İmam Ali (a.s)

Son Yolculuk

Pazartesi, 30 Aralık 2013 08:03
Muhammed Sadık/Ehli Beyt Öğretisi 1-2

Büyük  İslam Peygamberinin  hicretinden on yıl geçmekteydi. Bu sure zarfında Hz. Muhammed (Allah'ın selamı ona ve pak Ehli Beyt'ine olsun) ve fedakar ashabının çaba ve mücadeleleri sayesinde İslam dininin temelleri atılmış ve İslam’ın kurtarıcı sesi Arap yarımadasını aşarak uzak bölgelere kadar ulaşmıştı. Arap kabilelerinin dağınık durumu düzene girmiş; fitneler, kan dökmeler, kabileler arası çatışmalar ve kör bağnazlıklar silinerek yerini İslami kardeşlik ve birlik almıştı. İnsanlar gruplar halinde bu mukaddes dine akın etmeye başlamışlardı.

Düşmanlara ait olan Hayber kalesi gibi önemli birçok kaleler İslam ordusunun eliyle fethedilmiş ve Müslümanlar günden güne İran ve Roman İmparatorluklarını tehdit eden ağırlık sahibi bir güç haline gelmişlerdi. Uzun süren çaba ve mücadele ve on yıl kendi vatanından uzak kaldıktan sonra altmış üç yaşındaki büyük ilahi lider muhteşem ve mukaddes ilahi bir toplantı  olan Hac merasimlerini yerine getirmek için hazırlığa başlamıştı.

Peygamber’in Beytullah’a doğru yolculuğa çıkacağı haberi Medine ve Medine’nin çevresinde olan Müslümanlar içerisinde büyük bir yankı uyandırmıştı. Bu mukaddes ve tarihi yolculukta Peygamber’in yanında olabilmek için yakın bölgelerdeki Müslümanlar Medine’ye akın etmeye başlamışlardı. Hicretin onuncu yılı, Zilkade ayının yirmi beşinci günüydü; Medine şehri normal günlerden tamamen farklı bir görünüm içindeydi. Şehrin her tarafında coşku ve heyecan yaşanmaktaydı. Birçok insan yolculuk hazırlığı yapıyordu; şehrin sokak ve caddelerinde insanlar telaş içindeydiler; kimileri bir an evvel grup ve kafilelerine katılmak için akrabalarıyla vedalaşıyordu. Kalabalık bir gurup kendi yakınlarını uğurlamak için evlerinden dışarıya dökülmüşlerdi. Bu arada herkesin gözü İslam Peygamberinde idi, O iki temiz giysisiyle yaya olarak ilk kafilelerin önünde yer almıştı ve onun hareketiyle bu tarihi yolculuk başlamış oldu. Medine’den hareket eden kafilelerde yer alanların sayısı bazı tarihçilere göre doksan ila yüz yirmi dört bin kişiye ulaşıyordu.

 Medine ile Mekke arası o günün şartlarında on günde kat edildi. Yolculuğun beşinci gününde Sukya diye bilinen yere varılmıştı. Altıncı günü ise Ebva bölgesine ulaşıldı. Bu bölgede Peygamber’in emriyle mola verildi. Bu bölge Aziz Peygamber’in ruhunda derin iz bırakan hatıraları canlandırıyordu. Yıllar öncesi genç yaştaki annesini bir yolculuk esnasında bu bölgede kaybetmiş ve değerli annesinden ayrılmak zorunda kalmıştı; babası çok önceleri vefat eden Muhammed’in annesini de kaybetmesi onu küçük yaşta öksüz ve kimsesiz bırakmıştı. İşte genç annenin kaygılar içinde bu çölde yalnız ve kimsesiz olarak Allah’a teslim ettiği Muhammed (s.a.a) çocukluk ve  erginlik yıllarını çoktan geride bırakmış ve Allah tarafından yeryüzünün en seçkin insanı ve alemlere rahmet peygamberi olarak görevlendirilmişti. Peygamber burada biraz daha  fazla kalmak, ve annesi Amine’nin mezarını doyasıya ziyaret etmek istiyordu. Ancak onun kalbinde en küçük yaştan beri tüm varlığını kaplayan ve hayatına yön veren daha derin bir muhabbet ve aşkı var idi ve o da yüce yaratıcıya olan muhabbet ve sevgisi idi. O bu sevgi sonucu insanlığın ulaşamayacağı en yüksek zirvelere ulaşmış ve bütün varlıkların övgüsünü kazanmıştı. Bu yüzden, ilahi muhabbetin insan hayatındaki en güzel cilvelerini taşıyan Ka’be’ye çabuk kavuşmak istiyordu. Bunun için de buradan bir an evvel ayrılması gerekiyordu. Bu yüzden ancak bir gün bu bölgede kalabildi.

