Hasan Işık/Ehl-i Beyt Öğretisi 1
“Sana ilim geldikten sonra, bu hususta seninle kim tartışacak olursa, de ki: “Gelin oğullarımızı, oğullarınızı; kadınlarımızı, kadınlarınızı; nefsimizi ve nefsinizi çağıralım, sonra lânetleşelim de, Allah'ın lânetinin yalancılara olmasını dileyelim.”[1]
Hz. Ali’nin şahsiyetini tanımanın zorluğu
Hz. Ali (Allah'ın selamı ona olsun) hakkında konuşmak, onun sonsuz şahsiyeti hususunda söz söylemek oldukça zor ve hatta imkansız bir şeydir. Çünkü Hz. Ali’nin şahsiyeti hususunda konuşmanın gerekli ön koşulu şahsiyetini tanımadır. Bu ön koşul olmadığı takdirde ise onun şahsiyeti hakkında konuşmak da mümkün olmayacaktır.
Kainatın efendisi; yaratılışın özü ve özeti, bütün fazilet ve kemallerin sahibi Hz. Peygamber (Allah'ın selamı ona ve pak Ehli Beyt'ine olsun) Hz. Ali’ye hitaben şöyle buyurmuştur: “Ey Ali, seni Allah’tan ve benden başka hiç kimse hakkıyla tanıyamamıştır.”[2]
Peygamber’in bu sözü bir haber niteliğindedir ve var olan bir gerçeği bildirmektedir. Yani Ali (Allah'ın selamı ona olsun) hakkında yüzeysel bilgiler ve tanımlar var olmuştur ve de olacaktır. Ama Ali’nin (Allah'ın selamı ona olsun) varlık gerçeği hakkındaki bilgi Peygamber (s.a.a) dışındaki hiç kimse için mümkün olmamıştır.
Ali (a.s) hakkında gerçek bir bilginin mümkün olamayışının sebebi fazilet ve kemalleri kavramanın o kemalleri elde etmeye bağlı oluşudur. Örneğin: İlim insan için bir kemaldir. Dolayısıyla insan ilim sahibi olmadıkça ilmin gerçeğini anlayamaz. Diğer insani kemaller de ilime benzer bir konuma sahiptir. Ali (a.s)’ın şahsiyetinin üstünlüğü ilahi bir üstünlüktür ve bu üstünlüklerden mahrum insan asla o faziletleri algılayamaz. Nitekim Gazali şöyle demiştir: “…Faziletin gerçeği yüce Allah katında fazilet olan şeydir. Bundan ise Resulullah (s.a.a) dışında hiç kimse haberdar olamaz.”[3]
Ebu Hamit Gazali’den nakledilen bu sözün iki önemli ve üzerinde düşünülmesi gereken nüktesi vardır:
1- Gazali, sadece Yüce Allah katında fazilet olan şeyi fazilet kabul ediyor. Faziletin hakikatinden yoksun ama sadece adı fazilet olan şeyler fazilet değildir. Fazilet sadece Allah’ın fazilet bildiği şeylerdir.
2- Allah katında fazilet olan şeyler de, Peygamber (s.a.a) dışında hiç kimse tarafından bilinemez. Peygamber dışında hiç kimsenin bilememesinin sebebi de sıradan insanların o tür faziletleri kavrama aracına sahip olmamasıdır. Lakin Peygamber vahiy aracılığı ile bu faziletlerden haberdardır.
Faziletleri tanıma ve bilmek beşer için mümkün olmadığından dolayı o faziletlere sahip olan kimseleri de hakkınca tanımak ve bilmek mümkün değildir. Yani onların gerçek şahsiyetlerini tanıyabilmek imkansızdır ve beşeri gücün üstünde bir olaydır. Nitekim İmam Humeyni Birinci Nehc’ül-Belağa Konferansı’na gönderdiği mesajda şöyle demektedir:
“Biz Ali b. Ebi Talib’in şahsiyeti hususunda onun tanınmayan gerçeği hakkında konuşuyoruz veya kendi kısır bilgimizi dile getiriyoruz. Ali b. Ebi Talib dünyevi ve mülki bir insan mıdır ki dünyadakiler onun hakkında konuşabilsin? Hakeza sadece melekuti bir varlık mıdır ki melekut ehli onu değerlendirebilsin. İrfan Ehli onun hakkında sadece kendi irfan düzeyleri; filozof kimseler de sadece kendi ilimleri sınırı dışında ne ile onu tanıyarak bize tanıtabilirler? Bilginler, fazilet ehli, arifler ve filozoflar bütün değerli bilgileri ve faziletlerine rağmen, hakkın tam cilvesi olan Ali (a.s)’dan kavradıkları bilgi sadece kendi perde arkasında kalan varlıklarına yerleştirebildikleri ve sınırlı benliklerinin aynasına yansıttıkları şeydir. Hz. Ali ise bunlardan apayrı bir şeydir. O halde en iyisi bu vadiden geçip gidelim.”
