Ayetullah İbrahim Emini
"Kalp" kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'de ve rivayetlerde sıkça kullanılarak İslamî literatürde çok özel bir yer kazanmıştır. Ancak kalpten maksat, vücudun sol tarafında yer alan ve devamlı atışıyla kanı vücudun her tarafına pompalayan hayvanî hayatın devamını sağlayan bir et parçası değildir elbette. Kur'ân-ı Kerim'deki açıklamalarda bunu ortaya koymaktadır.
Kur’an-ı Kerim’den birkaç örnek:
1- Akıl erdirme ve zihnen kavrama: "Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri olsun."[1]
2- Akıl erdirememe ve kavrayamama: "Kalpleri vardır, onunla kavrayıp anlayamazlar; gözleri vardır, onunla göremezler."[2] Ayrıca: "Onların kalpleri mühürlenmiştir. Bundan dolayı kavrayıp anlayamazlar."[3]
3- İman: "Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir."[4]
4- Kâfirlik ve imansızlık: "Ahirete inanmayanların kalpleri ise inkârcıdır ve onlar müstekbir (büyüklenmekte) olanlardır."[5] Başka bir ayette: "Onlar (kâfirler), Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Gafil olanlar da onların ta kendileridir.”[6]
5- Nifak: "Münafıklar kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir surenin aleyhlerine inmesinden çekiniyorlar."[7]
6- Hidayete kavuşmak: "Kim Allah'a iman ederse, onun kalbini hidayete yöneltir. Allah her şeyi bilir."[8] Başka bir ayette: "Hiç şüphesiz bunda (geçmişleri helak etmekte) kalbi olan veya bir şahid olarak kulak veren kimse için elbette bir öğüt (zikir) vardır."[9]
7- Gaflet: "Kalbini bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz ve istek ve duygularına (hevesine) uymuş olana itaat etme."[10]
8- Emniyet ve Huzur: "Haberiniz olsun; kalpler yalnız Allah'ın zikriyle yatışır ve huzura kavuşur."[11] Bir başka ayette: "Mü'minlerin kalplerine; imanlarına iman katıp arttırsınlar diye, güven duygusu ve huzur indiren O'dur."[12]
9- Isdırap ve kuşku: "Senden, yalnızca Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan, kalpleri kuşkuya kapılıp da kuşkularında kararsızlığa düşenler izin ister."[13]
10- Şefkat ve merhamet: "Ve onu izleyenlerin kalplerinde bir şefkat ve merhamet kıldık..."[14] "O, seni yardımıyla ve mü’minlerle destekledi ve onların kalplerini uzlaştırdı."[15]
11- Kabalık ve katı kalplilik: "Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar çevrenden dağılır giderlerdi."[16]
Kısaca şunu söyleyebiliriz: Kur'ân'da kalbin çok seçkin bir yeri olup nefsanî işlerin birçoğu ona nisbet edilmiştir. Örneğin: İman, küfür, nifak, akıletme, kavrama, kavrayamama, takva, hakkı kabul etme, hakkı kabul etmeme, hidayet, dalalet, hata, kasıtlı olma, taharet ve temizlik, pislik ve kirlilik, yumuşaklık, kabalık, ülfet, zikir, gaflet, korku, öfke, tereddüt, kuşku, şüphe, merhamet, katı kalplilik, hasret, huzur, kibir, kıskançlık, isyan ve sarsılma gibi. Biyolojide sözkonusu edilen "kalp", elbetteki bu eserlerin kaynağı olamaz. Bu eserler, nefsin ve ruhun eserleridir.
Buna dayanarak şöyle söylenmelidir: “Kalp insanın insanlığın bağlı olduğu melekûtî yani metafizik bir cevherdir.
Kalbin makamı Kur'ân'da öyle yücedir ki, "vahy", yani insanın Allah ile bağlantı ve irtibatı söz konusu olduğu zaman kalp zikrolunur. Allah-u Teâla Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Resul-i Ekrem'e (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: "Onu Ruh-ul Emin senin kalbine indirdiki, uyarıcı, korkutuculardan olasın."[17]
Başka bir yerde de şöyle buyuruyor: "De ki, kim Cibril'e düşman ise, (bilsin ki,) gerçekten Kitab’ı Allah'ın izniyle senin kalbine indiren O'dur."[18]
Kalbin makamı öyle yücedir ki, insan o makamda vahy meleğini görebiliyor ve onun sözlerini işitebiliyor.
Allah-u Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Böylece, O'nun kuluna vahyettiğini vahyetti. O'nun gördüğünü gönül yalanlamadı."[19]
KALBİN SAĞLIK VE HASTALIĞI
Bizim hayatımız kalp ve ruha bağlıdır; vücudu idare eden odur; bütün uzuvlar ve organlar onun emri altındadır, bütün fiillerimiz ve hareketlerimiz ondan kaynaklanmaktadır. Öyleyse insanın saadet ve bedbahtlığı kendi kalbine bağlıdır.