 Sabah namazında bu bölgeye ulaşan kafile aynı günün gecesi Mekke’ye doğru hareketlerini sürdürdüler ve o gecenin sabahı Cohfe bölgesine vardılar. Sonra da Kudeyd ve Gamim menzillerden geçerek Zilhice ayının altıncı günü bir Cumartesi Mekke’ye vardılar. Peygamber, Mekke’ye ulaşır ulaşmaz hiç ara vermeden Ka’be’ye doğru hareket edip Beni Şeybe kapısından Mescid’ul-Haram’a girdi, yüce Allah’a hamd ve sana ile, Ka’benin kurucusu olan atası İbrahim’i selam ve övgü ile anarak ve tekbir getirerek Ka’beyi yedi defa tavaf etti. Zilhicce ayının 8. gününe kadar diğer kafileler de hac amellerini yerine getirmek için Mekke’ye geldiler. Diğer bölgelerden gelen kafileler arasında Hz. Ali ve beraberindekiler de Yemen’den Mekke’ye ulaştılar. Bu ayın 8. gününde Mekke o güne kadar tarihinde belki de hiç şahit olmadığı büyük bir kalabalığı kendinde barındırmış oluyordu.

Yüzbinlere ulaşan insan yığınlarının bir arada Mescid’ul Haram ve etrafında toplanışı bir ağızdan Lailahe illâllah Muhammed Resulullah demeleri herkesin sade ihram elbisesi giyinerek hep birlikte Ka’beyi tavaf etmeleri artık insanlık tarihinde yeni bir çığırın başladığını ve tevhit bayrağının bu merkezde ebediyete kadar dalgalanacağını açıkça gösteriyordu.

Bütün bunlar Peygamber’in kendi omuzlarındaki ağır yükümlülüğü en güzel şekilde yerine getirdiğini gösteriyordu. Peygamber fedakarlıklara katlanarak ve çok çetin ve engebeli yolları kat ederek ilahi görevi en güzel şekilde eda etmişti.

Peygamber’in tek bir kaygısı vardı, o da İslam’ın geleceği. Bu eşsiz kalabalığı karşısında bulan Peygamber İslam’ın bekasını sağlamak için en son vasiyetlerini dile getirmeyi düşünüyordu çünkü artık fazla yaşamayacağını ilahi ilmiyle sezmişti. Peygamber bu büyük kalabalığın önünde birkaç defa konuşma yapmış ve halkı İslam dininin emirlerine sımsıkı sarılmaya davet etmişti.

Bu büyük kalabalığın huzurunda yaptığı bir konuşmasında İslam’ı korumak için ümmetin gelecekte takip etmesi gereken yol ve stratejiyi açıkça belirlemiştir. Sesin o toplantıya katılanların tümüne ulaşması için Rebit b. Umeyye b. Halef tarafından Peygamber’in sözleri tekrarlanıyordu.

Peygamber o gün Mescid’ul-Haram’da Müslümanlara söyle buyurdu:

“Ey insanlar benim  bu sözlerimi unutmayın, çünkü bu yıldan başka artık sizleri burada göremeyeceğim. Ey insanlar birbirinizin kanınızı dökmek ve birbirinizin malını haksız yere yemeniz  haramdır. Sizler Allah’ın huzuruna varacaksınız ve yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekileceksiniz.

Benim sözlerimi iştin ve iyice anlayın ben hak olanı size iletiyorum.