İmam Humeyni’nin filozof ve ariflerin bilgisinin çok sınırlı Hz. Ali (a.s)’ın erişilemez bir şahsiyetini tanımada kusurlu olduğunu beyan eden bu sözleri de Hz. Ali (a.s)’ın gerçek şahsiyetini tanımanın sıradan insanların gücünün üstünde olduğunu göstermektedir. Peygamber (s.a.a)’in, “Ey Ali, ben ve Allah dışında seni hiç kimse hakkıyla tanıyamamıştır.” hadisi de bu manayı ifade etmektedir. Yani Ali’yi tanımak beşeri gücün ötesinde bir olaydır; yoksa insanların Ali’yi tanımak istemeyişi söz konusu değildir. Belki de Ali’nin bu sonsuz şahsiyetini tanımak mümkün olmadığı için bazıları kendi sığ düşüncelerini ortaya koyarak Ali’yi Resulullah’ın diğer ashabıyla mukayese etmiş ve bazıları da onlarla eşit demişlerdir. Hatta bazıları Peygamber’in bazı ashabını Ali (a.s)’dan üstün kabul etmişlerdir.[4]
Halbuki Ali (a.s) nur ve feyiz almaya kabiliyeti olan temiz insanların aldatılmasını önlemek için kendisinin Peygamber’in diğer ashabıyla eşit tutulmasına itiraz etmiştir. Nitekim şöyle buyurmuştur: “İkinci halife ölüm döşeğinde hilafeti bir grupta karar kıldı ve beni de şura ashabıyla aynı derecede düşündü. Allah’ım bu şura hakkında senden yardım dilerim. Ne kadar ilginç nasıl olur da benim birincisine olan üstünlüğüm hakkında şek ederler ve böylece beni şura ashabıyla denk kabul ederler!”
Hz. Ali bu sözünde sadece şura ashabıyla denk tutulmasına itiraz etmekle kalmamış, kendi üstünlüğü hususunda da şek edilmesini şaşkınlıkla karşılamıştır. Ardından sonsuz varlığını nitelendirirken şöyle buyurmuştur: “İlim ve fazilet benden akar, düşünce kuşları doruklarıma ulaşamaz.”
Ali’nin sonsuz makamı hususunda en güzel söz, sözlerin en seçkini ve yetkini olan Allah’ın Ali hakkındaki sözüdür, gerçi Ali canlı Kur’an’dır; ve bu yüzden Ali’yi tanımak Kur’an’ı anlamak ve Kur’anı anlamak da Ali’yi tanımaktır. Ali hakkında birçok ayet nazil olmuştur. Bu makalede de Mübahale ayeti olarak da bilinen Al-i İmran suresi 61. Ayetinin sadece Ali (a.s)’ın yüce makamıyla ilgili bölümünü ele almaya çalışacağız.
Mübahale ayeti[5]
Mübahale ayeti İslam alimlerinin naklettiği üzere Ehli Beyt (a.s) hakkında nazil olmuştur. Nitekim bir rivayette şöyle yer almıştır: “Bu ayet nazil olup, “De ki, gelin çocuklarımızı ve çocuklarınızı çağıralım…” diye buyurunca Resulullah, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i çağırıp şöyle buyurdu: “Allah’ım bunlar benim ehlimdir.”[6]
Tirmizi, Beyhaki, Suyuti, İbn-i Hacer Askalani, İbn-i Munzir, Hakim, İbn-i Bitrik ve diğer birçok büyük Ehli Sünnet muhaddisleri de mübahale ayetinin Ehli Beyt hakkında nazil olduğunu belirtmişlerdir.
