SADULLAH AYDIN
Peygamberimiz küçükken Ebu Talib'in yanında yaşıyordu. Evleninceye kadar da Ebu Talib'in yanında kaldı. Çünkü Peygamberimizin Ebu Talip'ten başka kimsesi yoktu. Peygamberimiz daha yedi yaşına varmadan annesini, babasını ve dedesini kaybetmişti.
Ebu Talip çok iyi, merhametli ve anlayışlı bir insandı. Peygamberimizi çok severdi. Hatta çocuklarından bile daha çok severdi. Peygamberimiz de Ebu Talib'i çok severdi. Kısacası Ebu Talip, Peygamberimizin hem annesi, hem de babası gibiydi.
Ebu Talip nereye gitse, Peygamberimizi de yanında götürürdü. Peygamberimiz olmadan hiçbir yere gitmezdi.
Ancak bir defasında onu götürmek istemedi. Çünkü gideceği yer çok uzaktı. Ticaret kervanıyla beraber Şam’a gidecek ve kervanda bulunan mallarını orada satacaktı. Peygamberimiz o zamanlar küçüktü. Uzun yolculuklara dayanamazdı.
Ticaret kervanı hazırlandı. Ebu Talip devesine bindi. Ailesiyle vedalaştı. Tam devesini sürüyordu ki, birden Peygamberimiz devenin yularını tuttu.
Ebu Talip, okşayan bakışlarını Peygamberimizin yüzüne dikti:
— Bir arzun var mı yavrum? diye sordu.
Peygamberimizin gözleri dolu dolu oldu. Ağlamaklı bir sesle:
— Beni kime bırakıp da gidiyorsun amcacığım? dedi. Senden başka kimim var ki bu dünyada?
Peygamberimizin bu sözleri, Ebu Talib'i çok duygulandırdı. Peygamberimizin elinden tuttu. Onu arkasına bindirdi. Böylece Peygamberimiz de amcasıyla birlikte Şam’a giden ticaret kervanına katıldı ve kervan uzun yolculuğuna başladı.
Şam yolu üstünde büyük bir manastır vardı. Manastırda Bahira adlı bir muvahhit yaşardı. Bahira, çevrede takvası ve ilmiyle meşhurdu. Manastırdan çıkmaz, ibadetle meşgul olurdu. Manastırın önünden geçen ticaret kervanlarıyla hiç ilgilenmezdi.
Peygamberimizin içinde bulunduğu kervan gelip manastırın tam karşısında konakladı. Rahip Bahira, manastırın penceresinden ilgisiz bakışlarla kervanı seyretti. Ama birden bakışları canlandı. Hayretle kervana baktı. Gerçekten de kervanın bulunduğu yerde çok ilginç bir şey oluyordu.
Mevsim yazdı. Çöl sıcağı her tarafı kavuruyordu. Kervanın konakladığı yerde bir tek ağaç yoktu. Kervan sıcaktan kavruluyordu. Hava açıktı, bulut yoktu.
Ancak, nereden geldiği bilinmeyen bir bulut, kandil gibi kervanın üstünde duruyordu. Kervan nereye gitse, bulut da oraya gidiyordu. Kervanın bir kısmını sürekli gölgeliyordu.
Rahip Bahira hayrete düşmüştü. Bu berrak gökyüzünde o tek bulut nereden gelmişti? Bulutun sırrı neydi? Muhakkak kervanda çok değerli bir Allah dostu vardı. Ve o bulut, bu Allah dostunu gölgeliyordu.
Rahip Bahira, bulutun sırrını çözmeye karar verdi. Bu niyetle kervanı yemeğe davet etti.
Peygamberimiz kervandakilerin en küçüğü olduğu için, onu eşyaların yanında bıraktılar ve yemeğe gittiler.
Rahip Bahira, kervandakilere ikramda bulundu. Çaktırmadan hepsinin tek tek yüzüne baktı. Aradığı adamı bulamamıştı. Bulut yerinde duruyor mu diye kervanın konakladığı yere baktı. Gizemli bulut yerinde duruyordu.
Rahip Bahira, kervanın başkanına merakla sordu:
— Hepiniz geldiniz mi?
— Evet, saygı değer Bahira!
— Emin misin?
— Tabiî eminim. Kervandakilerin hepsi geldi. Küçük bir çocuğun dışında sayımız tam.
Rahip Bahira, heyecanla atıldı:
— Onu da çağırın lütfen.
Ebu Talip söze karıştı:
— Eşyalara bakıyor, hem gelmese de olur.