Bilin ki, ben sizin aranızda iki değerli şey bırakıyorum . Bu iki şeye sarılacağınız takdirde asla sapmazsınız. Bu iki şey Allah’ın kitabı ve benim öz yakınlarımdan olan Ehli Beytimdir.” [1]

Peygamber’in bu konuşmasından sonra hüzün ve üzüntü Ka’be’nin etrafını sardı artık herkes biliyordu ki, bu Peygamber’in  Mekke’ye son ziyaretidir ve Peygamber ancak kısa bir süre onların arasında kalacaktır. Yani bu ziyaret aziz Peygamber’in çok sevdiği Ka’be ve ümmetiyle vedalaşmak zamanı idi. Ümmetin de Peygamberden ayrılık zamanı... Kalpleri üzüntü kuşatmış gözlerden yaşlar akmaktaydı...

Hac mevsimi yaklaşık bir hafta önce sona ermişti. Resulullah (s.a.a), kervanlarla beraber Allah'ın evinden ayrıldı. Bu kervanlar; vadileri ardı-sıra aşarak, "Cuhfe" denen bölgeye geldiler. Burada birkaç çöl ağacının dışında bir şey yoktu. Develerin belli bir düzen içinde gitmesi kervancıları uzun ve derin bir düşünce alemine sürüklemişti. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)'in Ka'be'de yaptığı tavsiyeleri ve "bunun kendisinin son seferi olduğu" sözler henüz kulaklarda dönüp-duruyordu. Bu hatıra, çehreleri hüzünlere boğmuştu. Bunun yanısıra içlerinden bazıları sadece çocukları ve yakınlarını düşünüyor, bazıları tarihi hesaplar peşlinde koşuyor, bazıları da, Mekke'de aldıkları malları nasıl satacaklarını planlıyordu.

Oysa, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) büyük ve ebedi risaletinden dolayı, bütün düşüncelerin ötesindeki ufuklara bakıyor, çoğusunun menfaat ve isteğiyle uyuşmayan bir konuyu düşünüyordu. Bu düşünce, hem kervandakilerin, hem de kendisinden sonra kıyamete kadar sürecek olan büyük insanlık kervanının saadetini sağlayacaktı.

O (s.a.a) bereketli ömrünün 23 yılını, semavî kanunları yaymak, insanları fazilete, takvaya davet etmek için harcamıştı.

İnsanın saadeti için bütün genel öğretileri vahyin kaynağından alıp, herkesin ulaşabileceği bir duruma getirdi. Bu arada, iftiharla dolu yaşamının sonuna yaklaştığını hissediyordu. Yakında, dünyayı aydınlatan varlığının güneşi, ölümün sisli bulutlarının arkasına giderek gözlerden kaybolacaktı. Ama aklı hep kendisinden sonra yerine kimin geçeceği konusu ile meşguldü. Kendisinden sonra halife olacak insan bütün bu kanun ve sünnetleri korumalı, idare etmeli ve insaniyeti kemal ve kurtuluşa götürecek rehberlik gücüne sahip olmalıydı. Kendisinden sonra gelecek olan, en temiz sülaleden olmalı, geçmişte hiçbir şekilde şirke ve günaha bulaşmamalı, toplumu nefsanî isteklerden kurtarma görevini yerine getirebilmeli, insanların arasında hak ve adaletle hükmedebilmelidir.

Kaynağını ilahi ilimden almış yüce bir düşünceye, insanları Allah'a ve ahirete yöneltecek güçlü bir ruha ve mantığa sahip olmalıdır. Dini yayacak, öz İslamı ilerletecek biri olmalıdır. Öyle biri olmalı ki, O'nu (s.a.a.) aynen yansıtabilmelidir. Temiz ve pak rahimlerde yetişmiş, sefalı bir yapıya sahip ve parlak bir ruhu olmalıdır. Kendisi gibi gerçekleri kabul etmeli, insanları hidayet edebilmelidir.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) rehberliğe kimin layık olduğunu, imamet hırkasının kime daha çok yakıştığını iyi biliyordu. Onu daha önceden, her fırsatta, defalarca ümmetine tanıtmıştı. Ama şimdi Müslümanların büyük topluluğunun önünde, bu gerçeği yeninden tekrarlamak ve onun imametliği için Müslümanlardan resmen biat almak istiyordu. Ancak yine de ilahi fermanı bekliyordu. Allah'ın emriyle bu konuyu Müslümanlara açmak için gözlerini vahyin emini Cebrail'in yoluna dikmişti.