Hakeza Şii ve Sünni muhaddislerinin naklettiği ve Hz. Ali’nin Ömer’in seçtiği altı kişilik şuradaki konuşması olan “Münaşede” hadisinde de Ali (a.s) uzun bir açıklamadan sonra kendisini Resulullah’ın nefsi olarak nitelemiştir. İbn-i Hacer Askalani Sevaik’ul-Muhrika kitabında münaşede hadisini büyük Ehli Sünnet muhaddisi Dar-u Kutni’den şu şekilde rivayet etmiştir: Ali (a.s) şura günü şura üyelerine delil getirerek şöyle buyurdu:
“Allah için söyleyin, aranızda yakınlık açısından Resulullah’a benden daha yakın olanınız var mıdır? Aranızda benden başka Resulullah’ın kendi nefsi saydığı, çocuklarını kendi çocuğu kabul ettiği ve kadınlarını da kendine isnat ettiği başka bir kimse var mıdır?” orada olanlar hep bir ağızdan, “Hayır vallahi” dediler.[7]
Şeyh Mufid’in Fusul’ul-Muhtare kitabında rivayet ettiğine göre Me’mun İmam Rıza (a.s)’a bir gün şöyle dedi: “Kur’an’ın da işaret ettiği Emir’el Müminin Ali’nin en büyük faziletlerinden birini bana söyle.
İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu: “Hz. Ali’nin en büyük fazileti Mübahale ayetinde zikredilen fazilettir. Bu ayette peygamber (s.a.a) Ali (a.s)’ı Hıristiyanlarla mübahale etmeye (lanetleşmeye) çağırmış ve Yüce Allah’ın hükmüyle Ali (a.s) Resulullah (s.a.a)’in nefsi olarak adlandırılmıştır. Allah’ın yaratıklarından hiç kimse Resulullah (s.a.a)’den daha üstün olmadığına göre Allah’ın hükmü gereği Resulullah (s.a.a)’in nefsi olarak adlandırılan Hz. Ali (a.s) da herkesten daha faziletli ve üstündür.”
Memun tartışmak için şöyle dedi: “Resulullah’ın nefsi olan kimse mübahaleye çağrılmış olamaz. Çünkü bu takdirde Peygamber kendisini davet etmiştir; başkasını değil. “Nefislerimiz”den maksat bizzat Peygamberdir; başkası değil.”
İmam Rıza (a.s) Memun’a cevap olarak şöyle buyurdu: “Ey Memun bu söylediğin şey doğru değildir. Çünkü davet etmek başkasını çağırma söz konusu olunca geçerlidir. Nitekim emreden insan da başkasına emrettiği takdirde emredicidir. Dolayısıyla davetçi insan kendisini davet etmiş olamaz. Nitekim insan kendisine de emredemez. O halde mübahalede Resulullah (s.a.a) Emir’el Müminin Ali (a.s)’dan başkasını davet etmediği için Hz. Ali (a.s) Resululah’ın nefsi olarak nitelendirilmiştir.”
Memun İmam Rıza (a.s)’ın cevabını dinledikten sonra şöyle dedi: “Bu cevabınıza karşı bir şey söylemek mümkün değildir.”[8]
Şii ve Sünni müfessirler mübahale ayetinde geçen “Nefisleriniz” kelimesini kesin bir şekilde Ali (a.s)’a intibak ettiğini açıklamaktadırlar.
Şeyh Tebersi Mecme’ul-Beyan’da, Şeyh Eb’ul-Futuh Razi, Revzat’ul-Cinan’da ve Allame Hilli Elfeyn kitabında müfessirlerin mübahale ayetinde geçen “Nefislerimiz” kelimesinden maksadın Ali (a.s)’ın olduğu hususunda icma ettiğini söylemişlerdir. Müfessirlerin bu konuda gösterdikleri delil de “Nefislerimiz” kelimesinde sadece iki ihtimalin oluşudur:
1-Ya “Nefislerimiz” kelimesinden maksat bizzat Resulullah (s.a.a)’dır.
2-Ya da maksat Resulullah’ın nefsi kabul edilen başka bir kimsedir.
