan bir konudur. Bazı cahillerin sandığı gibi geçmiş tarihle ilgili kişisel bir olay değildir. Bugün, yarın ve gelecek ile ilgili bir çok etkileri vardır ve bir çok dini konular ile yakından ilgilidir. İşte bu yüzden Ali (a.s) zahiri hilafeti döneminde defalarca bu konuya değinmiştir.

b: Müslümanların birlik ve beraberliğini bozan konular yersiz tartışmalara sebep olan bağnazlık ve saldırılardır. İki tarafın da mantıksal ve ilmi ölçülere uyarak yaptığı akli tartışmalar Müslümanların vahdetini asla bozmaz. Hatta birbirlerini doğru şekilde tanımalarına sebep olduğu için birliğin sağlanması için olumlu yönde etki yapar.

Semavi dinler arasındaki ihtilaflar konusunda da bu tür tartışmaların büyük bir faydası ve katkısı vardır. Bu tür tartışmalara karşı koyanlar bilmeyerek de olsa ihtilafların artış kaydetmesine ve ayrılıkların büyümesine katkıda bulunmaktadırlar.

 

 

[1] - Minhac’ul Beraat fi Şerh-i Nehc’il Belaga c.3 s.32

[2] - Rahbe aslında geniş yer anlamındadır. Bazılarının inancına göre Kufe’de bulunan bir mahalle adıdır. Bazıları ise Kufe’den sekiz fersah uzakta bulunan bir beldenin adı olduğuna inanmaktadırlar. (Mecme’ul Bahreyn ve Mesadir’ul İttila’)

[3] - Şerh-u Nehc’il Belağa, İbn-i Meysem, c.1, s.251

[4] - Tezkiret’ul Havas, s.124

[5] - Şerh-u İbn-i Meysem-i Behrani, c.1, s.252

[6] - Şerh-u İbn-i Ebi’l Hadid, c.1, s.205

[7] - “Reha” kelimesi de değirmen taşı anlamındadır. Bu kelime “nakıs-i vavi” veya “nakıs-i yai” şeklinde de kullanılmıştır. (Son harfi “vav” veya “ya” şeklinde de telaffuz edilmiştir.)

[8] - “Takammese” kelimesi, “gömlek” anlamına gelen “kamis” kökünden türemiştir. Dolayısıyla da “takammese” kelimesi “gömlek giyindi” anlamındadır.

[9] - “Yenhedir” kelimesi “inhidar” maddesinden olup çok/fazla bir şekilde dökülmek ve baş aşağı akmak anlamaktadır.

[10] - Nahl Suresi: 15.

[11] - Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s)’ın sözlerinin gerçeğini anlamak ve ümmetin diğer bireylerinden tartışmasız üstünlüğünü derk etmek için bu kitabın önsözünde yer alan Hz. Ali’nin faziletleri ile ilgili kısa bilgilere baş vurunuz.

[12] - Bu meşhur hadisin Ehl-i Sünnet kaynaklarındaki senetleri için de, İhkak’ul Hak c.5, s.480- 501’e müracaat ediniz.

[13] - Mülk Suresi: 30.

[14] - Tefsir-u Nur’üs Sakaleyn, c.5, s.5, 386 Bu tefsirin, kelimenin zahiri anlamı olan “akarsu” ile de bir çelişirliği yoktur. Nitekim bazı rivayetlerde ise bu kelime İmam’ın varlığı diye tefsir edilmiştir. Dolayısıyla bütün bu anlamların hepsi de ayetin mefhumu için de değerlendirilebilir.

[15] - İbn-i Ebi’l Hadid, Nehc’ul Belağa şerhinde bu konuda geniş bir açıklamada bulunmuştur. İslami ilimleri tek tek sayarak tarih açısından Ali’nin (a.s) bu ilim okyanusuyla ilişkisini açıklamadadır. (Şerh-u Nehc’il Belağa, İbn-i Ebil Hadid, c.1, s.17- 20

[16] - “sedeltu” kelimesi “sedl” maddesinden türemiş olup aslında bir şeyin yukarıdan örtercesine aşağıya inmesi anlamındadır. O halde “seletu” cümlesinin anlamı şudur: “onu terk ettim, üzerini örttüm.”

“Keşh” kelimesi ise yan, böğür anlamındadır. Dolayısıyla “teva anhu keşhehu” cümlesi itinasızlık ve bir şeyden sarf-ı nazar etmekten kinayedir.

[17] - “Yekdehu” kelimesi “kedh” maddesinden türemiş olup yorgunlukla iç içe olan gayret ve çaba anlamındadır.

[18] - “hata” kelimesindeki “ha” edatı tembih ve ikaz alametidir. “ta” ise dişi için işaret ismidir ve önceki cümlede geçen “tehyetin” (karanlık ve zulmet) kelimesine işarettir.

Bazıları ise cümleden anlaşılan bir halete işaret ettiğini söylemiştir.

[19] - “Ahca” kelimesi “hace” maddesinden türemiş olup “akıl” anlamındadır. Dolayısıyla “ahca” daha akıllıca anlamındadır. “kazen” ise kirlilik ve çerçöp anlamındadır. “şecen” kelimesi ise hüzün, gam, dert, şiddet ve dert anlamındadır. Bazen de boğazda tıkanan kemik anlamındadır.

[20] - Sire-i İbn-i Hişam, c.4, s.316

[21] - Meryem Suresi:, 5- 6

[22] - Fatır Suresi: 32.

[23] - Usul-i Kafi, c.1, s.32 ve 34

[24] - Minhac’ul Beraat, c.3, s.45

Yeni Makale ve Video öğeleri

Yeni Kitaplar