Önceden de olduğu gibi, bu önemli konuda da Allah Teala O'nu (s.a.a) yalnız bırakmayacak, din ağacının bakımı için tecrübeli, bilgili ve layık bakıcıyı seçecektir. Yüce halifelik makamının da nübüvvet makamı gibi ilahi bir hedef olduğunu biliyordu. Allah Teala hikmeti gereği kimi layık görürse halife olarak onu seçecek ve peygamber (s.a.a)'den sonra, Müslümanların imam ve hadilerine karşı görevini vahiy nazil ederek belirleyecekti.

Peygamber-i Ekerem (s.a.a) devesinin üstünde, yakıcı sıcağın altında yol alırken yüce ve derin düşüncelere dalmıştı. Gün, Zilhicce ayının 18'i öğleye doğru idi. Çölün sıcaklığı gittikçe şiddetleniyordu. Kervan, zincirleme olarak birkaç fersah uzunluğunda, birbirlerinin peşi sıra yavaş yavaş ilerliyordu. Mola verecekleri bir yer yoktu. Sadece uzaklarda, birkaç çöl ağacının gölgeleri dikkatleri çekiyordu. Yolcular, bir an önce insanı bunaltan bu sıcaktan kurtulmak için bir yere ulaşmaya çalışıyorlardı.

Bir süre yol aldıktan sonra, Cuhfe'de, "Kadir-i Hum" denen yere geldiler. Burası, Medine, Mısır ve Iraklıların birbirlerinden ayrıldıkları yerdi. Peygamber (s.a.a) yine kendi düşünceleriyle başbaşaydı ve yine gözlerini vahyin kaynağına dikmişti. İnsaniyete duyduğu dünya dolusu sevgisiyle, sisli ufuklara bakıyor ve doğacak ilahi vahyin nurlarını bekliyordu.

Muhammed (s.a.a)'in bekleyişi uzun sürmedi. Allah, habibinin isteğini yerine getirerek, vahiy meleğini gönderiyordu.

Birden Peygamberin (s.a.a) çehresi parladı. Göz kapakları ağırlaşmış, alnından terler akmaya başlamıştı. Ansızın yerinden kalktı. Dudaklarıyla bir şeyler söylüyordu. Bunlar Resulullah (s.a.a)'in vahiy nazil olduğunda yaşadığı durumlardı. Etrafındakiler bu durumu çok iyi görüyorlardı.

Bir işaretiyle devesini yatırdılar. Sesi yavaş yavaş yükseliyordu. Vahiy meleği Cebrail-i Emin'in getirdiği semavî nağmeyi kendine özgü bir güzellikte okuyordu:

"Ey Peygamber! Bildir, sana rabbinden indirilen emri ve eğer bu tebliği ifa etmezsen O'nun elçiliğini yapmamış olursun ve Allah, seni insanlardan korur."

Vahiy meleği, Allah'ın emriyle Peygamber (s.a.a)'e şöyle diyordu: "Hz. Ali (a.s)'ın senden hemen sonraki velayet, imamet ve halifeliğini ve O'na itaat etmenin her Müslüman'a farz olduğu konusunda nazil olan şeyi herkese söyle. Dinin yüce merkezi, eşsiz şahsiyeti ve senden sonra dünya Müslümanlarının tartışmasız rehberi Hz. Ali (a.s)'ı, Allah'ın emriyle insanlara tanıt."

Peygamber (s.a.a)'in burada durması kervandakileri meraklandırmıştı. İnsanların arap atları ve deve zincirlerinin sesleri birbirine karışmıştı. Her taraftan başlar uzatılmış, herkes:

- Ne oldu? Neden burada durduk?

- Burası mola yeri değil ki?

- Bu sıcak dağın kenarında! Bu susuz çölde!

- Burada ne yapmak istiyorlar? Niçin durdular.

- Keşke işler çabuk bitse de hemen yola çıksak. Belki ileride bir vahaya ulaşır, uygun bir yer buluruz.

- Ne oldu da, alemlere rahmet olan Muhammed bizi burada durdurmak zorunda kaldı?

- Yoksa Allah'tan bir emir mi nazil oldu?

diye birbirlerinden soruyorlardı. Güneşin sıcaklığıyla kavrulan çölden sanki ateşler fışkırıyordu.