Birinci ihtimal doğru değildir. Çünkü Resulullah (s.a.a) burada davetçidir ve insan kendi kendini davet etmez. Bu normal bir şey değildir. Çünkü davet iki tarafın söz konusu olduğu durumlarda geçerlidir. Tek taraflı davet olmaz. Birinin varlığı diğerinin de varlığını gösterir. Davetin iki tarafı ise davet eden ve davet edilen kimsedir. Dolayısıyla bir insan hem davet edici hem de davet edilen olamaz. O halde ikinci ihtimal doğrudur. “Nefislerimiz” kelimesinden maksat Peygamber (s.a.a)’den başkasıdır. Aksi takdirde davet olayı gerçekleşemez. Öte yandan bilindiği gibi mübahale olayında Ali (a.s) dışında başka bir kimse yoktu. Hiç kimse de Ali (a.s) eşi ve çocuklarından başka birilerinin mübahale olayına katıldığını iddia etmemiştir. Bu yüzden müfessirler “Nefislerimiz” kelimesinden maksadın Ali (a.s)’ın olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.[9]
Dolayısıyla “Nefisleriniz” kelimesinden maksadın Ali (a.s) olmadığını iddia eden Reşit Rıza ve benzerlerinin iddiaları da doğru değildir. Çünkü onların bu iddiasını hiçbir rivayet ve delil doğrulamamaktadır. Onların bu sözü delilsizdir ve nefsani heveslerden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla itina etmemek gerekir.
Mübahale Ayetinin Ali’nin Şahsiyetinin Sonsuzluğuna Delaleti
Nakli ve edebi deliller esasınca mübahale ayetinde geçen “nefislerimiz” kelimesinden maksadın Ali (a.s) olduğunu kabul ettikten sonra bu ayetin Ali (a.s)’ın şahsiyetini tanıttığını da söylemek gerekir. Çünkü mübahale ayetinde sadece kendine özgü bir nitelik ile nitelendirilmiştir. Hiç kimse bu nitelik hususunda kendisi ile ortak değildir. Bütün yaratılış aleminde Resulullah (s.a.a)’in nefsi olarak adlandırılan tek kimse Ali (a.s)’dır. Yüce Allah Resulüne Ali (a.s)’ı nefsi olarak çağırmasını emretmiştir. Dolayısıyla bu ayet de Ali (a.s)’ın sonsuz şahsiyetine ve hiç kimsenin tasavvur dahi edemeyeceği yüce makamına delalet etmektedir.
Şeyh Tusi mübahale ayetinin Hz. Ali (a.s)’ın yüce şahsiyetine delaleti hususunda şöyle diyor: “Allah-u Teala onu Peygamber’in nefsinin benzeri olarak adlandırdığı için hiç kimse fazilet ve üstünlük noktasında ona ulaşamaz.”
Gerçi Şeyh Tusi bu ayet hususunda Hz. Ali (a.s)’ın bütün insanlardan mutlak olarak üstünlüğünü açıklamasına rağmen kendi cümlesinde “benzer” kelimesini kullanmış ve Allah’ın Hz. Ali (a.s)’ı Peygamber (s.a.a)’in nefsi değil; nefsinin benzeri karar kıldığını ifade etmiştir.
Dolayısıyla Şeyh Tebersi onun bu cümlesini düzelterek şöyle diyor: “Mübahale ayeti Hz. Ali (a.s)’ın faziletinin sonsuzluğuna ve makamının yüceliğine delalet etmektedir. Hiç kimsenin ulaşamayacağı bir makama ulaştığının delilidir. Çünkü Allah onu Resulullah’ın nefsi karar kılmıştır. Bu da hiç kimsenin erişemeyeceği yüce bir makamı ifade etmektedir.”