— Hayır, hayır! Lütfen o da gelip yemek yesin.
Ebu Talip, Peygamberimizi çağırttı. Peygamberimiz geldi. O gelir gelmez gökteki bulut kayboldu.
Rahip Bahira, Peygamberimizi görür görmez onu tanıdı. Peygamberimizin son resul olduğunu anladı. Çünkü son peygamberin yüz şeklinin tarifini Tevrat ve İncil'de okumuştu.
Rahip Bahira, Peygamberimize büyük bir saygı gösterdi. Onu baş köşeye oturttu. İkramda bulundu. Peygamberimizin alnındaki nur, onun tavırları, Rahip Bahira'yı iyice inandırdı.
Rahip Bahira, Peygamberimizle uzun bir sohbet yaptı. Sohbet esnasında Peygamberimize:
— Ey çocuk! dedi, Sen çok akıllı ve iyi birisin. Seni çok sevdim. Lütfen elbiseni yukarı kaldır da omuzlarının arasını öpeyim. Ben beğendiğim insanların omuzlarının arasını öperim.
Halbuki Rahip Bahira'nın amacı başkaydı. O Peygamberimizin omuzları arasında peygamberlik mührü olup olmadığına bakmak istiyordu.
Peygamberimiz omuzlarını açtı. İki kürek kemiğinin ortasında peygamberlik mührü göründü. Rahip Bahira heyecanla mührü öptü. Sonra Ebu Talib'i bir köşeye çekti. Yavaş bir sesle:
— Bu çocuğun nesisin? dedi.
Ebu Talip:
— Babasıyım. diye cevap verdi.
Rahip Bahira, şüpheyle Ebu Talib'in yüzüne baktı.
— Gerçekten babası sen misin? diye sordu. Benim bildiğim kadarıyla bu çocuğun yetim olması lâzım.
— Evet, doğru... Yetim ve öksüzdür. Yeğenim olduğu ve yanımda yaşadığı için babası olduğumu söyledim.
— Ayrıca adının Muhammed veya Ahmed olması gerekiyor.
Ebu Talip, şaşırarak:
— Adının Muhammed olduğunu nasıl bildiniz? dedi.
— Çünkü bu çocuk bir peygamberdir. Kutsal kitaplarda onunla ilgili bilgiler var. Büyüyünce "Hatem’ül-Enbiya" olacak. Yani "Son Peygamber."
— Öyle mi?
— Evet, öyle...
Ebu Talip dalgın dalgın mırıldandı:
— Ben onun sıradan bir insan olmadığını anlamıştım.
Rahip Bahira endişeli bir sesle:
— Onu Şam’a götürme! diye konuştu. Mallarını burada sat.
— Neden?
— Çünkü, Şam’da bilgin Hıristiyan ve Yahudi din adamları çoktur. Onu tanıyabilirler. Kıskançlığa kapılıp ona bir zarar verebilirler.
Rahip Bahira, duygusal ve hüzünlü bakışlarla peygamberimize baktı. Derin bir iç geçirerek:
— Ah, ah! diye mırıldandı. Ne kadar masum bir oturuşu var. Ama bu dünyada çok kötülük görecek. Çok acı çekecek. Kavmi ona inanmayacak. Onu yalancılıkla suçlayacak. Ona ve ashabına yapılmadık zulüm bırakmayacaklar. Ah, ah! Keşke o zamana kadar yaşasaydım da onu destekleseydim. Ancak yaşlı bir adamım. O zamana kadar kalmayacağımı biliyorum.
Ebu Talip, Rahip Bahira’nın sözlerine inandı. Şam’a gitmemeye karar verdi. Ticaret mallarını o bölgeye yakın bir panayırda sattı ve hemen Mekke’ye geri döndü.
O günden sonra Peygamberimize daha çok özen gösterdi. Onu âdeta gözü gibi korudu. Peygamberimiz kırk yaşına gelip de kendisine vahiy inince yine Peygamberimizi korudu. İslâm düşmanlarına karşı Peygamberimizin en büyük koruyucusu oldu. Hatta Peygamberimizi daha iyi savunabilmek için imanını bile gizledi. Kısacası, ölünceye kadar Peygamberimizi sevmekten ve desteklemekten asla vazgeçmedi. Rahip Bahira'nın; "Ah, keşke yaşasaydım da onu düşmanlarına karşı savunsaydım!" sözü hiçbir zaman aklından çıkmadı. Bu sözü söylerken onun o hüzünlü sesi, hep kulaklarında çınlayıp durdu.