Burada bir grup ilerilere gitmiş, bir grup da henüz durak yerine ulaşmamıştı. Peygamber (s.a.a)'in emriyle öndekiler geriye döndü, arkadan gelenler de bu noktada durduruldular. Toplanma yeri Kadir denen yerdi. Etrafında birkaç ağacın olduğu bu meşhur vaha yorgun ve sıcaktan bunalmış yolcuları kendisine çekiyordu. Ağaçların latif rüzgarı bu sıcakta hala esiyordu. Peygamber (s.a.a) işaret ederek oraya gitmelerine engel oldu. Namaz için herkesin toplanmasını emrediyordu. Ağaçların gölgeleri namaz için iyi bir yerdi. Namaza her yönden hazır olmak gerekiyordu. Öğle namazının vakti girdiği için, bir grup ağaçların altındaki taşları, dikenleri, çöpleri temizlemekle görevlendirildi.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) öğle namazını kadın-erkek olmak üzere bütün kervanla beraber kıldı. Namaz bittikten sonra; Allah'ın emriyle durdukları bu yerde, o önemli emri tebliğ etmek için herkesin etrafına toplanmasını istedi.

Çok sıcak bir gündü. Havanın sıcaklığı öyle yüksek dereceye ulaşmıştı ki, insanlar, elbiselerini başlarının üzerine çekmiş, cübbelerini de ayaklarına sarmışlardı.

Dağın eteğinde yüksek bir yerde, develerin kuşamlarından bir minber yaptılar. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) oraya çıktığında o büyük kalabalığı rahatça görebilecekti. Oradakiler de onu (s.a.a) görüyor ve sesi duyabiliyorlardı. Peygamber (s.a.a.) minberin üzerine çıktı. Kalabalığa işaretle susmalarını emretti. Bir an herkes sustu. Kimseden çıt çıkmıyordu. Kalabalığı büyük bir sessizlik almıştı. Kulaklarını dört açmış, merakla rehberlerinin söyleyeceklerini bekliyorlardı.

Muhammed (s.a.a) minberde ayakta duruyordu. On binlerce Müslüman'ın gözlerinin önünde sözlerine şöyle başladı:

"Hamd ve sena Allah'a aittir. ondan yardım istiyoruz. Ona iman getiriyor ve tevekkül ediyoruz... Nefsimizin ve amellerimizin kötülüklerinden Rabbimize sığınırız. O öyle bir Allah'tır ki insanı (günahı ve kötü niyetinden dolayı) saptırırsa, kimse onu hidayet edemez. Birini de hidayet ederse, kimse onu saptıramaz. Rahman ve rahim olan Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet veriyorum. Ve şehadet veriyorum ki Muhammed, O'nun kulu ve elçisidir.

Ey insanlar! Allah-u Teala, her peygamberin bir eceli olduğunu bana bildirmiştir. İlahi davetin yakın olduğunu, habercisinin bana geleceğini biliyorum. Ben sorumluyum, sizlerde sorumlusunuz... Sizden soruyorum: Allah katında benim hakkımda ne diyeceksiniz? Peygamberlik görevini yerine getirdim mi? Sizleri doğru yola ve Allah'ın dinine davet ettim mi?"

Herkes bir ağızdan şöyle cevap verdiler:

"Biz şehadet veriyoruz ki, şüphesiz (dini) tebliğ ettin, nasihat ettin ve çok çaba harcadın. Allah sana mükafat versin."

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) konuya daha bir açıklık getirmek ve vurgulamak için yine sordu:

"Allah'tan başka eşsiz bir ilah olmadığına, Muhammed'in onun kulu ve elçisi olduğuna, cennetin, cehennemin, ölümün, kıyametin hak ve kesin olduğuna tereddütsüz ve şüphe etmeden şehadet veriyor musunuz?"

Herkes yine bir ağızdan:

"Evet, bütün bunlara şehadet veriyoruz!" diye cevap verdiler.

Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

"Allah'ım; Şahit ol!"

Sonra şöyle sordu: "Hepiniz benim sesimi duyuyor musunuz?" Herkes: "Evet" dedi.

Resulullah sözlerine şöyle devam etti:

- Bilin! Ben, kıyamet günü kevser havuzunun başına sizlerden önce geleceğim, sonra siz geleceksiniz. O öyle bir havuzdur ki, kenarında sayısızca kadehler var.

Mademki durum böyle; ileride ceza günü var ve kıyamette peygamberinize kavuşmanız gerekiyor; öyleyse görün aranızda bıraktığım iki değerli şeye karşı nasıl davranacaksınız?