Kur'ân-ı Kerim'den ve hadislerden insan vücudu nasıl bazen sağlıklı ve bazen de hasta ise, kalbin de bazen sağlıklı, bazen de hasta olduğu anlaşılmaktadır. Allah-u Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Malın da çocukların da bir yarar sağlayamadığı günde, ancak Allah'a selim bir kalple gelenler başka."[20]
Ve yine şöyle buyurmaktadır: "Hiç şüphesiz bunda, kalbi olan kimse için elbette bir öğüt (zikir) vardır."[21]
Başka bir yerde de buyuruyor ki: " Cennet çekinenlere yaklaştırılmış, onlardan uzakta değildir. İşte denecek size, mâbûduna tövbe eden, emri, iyiden-iyiye koruyan herkese vaad edilen bu; görmediği halde Rahman’dan korkan ve O’na yönelmiş bir yürekle gelen kişiye vaad edilen bu".[22]
Gördüğünüz gibi bu ayetlerde sağlık kalbe nisbet edilmiş ve insanın uhrevi saadetinin, selim ve Allah'tan korkan bir kalple O'na dönmesine bağlı olduğu vurgulanmıştır. Diğer taraftan Kur'an-ı Kerim bazı kalpleri hasta olarak tanıtır; örneğin:
"Kalplerinde hastalık vardır; Allah da hastalıklarını artırmıştır.”[23]
Ve yine şöyle buyuruyor: "Kalplerinde hastalık olanlar ise iğrençiklerine iğrençlik (murdarlık) ekleyip, arttırmışlardır.”[24]
Diğer bir yerde ise buyuruyor ki: "Hani münafık olanlar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: Allah ve Resulü bize aldanıştan başka bir şey vaad etmedi, diyorlardı."[25]
Ve yine şöyle buyuruyor: "İşte kalplerinde hastalık olanların, zamanın felaketleriyle aleyhimize dönüp bize çarpmasından korkuyoruz, diyerek aralarında çabalar yürüttüklerini görürsün."[26]
Bu ayetlerde küfür, nifak ve kâfirlerle dost ve arkadaş olmak kalbin hastalığı olarak tanıtılmıştır. Bu gibi ayetlerden ve yine Resulullah'tan (s.a.a) ve Masum İmamlar’dan (a.s) nakledilen yüzlerce hadisten, insanın kalp ve ruhunun da, vücut gibi, sağlık ve hastalığı olmasının mecazi bir anlamı vardır, demenin gereksiz olduğu anlaşılmaktadır. Kalplerin ve nefislerin yaratıcısı olan Allah Teala, insanı ve kalbini tanıyan kutlu Peygamberimiz (s.a.a) ve Masum İmamlarımız (a.s) bazı kalplerin hasta olduğunu haber vermekteler. O halde kalbin hasta ve sağlıklı oluşu niçin bir hakikat olmasın?! Gerçek anlamda insan tanıyanlar, nifak, hakkı kabul etmemek, kibir, kin beslemek, öfke, ayıp aramak, başkalarını çekiştirmek, ihanet, bencillik, korku, başkalarının kötülüğünü istemek, iftira, ağzı bozukluk, gıybet, kabalık, zulmetmek, ara bozuculuk, suç işlemek, cimrilik, hırs, kusur arama, yalan konuşma, makamperestlik, gösteriş, iki yüzlülük, hile, suizan, katı kalplilik, nefis zaafı ve diğer çirkin sıfatları, kalp ve ruhun hastalıkları olarak zikretmişlerdir. Böyle bir kalbe sahip olarak ölenler Allah Teala'nın yanına sağlıklı bir kalple gitmediklerinden şu ayet onları kapsamaz:. "Malın da, çocukların da bir yarar sağlayamadığı günde, ancak Allah'a selîm bir kalp ile gelenler başka."[27]
Kalp ve nefsin hastalıkları küçük ve ehemmiyetsiz sayılamaz; çünkü bu hastalıklar vücut ve cismin hastalıklarından kat kat daha tehlikeli olup tedavisi daha da zordur. Cismi hastalıklarda vücudun dengesi bozulur, ağrı, rahatsızlık ve ihtimalen organ noksanlığı doğar. Ancak her durumda bu hastalıklar sınırlı olup sadece ölünceye dek devam edebilir. Ama kalp ve nefis hastalıkları uhrevi bedbahtlık, işkence ve azaplara sebep olur, bu azap ve acılar kalbin derinliklerine inerek ruhu yakar, kül eder. Bu dünyada Allah'tan gafil olan, ilahi ayet ve nişaneleri göremeyen, bir ömür dalalet, küfür ve günah içinde çırpınıp duran bir kalp gerçekte kör ve karanlıktır. Kıyamette de bu kör ve ışıksız haliyle mahşere çıkarılır; sonunda da acı ve zor bir hayat dışında bir şey göremez. Allah-u Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor: " Der ki: Yâ Rabbi! Beni neden kör haşrettin, halbuki ben görüyordum.” Allah da der ki: “Sana delillerim geldi de unutuverdin onları, işte sen de tıpkı öyle bir unutulmadasın bugün."[28]
Ve yine şöyle buyuruyor: "Onunla akledecekleri bir akıl, işitecekleri bir kulak elde etmek için hiç mi yeryüzünde gezip dolaşmazlar? Gerçekten de gözler kör olmaz, ama gönüllerdeki can gözleri körleşir."[29]
