HASAN FERHENGÎ
İnsanın bazen özel hâlleri olur.
Çocuklukta serçeyi sevmesi, gençlikte aşık olması, olgunlukta bağışlayıcı ve yaşlılıkta kırılgan olması gibi...
Bu duygular, kimi zaman insanın hayatında dönüm noktası olur. Aşık olmak bazen büyütür insanı, derya eder, dalgalandırır...
Üstadım! Senin hayat hikâyeni anlatmak istiyorum. Her ne kadar sen hiç söylemedin. Aslında aşkınla ilgili düşüncelerini ancak seni tanıdığım kadarıyla anlatacağım.
Yaşadığını, aşık oluşunu, aşkına yenik düştüğünü, sevgiline kavuşamadığını ve bu yenilginin seni arif edip Allah'a ulaştırdığını.
İstersen başlayayım...
Çok eski zamanlarda binlerce müridi olan bir şeyh varmış, sözü keskin, hitabesi etkin...
Bir gece rüyada, Rum diyarında bir puta secde eder hâlde görmüş kendisini.
Ürpererek uyanmış, bu rüyanın ne anlama geldiğini düşünüp durmuş. Sonunda bu rüyanın hayatında önemli bir değişim yaratacağına inanarak Rum diyarına yolculuk etmeye karar vermiş, birkaç müridini de yanına alarak yollara koyulmuş.
Kimi zaman etkili sohbetleriyle yolcuların yorgunluklarını gideriyor, ancak bu rüyanın etkisinden bir türlü kurtulamıyordu. Rumeli'ne ulaştıklarında, bir evin bahçesinde İsevî bir kadın görmüş; güzelliği mest edici, saçları kement atmış şeyhin boynuna; dona kalmış yerinde. Evet, bu benim secde ettiğim putumdur, demiş kendi kendine.
Bu puta bir değil, binlerce kalbim olsa veririm demiş. Müritleri inanamamış; ama şeyhin aşka tutulmuş ve kendinden geçmiş hâlini görünce, mürşidimizi kaybettik diyerek nasihate başlamışlar. Aşk, şeyhin gözünü kör, kulağını sağır etmiş, kimseyi dinlemez olmuş. Müritlerine, dönün siz evinize, barkınıza; ben buradayım, demiş.
Çaresiz ve üzgün müritler, kendi beldelerine dönmüşler. Şeyh ise ayakla değil, tüm kalbi ve benliğiyle İsevî kıza koşmuş...
İsevî kız, şeyhin ne denli derinden aşık olduğunu görünce, nazlanır, uzak durur. Şeyh, aşk ateşinde yanıp tutuşur; her şeyini unutur, Tersâ (Hıristiyan) kızdan başka hiçbir şeyi görmez. Tersâ, kavuşmak için şartlar koşar; şeyh hemen kabul eder. Zünnâr bağlar, sahrada domuz çobanlığı yapar, dinini terk eder. Müritler beldelerine dönüp şeyhin hâlini halka anlatırlar; kınamalar, tânler ve dedikodular başlar. Müritlerden biri çok üzülür; ağlar, sızlar ve uykuya dalar. Rüyasında aziz Peygamber'i (s.a.a) görür; ona der ki: "Git Rumeli'ne; şeyh kurtulmuştur."
Evet, şeyh kurtuluşa ermişti. Şeyh, bu Tersâ kızda görmüştü ilâhî tecelliyi, aşık olmuştu. Aşkın ateşiyle yanıp kavrulmuş, yok olduğunu görünce de, mecaz aşkı anlamış ve mutlak aşkın peşine düştü bu defa. İnancı, kuru aklî deliller kabuğunu kırmış, aşkın sarsılmaz zırhına bürünmüştü. Fâni kızın aşkını merdiven yapıp baki Yaratıcı'nın kalıcı aşkına yükselmiş, yücelmiş ve ebedî aşkla kucaklaşmıştı.
Mecazdan kopup hakikate ulaşınca, mecaz kendine gelmiş, hakikat peşine düşmüştü. Artık aşık şeyhimiz yücelerek uzaklaşıyor, mecaz Tersâ onun peşinden koşuyordu; yoluna geliyorum, dinine giriyorum, diyerek...
Üstat! Bu bir aşktır, aşk da böyle olur zaten; başka türlü olabilir mi?!
Her ne kadar şeyh olmadın ama bu yolu sen de kat ettin. Biliyorum; aşk, her babayiğidin harcı değil, anlamazlar bunu birçokları.
Şeyh, Tersâ ile yüceldi ilâhî aşka; Mevlâna, Şems ile aydınlattı mana âlemini; Züleyha, Yusuf'ta buldu hakikatin çerağını.