Kalabalığın içinden biri şöyle bağırdı:

- Ey Resulullah! O iki değerli şey nelerdir?

Resulullah (s.a.a) şöyle cevap buyurdu:

- (O iki şeyden biri) Allah'ın kitabı (Kur'an)dır. Bir ucu O'nun elinde, öteki ucuda sizdedir. Öyleyse Allah'ın ipine sımsıkı sarılın.

Ve (Ötekisi) ıtratım ve Ehl-i Beytimdir. Allah bana; bu iki değerli şeyin, kıyamet günü kevser havuzunun başında bana ulaşıncaya kadar asla birbirinden ayrılmayacaklarını bildirmiştir. Bende aynı şeyi istediğim için Allah'tan bunu diledim. Bu iki değerli emanete sırt çevirmeyin, yoksa helak olursunuz. Onlardan ayrılmayın, yoksa sonunuz hayırlı olmaz.

Resulullah (s.a.a)'ın sözleri, Kadir’de semavi sesler gibi kalpleri titretiyor, berrak bir su gibi, yanan gönülleri serinletiyordu.

O arada bir an durdu. Gözleri etrafına toplanmış o büyük topluluğu tarıyordu. Sonra yüksek sesle Ali (a.s)'ı yanına çağırdı. Önce O'nu (a.s) kendisinden bir basamak aşağı oturttu. Ve kalabalığa dönerek şöyle buyurdu:

"Ey Müslümanlar! Cebrail-i Emin şimdiye kadar Allah tarafından üç kere bana şu vahyi getirerek: Senden önceki peygamberlerin hepsi kendilerinden sonraki halifelerini tanıttılar. Alemlerin Rabbi olan Allah, bugün Ali'nin velayet ve imametini insanlara tebliğ et." dedi.

Ama... İçinizde munafıklar var ve kalpleri bir olan mümin ise az olduğu için, Allah'ın bu emrini tebliğ etme konusunda üç defa özür getirdim. Sonunda şu ayet nazil oldu:

"Ey Peygamber! Bildir, sana Rabbinden indirilen emri ve eğer bu tebliği ifa etmezsen O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Ve Allah, seni insanlardan korur." Bu ayet, sizlere benden sonraki halife, mevla ve emirin bunun - Hz. Ali (a.s)'a işaret ediyor- yani amcam oğlum ve damadım olduğunu söylememi emrediyor."

Yaşlı Peygamber (s.a.a); o büyük topluluğun önünde, bu sıcak günde ve yakıcı çölde, anlaşılmayan en küçük bir noktanın kalmaması için Hz. Ali (a.s)'ın elini tutup, havaya kaldırdı. Öyle ki koltuğunun altı görünüyordu. Sonra sözlerine şöyle devam etti:

"Ey insanlar! Sizden soruyorum: Mü'minlere karşı, hatta kendinize karşı malikiyette daha üstün olan kimdir?"

Herkes yine bir ağızdan şöyle cevap verdiler: "Allah ve resulu daha iyi bilir."

Resulullah yeniden şöyle sordu: "Ben sizden daha evla (üstün) değil miyim?"

Kalabalık: "Öyledir" diye cevap verdi:

Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.a) ilahi halifelik fermanını oradakilere ilan etti:

“Ben kimin mevlasıysam Ali'de onun mevlasıdır.[2]

Allah'ım kim ona dost olursa sende onun dostu ol ve kim ona düşman olursa, sen de ona düşman ol, kim ona yardım ederse, sende ona yardım et ve kim onu yalnız bırakırsa sende onu yalnız bırak. Ali'yi seveni sen de sev. Onunla savaşanı cezalandır. O nereye giderse hakkı onun etrafında dönder.

Burada olanlar, olmayanlara bunu bildirsin."