Ayrıca söylemek gerekir ki Hz. Ali (a.s)’ın Resulullah (s.a.a)’e yakınlığı tartışılmaz bir husustur. Biz burada Hz. Ali (a.s)’ı Resulullah (s.a.a)’e yakınlığının ölçüsünü tartışıyoruz. Bu ayet ise Hz. Ali (a.s) ile Resulullah (s.a.a)’in insani kemaller ve şahsi üstünlükleri hususunda aralarında bir uzaklığın olmadığına delalet etmektedir. Aralarında hiçbir sınır ve ayrılık söz konusu değildir. Bu iki nurun eşitliği söz konusu edilmiştir. Burada ariflerin şeyhi sayılan Şeyh-i Ekber Muhyiddin bin Arabi’nin şu sözüne dikkat etmek gerekir:
“Allah-u Teala’nın iradesi alemleri yaratmak isteyince iradesinden bir hakikat vücuda geldi. Arifler bu hakikate “toz, filozoflar ise “heyula” (madde) demişlerdir. Bu hakikat salt kuvve ve kabiliyet idi. Alemde olan her şey o hakikatte kendi kuvvet ve kabiliyeti esasınca vücut bulmuştur. Tıpkı içinde bir ışık bulunan ev gibidir. Evin her köşesi o ışığa yakınlığı ölçüsünde aydınlanmıştır. O hakikatte vücut bulmada “Akıl” olarak adlandırılan Muhammed’in (Allah’ın selamı ona ve pak Ehli Beyt’ine olsun) hakikati dışında hiçbir şey Allah’a daha yakın değildir. O halde Muhammed bütün alemin efendisi ve vücut aleminde ilk zuhur eden hakikattir. Onun vücudu ilahi nurdan, “toz”dan ve tümel hakikatten kaynaklanmıştır. Bu tozla Muhammed’in zatı vücuda gelmiş ve alemin dış gerçeği ondan tecelli etmiştir. Peygamber (s.a.a)’e en yakın olan kimse ise Ali bin Ebi Talib (a.s)’dır. Ali (a.s) alem ve cihanın imamıdır ve bütün peygamberlerin esrarıdır.”[10]
Muhyiddin Arabi’nin bu sözü de tefsir ve açıklamaya muhtaçtır. İçinde düşünülmesi gereken birçok husus vardır. Burada bizim faydalandığımız husus Ali (a.s)’ın vücudunun Peygamber (s.a.a)’in vücudundan hemen sonra yer alışıdır. Herkesin varlıksal derecesi onun makamını gösterir. Peygamber (s.a.a) alemde zuhur eden ilk hakikattir. Dolayısıyla bütün alemin efendisidir. Ali (a.s)’da Peygamber (s.a.a)’den sonra yer almıştır o halde Peygamber dışında bütün insanların efendisidir. Belki de bu yüzden Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ben ve Ali bu ümmetin babalarıyız.” Buradaki ümmetten maksat insanlık kafilesi ve beşeriyet kervanıdır. Peygamber (s.a.a) ve Ali (a.s)’da bu kervanın babalarıdır. Nitekim İmam Humeyni de şöyle demiştir. Bütün nübüvvetler ve velayetler Resulullah’in mutlak velayeti ve zati nübüvvetinin gölgesi mesabesindedir. Bu yüzden O’ndan başkasına davet O’ndan başkası için dua ve O’ndan başkasına ihsan söz konusu değildir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Rabbin, yalnız Kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmeyi buyurmuştur.” İsra/23
Peygamber (s.a.a) de manevi babalardan biridir. Onunla ruhaniyette ittihat içinde bulunan Peygamber’in halifesi de ümmetin babalarından biridir. Nitekim Peygamber de “Ben ve Ali bu ümmetin babalarıyız.” diye buyurmuştur. Allah’ın ihsan edilmesi hükmünün bir manası da Peygamber (s.a.a)’e ihsan; anne babanın manalarından biri de Peygamber (s.a.a) ve Ali (a.s)’ın baba oluşudur.”[11]
Bir rivayette de İmam Hasan Askeri (a.s) şöyle buyurmuştur: “Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “En üstün ve teşekkür etmenize en layık anne babanız Muhammed (s.a.a) ve Ali (a.s)’dır.” Ali bin Ebi Talib (a.s) da Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu işittiğini söylemiştir: “Ben ve Ali bu ümmetin babalarıyız.”
[1]- Al-i İmran/61
[2]- Meclisi, Bihar’ul-Envar, /84
[3] Gazali, İhya 137
[4] Gazali, İhya 137; İbn-i Eb’il-Hadid, Şerh c.1, s.7.
[5]- Mübahale ayeti bu makalenin başında da zikrettiğimiz Al-i İmran suresinin 61. Ayetidir.
[6] Sahih-i Müslim, c.15,s.176
[7] Meclisi, Bihar’ul-Envar c.35, s.267
[8] -Fusul/38
[9] -Tusi, Tibyan, c.2, s.485; Şeyh Tebersi, Mecme’ul-Beyan, c.1, s.764; Razi, Revzat’ul-Cinan, c.2, s.382
[10] -İbn-i Arabi, Futuhat, c.2,s.226-227
[11] -İmam Humeyni, Ta’likat 48