Başka bir yerde de buyuruyor ki: "Geceyle gündüzü, iki delil olarak yarattık. Bir delil olan geceyi giderdik de Rabbinizin lütfunu aramanız, yılların sayısını bilmeniz, hesâbını anlamanız için yerine başka bir delil olan ve her şeyi gösterip belirten gündüzü getirdik ve biz, her şeyi apaçık anlatmadayız."[30]
Ve yine şöyle buyuruyor: "Allah, kimi doğru yola sevkederse, odur doğru yolu bulan ve kimi de saptırırsa, o çeşit adamlara ondan başka hiçbir yardımcı bulamazsın ve biz onları, kıyamet günü, yüzü koyun kapanmış olarak kör ve dilsiz haşrederiz, yurtları da cehennemdir; orasının ateşi ve harareti sakin oldukça alevini fazlalaştırır, yakar-yandırırız."[31]
Bazıları bu ayete şaşırarak şöyle diyebilirler: "Ne demek yani kıyamette insanın batını gözü nasıl kör olacak? Bizim bu zahiri göz ve kulaktan başka da bir göz ve kulağımız var mı ki?!” Bu sorunun cevabı "Evet"tir. İnsanların yaratıcısı ve "insanı tanıyan" ilahi kimseler (peygamberler ve imamlar) insanın kalbinin ve ruhunun da göz, kulak ve dili olduğunu bildirmişlerdir. Ancak onun gözü, kulağı ve dili kendi türündendir. İnsanın nefsi, sırlarla dolu bir varlık olup kendi zatının batınında (içinde) özel bir hayatı vardır. Nefsin, kendisinin özel bir âlemi vardır. O âlemde hem nur vardır, hem de zulmet; hem sefa ve aydınlık vardır, hem de kırgınlık ve bulanıklık; hem görme ve işitme vardır, hem körlük ve sağırlık. Ancak, o âlemin nur ve zulmeti dünya alemindeki nur ve zulmet türünden değildir. Allah'a, kıyamet gününe, nübüvvete ve Kur'ân’a iman, nefs âleminin nurudur. Allah-u Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:
"Ona (Hz. Muhammed'e) inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler, işte kurtuluşa erenler onlardır."[32]
Ve yine şöyle buyurmaktadır: "Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap da geldi."[33]
Başka bir yerde de şöyle buyuruyor: "Allah kimin göğsünü İslam'a yarıp-açmışsa, artık o, Rabbinden olan bir nur üzerindedir, (öyle) değil mi? Fakat Allah'ın zikrinden (yana) kalpleri katılaşanların vay hallerine. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler."[34]
Allah-u Teala bize İslam'ın, Kur'an'ın, imanın, İslam ahkâmı ve kanunlarının bütününün nur olduğunu ve bunları izlemenin kalbi nurlandıracağını bildirmektedir. Gerçekten de insan bunlarla bu dünyada kalbi nurlandırırsa, ahiret yurdunda bunun sonucunu (mükâfatını) görür. Yine Allah-u Teala bize, küfürün, nifağın, günahın, hakka isyan etmenin zulmet ve karanlık olduğunu, bunların kalbi siyahlaştırıp bulandırdığını ve insanın, bunların sonucu ve cezasını Ahiret yurdunda göreceğini bildirmiştir. Peygamberler de, halkı küfürün zulmetlerinden çıkarıp iman ve nur ortamına sokmak için gönderilmişlerdir. Nitekim Allah Teâla[HH1] [HH1] buyuruyor ki:
"Bu, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura çıkarmak için sana indirdiğimiz bir kitaptır."[35]
Mü’minler bu dünyada iman, nefsi temizleme ve tezkiye etme, ahlakî değerler, Allah'ın zikri ve iyi amellerin nuruyla kalp ve nefislerini nurlandırırlar. Batınî göz ve kulaklarıyla hakikatleri görür, işitir ve kemal derecelerinde Allah'a yakınlığa doğru hareket ederler. Böyle nefisler, bu dünyadan göçtükleri zaman nur, mutluluk, neşe ve güzellik alıverirler ve ahiret âleminde de bu dünyada hazırladıkları nurdan faydalanırlar. Allah-u Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır:
"O gün, mü’min erkekler ile mü'min kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında koşarken görürsün. Bugün sizin müjdeniz, içinde ebedi kalıcılar olarak altından ırmaklar akan cennetlerdir. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur."[36]
Evet, ahiret yurdunun nuru, bu âlemde hazırlanmalıdır; bu yüzden kâfirler ve münafıklar ahiret âleminde nursuz olurlar. Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:
" O gün, münafık erkekler ile münafık kadınlar, mü’minlere derler ki: (Ne olur) Bir göz atın, sizin nurunuzdan birazcık alıp-yararlanalım. Onlara arkanıza (dünyaya) dönün de bir nur arayıp bulmaya çalışın, denilir."[37]
HADİSLERDE KALP
Din önderleri ve gerçek "insan tanıyan"lar (peygamberler ve imamlar) insanların kalpleri hakkında çok güzel konulara değinmişlerdir. Burada onlardan bir kısmını belirtmeyi yararlı görüyoruz.