Tersa, şeyhin peşinde hakikate koşuyor, bu aşk ateşine tahammül edemiyor, canını can pazarında hakikate satıyor. Şeyhin onca çabalarıyla ulaştığı makama, Tersâ bir canla bir anda ulaşıyor! Aşkın mucizesidir bu üstat!
Senin hayatını dünyadaki tüm aşıklara ithaf ediyorum.
- Kabul mü?
- Kabul!
*****
Güzel ve tatlı Tebriz kentinin yakınlarında Hoşkenab köyü...
Azerbaycan'ın tüm köyleri gibi yemyeşil, etrafında dağlar, dereler, ırmaklar ve bağlar... Hayvanları da vardı bu köyün...
Köylüler, birbirleriyle çok samimîydiler. Şefkat ve iyilik abideleri! Hiç sıkıntıları ve dertleri yoktu; küçük arzuları ve büyük gönülleri vardı. Heyderbaba adında yüksek bir dağ, çocukların can sıkıntısını gideriyor, yemyeşil eteklerini çocukların sığınağı yapıyordu. Derelerinden akan bir nehirden, yağmur yağdığında coşkun akışıyla kulakları okşayan şırıltısı yükselirdi...
Köyün kızları, ırmağın kıyısına gelir, bulaşık ve çamaşır yıkarlardı. Çocuklar, Heyderbaba'nın sunduğu çiçekleri demet hâline getirip nehrin akışına emanet ediyorlardı, bir Heyderbaba dostu eline ulaşsın diye.
Köye seyyar satıcılar gelir, mallarını satarlardı. Türlü türlü meyveler gelirdi; hele kırmızı elmaları, çocuklar çok severdi. Onlar, elmaya cennet meyvesi derlerdi; bu elmalardan, cennetin, Adem ve Havva'nın kokusunu alırlardı.
Çocuklar günlük oyunlarını oynar, birbirlerini kovalayıp Heyderbaba'nın eteğine sığınırlardı.
Hayderbaba, metin, vakur ve mağrur duruşuyla çocukları bağrına çekerdi.
Çocuklardan biri bir gün, şöyle bir baktı Heyderbaba'ya; "Neden bu kadar heybetli ve mağrursun?" dedi içinden ve yine kendisi cevapladı:
"Sen de benim kadar yücelirsen, ünün dünyayı sararsa, gururlanmaz mısın?!"
Çocuklar, hayat felsefelerini bu dağın görkemli duruşundan, mağrur bakışından, metin ve vakur yücelişinden öğreniyorlardı. Bu köye gelen yabancılar, boş dönmezlerdi; güler yüzle karşılanır, mutlu ayrılırlardı.
Taşlı Bulak, berrak suyuyla herkesin yüreğini serinlettiği gibi, bu köylüler de insanların kalplerine sevgi tohumları ekiyorlardı.
Çocuklar, ata binme heveslerini bir çubuğa binerek gideriyor, yarışlar düzenliyorlardı, kendi aralarında. Ve aynı çocuk, her zaman birinci olurdu içlerinden.
Bu köyde her gün, yeni bir doğuştu; hayata küskünlük, yaşamaktan bıkkınlık yoktu burada.
Çarşamba günleri, annelerin çocuklarına verdikleri ceviz ve kuru üzümün tadını hiçbir şey vermiyordu. Çarşamba günleri, çocukların daha fazla mutlu oldukları gündü.
Yılın son çarşamba günü ise özel bir mana taşıyordu. Kızlar köyün meydanında su ve ateşin üzerinden atlayarak; "Atıl matıl Çarşamba! Bahtım açıl Çarşamba!" diye seslenirlerdi; gençler yumurtaları boyar, tokuştururlardı ve yine aynı çocuğun yumurtası, tüm yumurtaları kırardı.
Çocuklar bazen Aşık Rüstem'in yanına gelir, ondan saz çalmasını isterlerdi. O da çocukları kırmaz, bildiği şiirler eşliğinde, yaralı kalbinde damla damla akan kan gözyaşlarıyla sazın teline vururdu. Aşık Rüstem, şiirlerinin birinde bir şairin geleceğinden bahsediyordu. "Zaman gelecek ki o şairin şiirleri tüm sazların tellerinde dalgalanacak." diyordu.
Böylece çocuklarda bir şiir sevgisi oluşmuştu. Hele biri vardı ki her akşam evde ünlü bir şairin şiirini ezberler ve ertesi gün, Aşık Rüstem'in onu saz eşliğinde söylemesini isterdi. Gündüzleri Heyderbaba'nın eteğinde bu şiirleri avaz avaz okurdu.