Bazı hadislerde kalpler üç kısma ayrılmıştır. Örneğin İmam Muhammed Bâkır (a.s) şöyle buyuruyor:
"Kalp üç kısma ayrılır. Birinci kısım hayırlı hiçbir şeyi idrak etmeyen ters kalptir; bu kalp kâfir kimsenin kalbidir. İkinci kısım kendisinde siyah bir nokta olan kalptir; böyle bir kalpte hayır ve şer sürekli savaş ve çekişme halindedir. Onlardan hangisi daha güçlü olursa kalbe o galip gelir. Üçüncü kısım açık kalptir; bu kalpte hiçbir zaman sönmeyecek bir ışık ve nur vardır. Bu ise mü'min kimsenin kalbidir.”[38]
İmam Sadık (a.s) babalarından şöyle nakletmişlerdir: "Kalp için hiçbir şey günahtan daha kötü değildir. Kalp günahla karşılaşır ve onunla savaşır, nihayet günah kalbe üstün gelir ve onu terse çevirir.”[39]
İmam Seccad (Zeyn-ul Abidin) (a.s) bir hadiste şöyle buyuruyor: "İnsanın dört gözü vardır. İki (zahirî) gözüyle din ve dünyasıyla ilgili şeyleri görür ve iki (batınî) gözüyle de ahiretle ilgili şeyleri görür. Allah-u Teala kulunun hayrını istediği zaman gayb âlemini ve ahiretle ilgili olan şeyleri görmesi için kalbinin iki gözünü açar ve eğer kulunun hayrını istemezse onun kalbini kendi haline bırakır."[40]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyorlar: "Kalbin iki kulağı vardır; iman ruhu, yavaşça onu iyi işlere davet eder; şeytan ise yavaşça kötü işlere çağırır. Onlardan hangisi diğerine galip gelirse kalbi kendi işgaline geçirir."[41]
İmam Sadık (a.s) Resul-i Ekrem'den (s.a.a) şöyle naklediyor: "Körlüklerin en kötüsü kalbin kör olmasıdır."[42]
İmam Bâkır (a.s) şöyle buyurmuşlardır: "İnsanın kalbinde beyaz ve açık bir nokta vardır. Eğer günah işlerse onda siyah bir nokta oluşur; daha sonra tövbe ederse, siyah nokta giderilir; ancak hala günah işlemeye devam edecek olursa siyah noktalar tedricen fazlalaşır ve nihayet beyaz noktaların tamamını örter. Bu durumda böyle bir kalbin sahibi asla iyiliğe dönmez ve Allah-u Teala'nın Kur'ân-ı Kerim'de buyurduğu şu ayetin kapsamına girer: "Hayır onların kazanmakta oldukları, kalpleri üzerinde pas tutmuştur."[43]
Hz. Ali'den (a.s) şöyle naklediliyor: "Her kimin takvası az olur da haramdan iyice kaçınmazsa kalbi ölüverir; kalbi ölen kimse ise cehenneme girer."[44]
Hz. Ali (a.s) oğluna şöyle vasiyet etmiştir: "Oğulcağızım! Fakirlik belalardan biridir. Ondan daha kötüsü vücudun hasta olmasıdır; kalbin hasta olması ise vücudun hasta olmasından daha kötüdür. Rızkın ve malın bolluğu Allah'ın nimetlerinden biridir. Ondan daha üstünü vücudun sağlıklı oluşudur ve ondan da üstünü kalbin takvalı olmasıdır.”[45]
Hz. Resul-i Ekrem'den (s.a.a) şöyle naklediliyor: "Hz. Davud (a.s) Allah-u Teala'ya: “Allah'ım, bütün padişahların hazinesi vardır, öyleyse senin hazinen nerededir?” diye arzedince, Allah-u Teala Hz. Davud'a cevaben şöyle buyurdu: Benim Arş’tan daha büyük, Kürsü’den daha geniş, Cennet’ten daha güzel kokulu ve meleklerden daha güzel bir hazinem vardır. O hazinenin arzı (yeri) marifettir, seması imandır, güneşi şevktir, ayı muhabbettir, yıldızları ilhamlar ve Allah'ın teveccühleridir; bulutları akıl, yağmuru rahmet, meyve ve tomurcukları itaat, meyvesi ise hikmettir. Benim hazinemin dört kapısı vardır: Birincisi ilim, ikincisi akıl, üçüncüsü sabır, dördüncüsü razılıktır. Bilin ki, benim hazinem (mü’min kullarımın) kalbidir."[46]
İlâhi "kalp tanıyıcılar" (peygamberler ve imamlar) bu hadislerde kalp hakkında çok güzel noktalara değinmişlerdir Biz burada onların bazılarını aktarmakla yetineceğiz. Bazı hadisler, "kalpleri" üç kısma ayırmışlardır:
1- Kâfirin Kalbi: Kâfirin kalbi hakkında buyurmuşlardır ki: O, terstir ve onda hiçbir şekilde hayır yoktur. Böyle bir kalp kendinin asıl fıtratından sapmış olup yukarı âleme bakmaz, sadece dünya işlerine bakar. Dolayısıyla Allah'ı ve ahiret âlemini idrak edemez. Onun hakkında hayır, iyilik ve salah düşünülemez. Zira hayır işler, ancak Allah'a doğru ve onun rızasını kazanmak için olursa, Allah'a yakınlık ve kemal derecelerinde yer alır. Ama kâfir, Allah'ı idrak etmemek için kalbini terse çevirmiştir ve dünyadan başka bir hedefi yoktur. O, Allah'a yakınlaşmayı değil, dünyaya kavuşmayı ister. Böyle bir kalbin asıl gözü vardıysa da, artık kendi gözünü kör etmiş ve hakikatlerin en barizini, yani âlemin yaratıcısını görememekte, idrak edememektedir. Dolayısıyla bu dünyada kör ve imansız olduğu gibi ahiret âleminde de kör olarak haşredilecektir. Bu dünyada dünya işlerine gönül verdiği için ahiret âleminde de ona kalacak tek şey bu tutkunluğu olacaktır. Ancak, ahirette bunu bulamayacak ve aradığını elde edememenin ateşinde yanacaktır. Böyle bir kalpte iman nuru parlamaz; bilakis tam aksine bu kalp kararmış olur.
2- Mü'minin Kalbi: Kâfirin kalbi karşısında mü'minin kalbi kâmil ve salihtir. Mü'minin kalbinin kapısı yüce âleme ve gayb âlemine doğru açıktır. Onda iman meşalesi yanmakta olup asla sönmez. Kalbinin her iki gözü görür; gayb âlemini ve ahiretle ilgili şeyleri işte o iki gözüyle görür. Böyle bir kalp sürekli kemale, cemale, mutlak hayra, yani Allah-u Teala'ya teveccüh eder ve ona yakınlaşmayı diler. O, sadece Allah'ı ister. Ahlakî değerler ve iyi amelle O'na doğru hareket eder ve O'nu arar. Böyle bir kalp Arş’tan ve Kürsü’den daha geniştir, Cennet’ten daha iyidir; Allah'ın hazinesi ve ilahi nurların parlayış yeri olabilir. Böyle bir kalbin yeri Allah'ı tanımaktır, seması imandır, güneşi likaullah şevkidir, ayı Allah sevgisidir, meyveleri ise ibadet ve itaattir. Akıl, mü'minin vücudunda hakimiyet bulmuş olursa, Allah'ın rahmet yağmurunu kalbe doğru indirir. Böyle bir kalpte Allah'tan ve Allah'ın yakın meleklerinden başka hiç kimsenin ve hiç bir şeyin yeri yoktur. O; nur, neşe, şevk, mutluluk ve sefa ile doludur ve ahiret âleminde de mahşere bu haliyle çıkarılacaktır.