Daha sonralar kendi şiirlerini Aşık Rüstem'e okutmaya başladı:
Hayder baba, yolum senden kec oldu
Ömrüm geçti gelemmedim gec oldu
Heç bilmedim güzellerin nec oldu
Bilmez idim döngeler var, dönüm var
İtginlik var, ayrılık var ölüm var
O köyde her şey cennete benziyordu. Göz kamaştırıcı manzaralarıyla sanat aşkına ilham veriyordu; ismi yok, renk cümbüşü vardı. Bu renk cümbüşü ve armonisi, sadece çocukların minicik kalplerinde yorumlanabiliyordu.
Unutmamak lâzım ki tüm bu manzaraları sunan Heyderbaba cömertliğiydi.
Yeni şairimiz bu renklerden harikalar yaratıyor, şiir sanatına estetik katıyordu.
Bu küçük ve güzel köyümüzde Muhammed Hüseyin isminde bir çocuk vardı. Sa'dî-i Şirazî’nin Gülastanı’nı çok güzel okuyor, Hafız'ın Divan'ından şiirler ezberliyordu.
Yaşı çok küçük olmasına rağmen güzel sesiyle harika Kur’ân okuyabiliyordu. Çok sevdiği büyükannesini (Hannine) kaybedince onu teselli etmek için “Ninen, İmam Rıza ziyaretine gitmiş, sen ona kavuşabilmek için Kur’ân öğrenmelisin." demişlerdi. O da bir an önce Hannine'sine kavuşmak umuduyla Kur’ân okumayı öğrenmişti.
Hannine'sini o kadar seviyordu ki şair olduktan sonra onu şiirlerine taşıyarak şiire yücelik kattığına inanıyordu. Hatta yaşlılık yıllarında kimi zaman Hannine'yi anıp gözyaşları döküyordu. Hoşkenab köyünün ve Heyderbaba'nın göz kamaştırıcı ve ilham verici manzaraları ve içtenliği bu küçük çocuğu besleyip ünlü bir şair yapıyordu.
Siyasî mücadelelerinden dolayı Tebriz'i terk edip doğduğu köye dönme zorunda kalan Muhammed Hüseyn'in babası bu küçük çocuğun bu köyden ilham alarak şair olup mücadele felsefesini şiir dilinde tüm insanlara duyuracağını nereden bilebilirdi ki? Muhammed Hüseyin artık bir delikanlı olmuş, Heyderbaba gibi yücelmiş, bir şair olmuştu; dünyaya kafa tutmaya ve gönülleri fethetmeye hazırdı artık.
Tahran'a giden bir kafile reisine babası yüklü miktarda para verip Muhammed Hüseyn'i tehlikelerden koruyarak Tahran'a götürmesini ister.
Muhammed Hüseyin, bu yolculukta önemli bir tehlikeden kurtulduğunu anlatır. Bunun, Allah’ın lütfü ve babasının kafile reisine verdiği para sayesinde olduğunu söylerdi.
Muhammed Hüseyin, 19 yaşına bastığında Tahran Ünversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi olmuştu.
O yıllar Tahran Ünversitesi, Kaçar Şahlığı karşıtı faaliyetlerin merkezi hâline gelmişti.
Bir gün öğrenciler tarafından Kapalı Çarşı önünde büyük bir miting tertiplenmişti.
Pazar esnafı Kaçar Şahlığı'nın devamını, öğrenciler ise yıkılmasını istiyordu.
Meydan, polis ve askerî güçler tarafından sarılmıştı. Esnaf öğrencileri çembere almıştı. Karşılıklı sloganlar ve kavgalar başlayınca esnaf geri çekilmiş ve öğrenciler kurşun yağmuruna tutulmuştu.
Onlarca öğrenci bu olayda ölmüş, onlarcası da yaralanmıştı; ve bizim Muhammed Hüseyin, yaşlı bir adam tarafından omuza alınıp tehlike bölgesinden uzaklaştırılmıştı. Muhammed Hüseyin, kendisine geldiğinde yaşlı adam ona dönerek; “Sen bu işlere karışma evlâdım!” deyip hemen yanından ayrılmıştı.
Muhammed Hüseyin, şaşkın bir vaziyette neler olup bittiğini anlayabilmek için meydana döndüğünde hâlâ cesetler toplanıyordu.
Kader bir kez daha şairimizi ölümden kurtarıyor, yaşamasını sağlıyordu...
Bazen düşünüyorum da neden herkes şair olamıyor? Daha sonra iyice derinleşiyorum bu konuda; şair olanların hayatına bakıyorum...