3- Daima Değil, Kimi Zaman Günah İşleyen Mü'minin Kalbi: Böyle birinin kalbi ne karanlıktır ve ne de bağlı. Bilakis iman nuru vesilesiyle aydınlanmış olup kemali ve ilahi feyzi almak için açılmıştır. Ancak günah vesilesiyle onda siyah bir nokta oluşmuştur. Dolayısıyla bu vesileyle şeytan onda yer etmiştir. Batınî gözü kör olmamıştır, ancak günah neticesinde hasta olmuş ve körlük tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Böyle bir kalbin kapısı hem meleklerin yüzüne açıktır, hem de şeytanların... Melek iman geçidinden girer ve onu hayra davet eder. Şeytan ise siyah geçitten nüfuz eder ve onu kötülüğe davet eder. Melek ve şeytan böyle kalpte sürekli savaş ve kavga halindedirler. Melek, iyi amelle kalbin bütününü kendisi işgal edip şeytanı dışarı çıkarmak ister. Şeytan da günah işleyerek kalbi siyah ve daha siyah etmek, meleği ondan dışarı kovmak ve kalbin bütününe musallat olarak iman geçidini tamamen kapamaya çalışır. Bu ikisinden biri büyük bir üstünlükle diğerine galip gelinceye kadar devamlı savaşır ve çekişirler. İnsanın batınî ve uhrevî hayatı buna bağlıdır ve işte burada nefisle cihad gereklilik kazanmaktadır. İleride bu konudan bahsedeceğiz İnşaallah.
KALBİN KATILAŞMASI
İnsanın kalbi ilk başta sefa, nuraniyet, şefkat ve has rahmete sahiptir. Kendi türünden olan diğer insanların ve hatta hayvanların bile ıstırap ve rahatsızlığından rahatsız olur. Kendi türünden olan diğer insanların da mutlu ve rahat yaşamalarını ister ve diğerlerine bağışta bulunmaktan zevk alır. Kendi pâk fıtratıyla Allah'a teveccüh eder. İbadet ve duadan, Allah'a dert döküp içini açmaktan ve hayır işler yapmaktan zevk alır ve günah işlemekten çabucak müteessir ve pişman olur.
Eğer fıtratın davetini kabul eder de ona uygun bir şekilde davranacak olursa, günden güne daha sefalı, daha nurlu, daha şefkatli ve daha merhametli olur. İbadet ve dua vasıtasıyla günden güne ibadete, duaya ve Allah ile ünsiyet kurmaya daha fazla alaka duyar. Ancak eğer kendinin içten gelen duygularını görmezlikten gelir ve onların aksine hareket edecek olursa, bu duygular tedricen noksanlaşmaya başlar, yavaş yavaş tamamen sönüp mahvolabilir. Eğer diğerlerinin karşılaştığı acı manzaraları ve onların başlarına gelen vakıaları görür de bir tepki göstermezse, tedricen onlarla ünsiyet kurar ve onları görmekten zerrece etkilenmez; bilakis diğerlerinin fakirliğinden, açlığından, zaafa uğratılmasından ve hatta onların hapsedilip işkence görmesinden ve öldürülmesinden zevk alıp sevinecek kadar alçalabilir.
İnsan ilk başta günah işlemekten rahatsız ve pişman olur. Ancak eğer bir kere günah işleyecek olursa ikinci defası için daha hazırlıklı olur ve ikinci günahtan sonra da üçüncü günah için... Günah işlemeye devam edecek olursa, günah işlemekten pişmanlık duymak bir yana dursun, bilakis onu bir zafer bilip sevinecek bir hadde ulaşır. Böyle kimselerin kalbi siyahlaşmış, değişmiş ve Kur'an-ı Kerim'in ve rivayetlerin de deyişiyle katılaşmıştır. Şeytan kalbini işgal etmiş ve Allah'ın yakın meleklerini dışarı çıkarmıştır. Kurtuluş kapıları onların yüzüne bağlanmıştır. Artık onların tövbe edip dönmelerine bir ümit kalmamıştır.
Allah Teâla Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta olduklarını çekici (süslü) gösterdi."[47]
Başka bir yerde de şöyle buyuruyor: "Fakat Allah'ın zikrinden (yana) kalpleri katılaşmış olanların vay hallerine! İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler."[48]
İmam Bâkır (a.s) şöyle buyuruyor: "Her mü’minin kalbinde beyaz bir nokta vardır. Eğer günah işler ve o günahı ikinci kez tekrarlayacak olursa, onda siyah bir nokta oluşur. Günah işlemeye öylece devam edecek olursa, o siyah nokta tedricen büyür ve kalbin beyazlığını tamamen örter. Bu durumda böyle bir kalbin sahibi asla Allah'a doğru yönelmez. Allah-u Teala'nın Kur'an-ı Kerim'de: "Asla, hayır! Onların kazanmakta oldukları, kalpleri üzerinde pas tutmuştur" buyurmasından maksadı da budur.[49]
Hz. Ali'den (a.s) şöyle naklediliyor: "İnsanın gözünün yaşının kurumasının tek sebebi kalbinin katılaşmasıdır. Ve kalbinin katılaşmasının tek sebebi ise fazla günah işlemesidir."[50]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuşlardır: "Dört şey insanın bedbahtlığının nişanelerindendir: Göz yaşının kuruması, kalbinin katılaşması, rızkını kazanmak için fazla hırslı olması ve günah işlemeye ısrar ve devam etmesi."[51]
Dolayısıyla Masum İmamlar (a.s), dualarında kalbin katılaşmasından Allah'a sığınıyorlar:
İmam Seccad (Zeyn-ul Abidin) şöyle buyuruyorlar: "Allahım! Katılaşmış kalbi sana şikâyet ediyorum; vesveseler vasıtasıyla devamlı değişmekte olan, günah ve çirkin huy giyinen kalpten ve senin korkundan kuruyan (ağlamayan) ve kendisini sevindiren şeye tamah eden gözü sana şikayet ediyorum."[52]
Binaenaleyh, kalbinin sağlığına ve kendi saadetine ilgisi olan bir kimse, küçük bile olsa günah işlemekten ciddi bir şekilde kaçınmalı ve tedricen iyi işlere alışması, içindeki nur ve sefanın öylece devam edip mükemmelleşmesi ve kalbinin Allah'ın meleklerinin yeri olması için kendi nefsini, devamlı ibadet, dua, Allah’la münacat etme, şefkatli ve merhametli olma, diğerlerine ihsan ve yardım etme, mahrumları ve mazlumları savunma, iyilik severlik, hayır işlerde yardımlaşma, adalet severlik ve adaleti yayma gibi iyi işlere zorlamalıdır.
KALP DOKTORLARI
Daha önce kalplerin de vücut gibi sağlık ve hastalığı olduğunu ve insanın uhrevi saadetinin sağlıklı bir kalple ölmesine bağlı olduğunu gördük. Şimdi bilmemiz gereken şey ise, kalbin sağlık ve hastalığından haberdar olmak, onun hasta olduğunu anlayabilmek için hastalık belirtilerini tanıyarak, hastalığın önünü almak; ayrıca nefsanî sağlığa sahip olmak için çaba harcamak amacıyla bu hastalıkların sebeplerini tanımak ve “acaba bu konuda bağımsız olabilir miyiz, yoksa peygamberlere mi ihtiyacımız var?" sorusunun cevabını verebilmektir.
Nefsin özel yaratılışı ve bu melekûtî varlıkta var olan esrar ve rumuzlar hakkında bizim yeteri kadar bilgimiz olmadığında hiç şüphe yoktur. Esasen kendimizin nefsanî ve batınî hayatımızdan haberimiz yoktur. Nefsin hastalanmasına sebep olan etkenleri iyice tanımıyor, hastalığın belirtilerini de iyi teşhis edemiyoruz. Nefis hastalıklarının çeşitli ve muhtelif türleri ve onları tedavi etmenin yolları hakkında da yeteri kadar bilgiye sahip değiliz. Dolayısıyla bize bu yolda kılavuzluk ve önderlik etmeleri için peygamberlerin olması gerekmektedir. Peygamberler, ilahi feyz ve teyidlerle nefislerin dert ve dermanını iyi bilen, ruhların gerçek doktorları ve uzmanlarıdırlar. Onlar vahiy mektebinde, "insanı ve ruhu tanımış", bu melekûtî varlığın esrar ve sırlarından tamamen bilmektedirler. Tekamülün ve Allah’a doğru seyredip yükselmenin doğru yolunu iyi tanımakla birlikte, sapmanın illet ve sebeplerinden de iyice haberdardırlar. Dolayısıyla onlar, insanlara bu zor yolu katetmekte yardımcı olup onları sapıklıktan alıkoyabilirler.
Evet, peygamberler, tarih boyunca insanlara, tıp doktorlarının hizmetlerinden çok daha fazla ve değerli yardımlarda bulunan ilahi tabiblerdir. Ruhun melekûtî cevherini keşfederek insanlara tanıtan ve onların insanî şahsiyetlerini ihya eden, peygamberlerdir. İnsanları, maarif, maneviyat ve ahlakî değerlerle tanıştıran, seyr, sülûk ve Allah'a yaklaşmanın yolunu insanlara gösteren onlardır. İnsanları Allah ve gayb âlemi ile tanıştıran, nefisleri yetiştirmek, tezkiye ve ıslah etmek yolunda çaba harcayan onlardır. İnsanların arasında maneviyet, şefkat, muhabbet, değer ve güzel özellikler bulunuyorsa, ilahi tabiblerin ve bilhassa peygamberlerin sonuncusu olan Resulullah'ın (s.a.a) sürekli çaba ve gayretlerinin sonucudur. Eğer peygamberler olmasaydı, insanların durumu kesinlikle böyle olmazdı.