Onların yaşamlarının, düşüncelerinin, tüm hayatlarının, hatta rüyalarının bile farklı olduğunu görüyorum. Şu sonuca varıyorum: Bu insanlar, ilhamın ürünleridirler; mana âleminden ruhlarına inen nurun yansımalarıdırlar. Onlar, sanatın peygamberleridirler, diyorum kendi kendime...
ŞEHRİYAR'dan
Yıkılıp dinin evi, rihlet edip[i] Hetm-i Resul[ii]
Çırpılıp din kapısı Hezret-i Zehra başına
Sıktolup Muhsin'i, Zehra özü de oldu şehid
Kül elendi o zamandan beri dünya başına
Kerbelâ faciası bezrin[iii] ekip başlandı
Ta kıyamet ne kopa Zeyneb-i Kubra başına
Müddeî[iv] olmadı ferman-i Gedir'e[v] teslim
Gör ne tufan getirip ümmet-i Tâhâ[vi] başına
Meşveret emr-i ilâhîde olur mu? Heyhat![vii]
Çektiler cebrile Mevlâ'nı[viii] da şûra başına[ix]
Hezret-i Fatime'nin kabri de mehcur oldu[x]
Çadur-i ismetini[xi] saldı Süreyya başına
Ümmet olmazsa imamet de olur hane-nîşîn[xii]
Dolanar Ke'be[xiii] de gittikçe kilisa[xiv] başına
Bu olan işdi ki akşam çağı Allah çobanı[xv]
Çölde Allah davarın[xvi] boşlaya bîca başına?![xvii]
Meşveret hükm-i ilâhîde olur mu? Heyhat!
Çektiler Mevlâ'nı[xviii] da cebrile şûra başına
Ümmetin ekseri mısdag-ı “leged hagge'l-govl”[xix]
O havarî yığışammazdı Mesiha başına[xx]
Müslimin dört neferi mümin olup Selman tek[xxi]
Yusuf'un aşkı düşer dibde[xxii] Züleyha başına[xxiii]
Gölgesi tac-i saadet, bu şehadet şevki
Özü bir kuş ki konup Sidre[xxiv] ve Tûbâ[xxv] başına
Şehriyar! Geldi Hüseyn'in sesi, Aşura'sı
Ta düşe aşk-ı şehadet dil-i şeyda[xxvi] başına.
[i]- Rihlet edip: Vefat etmiş.
[ii]- Hetm-i Resul: Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed.
[iii]- Bezrin: Tohumunu.
[iv]- Müddeî: Hilâfet iddiasında bulunan.
[v]- Ferman-i Gedir: Resulullah'ın (s.a.a) Gadîr-i Hum'da Hz. Ali'yi kendi halifesi ve Müslümanların imamı olarak atama emri.
[vi]- Tâhâ: Resulullah'ın isimlerinden.
[vii]- Hilâfet ve imametin ilâhî bir makam olduğu ve bu işin şûra ve meşveret ile belirlenemeyeceği belirtiliyor.
[viii]- Mevlâ'nı: Hz. Ali'yi. "Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır." hadisine işaretle Hz. Ali kastediliyor.
[ix]- Ömer'in, kendinden sonraki halifenin belirlenmesi için kurduğu şûraya Hz. Ali'nin de zorla iştirakinin sağlanması olayına işaret ediliyor.
[x]- Mehcur oldu: Tanınmaz, bilinmez oldu.
[xi]- Çadur-i ismet: Masumluk, günahsızlık çarşafı.
[xii]- Hane-nîşîn: Evinde oturma zorunda kalan, evine kapanmış olan.
[xiii]- Ke'be: Kâbe.
[xiv]- Kilisa: Kilise.
[xv]- Allah çobanı: Hz. Peygamber kastediliyor.
[xvi]- Allah davarı: Allah'ın kulları.
[xvii]- Boşlaya bîca başına: Başıboş bıraka.
[xviii]- Mevlâ'nı: Hz. Ali'yi.
[xix]- Ümmetin çoğu, yanlış yola giderek kendilerini Allah'ın rahmetinden mahrum bıraktılar.
[xx]- Havarîler Hz. İsa'nın etrafına toplandığı gibi, İslâm ümmeti Hz. Ali'nin etrafında toplanamadı.
[xxi]- Müslümanlardan Selman gibi güçlü imana sahip olan sadece dört kişi vardı.
[xxii]- Dibde: Sonunda.
[xxiii]- İslâm ümmeti sonunda yanlış yolda olduğunu anlayıp Hz. Ali'nin kapısına geri dönecektir.
[xxiv]- Sidre: Cennette yüce bir makam.
[xxv]- Tûbâ: Cennetteki kocaman ağaç.