Evet, peygamberler beşeriyetin gerçekçi ve değerli tabibleridirler; dolayısıyla hadislerde tabib olarak tanıtılmışlardır.
Hz. Ali (a.s) Resul-i Ekrem (s.a.a) hakkında şöyle buyuruyor: "Muhammed (s.a.a) nefisleri tedavi etmek için sürekli çaba harcayan seyyar bir tabibdi. (Yaraları, çıbanları tedavi etmek ve hastalıkları gidermek için) merhemleri ve ameliyat gereçlerini hazırlayıp uygun yerlerde kullanıyordu. Kör kalplere, sağır kulaklara ve lal dillere şifa veriyordu. O; ilaçlarını, insanların gaflet edip şaşırdıkları yerlerde ve hikmet nurundan yararlanarak, hakikat ve maarifi elde etmemiş olan, bu yüzden ot yiyen hayvanlar gibi ve yine sert taşlar gibi yaşayan kimseler hakkında kullanıyordu."[53]
"İmam, bir hekimdir ki ilacıyla hastalarını dolaşır durur; yaralarına merhem sarar; gereken yaraları dağlayıp yakar; bereleri onarır; hastalara ilaç sunar; kör gönülleri, sağır kulakları, lal dilleri iyileştirir, sağlığa kavuşturur. Hikmet ışıklarıyla ışıklanmayan, karanlıkları aydınlatan bilgi aleviyle tutuşup aydınlanmayan, otlayan dört ayaklı hayvanlara benzeyen, katı taşları, kayaları andıran, gaflete düşmüş, hayrete uğramış, ilimlenemeyenleri ilacıyla iyileştirmek için arar, bulur."[54]
Kur'an-ı Kerim şifa verici bir ilaç olarak tanıtılmıştır. Allah-u Teala Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyuruyor: "Rabbinizden size bir öğüt, sinelerde olana bir şifa geldi."[55]
Başka bir yerde ise şöyle buyuruyor: "Kur'ân'dan mü'minler için şifa ve rahmet olan şeyleri indirmekteyiz."[56]
Hz. Ali de (a.s) Kur'an-ı Kerim hakkında şöyle buyurmuşlardır: “Kur'an'ı öğrenin. O, sözlerin en güzelidir; hükümlerini belleyin; çünkü bu belleyiş gönüllerin ilkbaharıdır. Işığıyla şifa bulun; çünkü o, gönüllere şifadır.”[57]
Başka bir yerde şöyle buyuruyor: "Bilin ki şu Kur'ân, öğüdünde aldatmayan, yol göstermede insanı azdırmayan, söyleyişte yalan söylemeyen bir öğütçüdür. Kur'ân'la oturup kalkan, doğrulukta, fazla bir şeye ulaşmayan, körlükte noksana erişmeden oturup kalkar. Bilin ki hiç kimseye Kur'an'dan sonra bir ihtiyaç, bir yoksulluk gelip çatmaz; hiç kimseye ona uyduktan sonra bir zenginlik ulaşmaz. Dertlerinize O'ndan şifâ dileyin; güçlüklerinize O'ndan yardım isteyin; çünkü O en büyük derde bile devâdır ki, bu da küfürdür, nifâktır, azgınlıktır, sapıklıktır. Allah'tan Kur'an'la dilediğinizi dileyin; O'nunla Allah'a yönelin; O'nu vesile ederek halktan bir şey isteyin; çünkü kullar, Allah'a, O'na benzer, O'nun değerine denk değerli başka bir şeyle yönelemezler.”[58]
Evet, Resul-i Ekrem (s.a.a) nefislerin en üstün tabibidir. Bizim derdimizi iyi tanımış, içimizdeki dertlerimize en iyi şifa olan Kur'an'ı getirmiş, onu bize teslim etmiştir. Ayrıca her türlü nefsanî hastalıklar, o hastalıkları önleme ve tedavi etmenin yolları, Resul-i Ekrem'den (s.a.a) ve mâsum imamlarımızdan gelen hadislerde beyan edilmiştir. Dolayısıyla, eğer biz kendi nefsimizin sağlık ve saadetine ilgi duyuyorsak Kur'an'dan ve hadislerden yararlanmalı ruh ve nefsimizin sağlığı için çaba harcamalıyız. Kur'ân-ı Kerim'den, Resulullah (s.a.a) ve Mâsum İmamlar’ın (a.s) rehberliklerinden yararlanarak nefsanî hastalıklarımızı tanımalı ve onları tedavi edip gidermek için ciddi bir şekilde çaba harcamalıyız. Eğer bu hayatî konuda ihmalkâr davranacak olursak, büyük bir ziyana uğrar ve ahiret aleminde onun acı sonucuyla karşılaşırız.