Resulullah (s.a.a) Hz. Ali (a.s)'ın elini uzun bir süre öylece havada tuttu. O'nu her yönüyle oradakilere tanıttı. Peygamber (s.a.a) bu konuşmasında 73 kere o topluluğa "Muaşir-un Nas" diye hitap etti. Muaşır me'şer kelimesinden alınmıştır. Me'şer, toplumsal ilişkileri iyi olan, terbiye edilmiş, medeni insanlara denir. Muaşir-un Nas, yani terbiye edilmiş medeni insanlar demektir. Resulullah (s.a.a) bu sözü 73 kere tekrarlayarak, onları Hz. Ali (a.s)'a karşı gelme konusunda korkutuyordu, muhaliflerin ebedi azap ve Allah'ın gazabına düçar olacaklarını vurguluyordu. O  şöyle sölüyordu: Ali'nin peşinden gitmek, Müslümanların büyüklük ve izzetini koruyarak, İslam dininin dünyada yükselmesini kesinleştirecektir. Yoksa toplumsal bozukluk ve fesad, yanlış metotlar, Kur'an'dan uzaklaşmak ve dürüst eğitimden mahrum olmaktan başka bir şey ele geçmeyecektir.

Bu birkaç saatlik konuşma süresi içinde ümmetin bahanesini elinden alacak her şey söylenmiş, hilafet ve imamet meselesi Allah tarafından insanlara bildirilmişti. Resulullah (s.a.a)'in etrafında toplanan bu insan denizi dağılmadan, vahiy meleği Cebrail-i Emin, Allah'ın gönderdiği ayeti O'na (s.a.a) okudu. Peygamber (s.a.a.) de o ayeti ruhları okşayan sesiyle orada bulunanlara okudu:

"Bugün dininizi ikmal ettim, size verdiğim nimetimi tamamladım, size din olarak Müslümanlığı verdim de hoşnud oldum." (Maide, 3)

Sonra kalbinin derinliklerinden gelen bir sesle "Allah-u Ekber! Din ikmal oldu, Allah nimetini tamamladı. Rabb'im benim peygamberliğime ve benden sonra Ali'nin halifeliğine hoşnut oldu" diye feryad etti.

Sonra, sayıları 120 bini aşan kalabalığın önünde, minberden aşağı indi. Orada olan Arap şairlerinden biri şöyle diyordu:

Muhammed, minberden inerken öyle mutlu ve ferahlıydı ki, sanki en önemli vazifesini yerine getirmiş, en büyük ilahî fermanı tabliğ etmişti.

* * *

Böylece, İslam tarihinde yeni bir sayfa açılmış oldu. Çünkü İslam dünyasının en ünlü şahsiyeti, yani Bedir, Hendek, Hayber... savaşlarının fatihi, Resulullah (s.a.a)'in vefadar ve cesur yaveri, amcasının oğlu, damadı, ilim şehrinin kapısı, onun (s.a.a) ahlakının tam görüntüsü alemlerin Rabbi olan Allah'ın fermanı, Resulünün tebliğiyle yüce imamet makamına getiriliyor ve Peygamber (s.a.a)'in halifesi oluyordu. Allah’ın Resulü (s.a.a) minber ve mihrabı ona (a.s) devretmişti. O (a.s), Peygamber (s.a.a)'in halifelik kürsüsüne oturacak ve Müslümanlara rehber olacak en layık insandı.

Hz. Ali (a.s) artık İslam'ın liderliğine seçildi. ee büyük bir müjde! Ne güzel bir seçim!

Ali, takvalıların o büyük önderi, Peygamber (s.a.a)'in peşi sıra yavaş yavaş etrafını saran kalabalığın arasından, biat merasimi için hazırlanan çadıra doğru ilerliyordu.

İnsanlar grup grup gelip, ona (a.s) Müslümanların halifesi olarak biat ediyorlardı. Kabile, aşiret ve taife reisleri, muhacir ve ensarın büyükleri onun (a.s) huzurunda gelip halifeliğini kutluyorlardı; Hz. Ali (a.s) imam ve halife olduğu için bazıları kendilerini herkesten çok mutlu gösteriyorlardı. Ebubekir, Talha, Zübeyr ve Ömer b. Hattab da tebrik edenlerin arasındaydılar. Özellikle Ebubekir ve Ömer ona (a.s) şöyle diyorlardı:

"Ey Ebu Talib'in oğlu! Sen bizim ve her mümin erkek ve kadının mevlası oldun; mübarek olsun."

Haşimi kabilesi ve ashabın ileri gelenlerinden İbn-i Abbas şöyle diyor: "Andolsun Allah'a bu biat insanların boynunda sabit oldu."

Meşhur şairlerden Hassan b. Sabit şöyle diyordu:

Ey Kureyş'in büyükleri! Ben biat ettikten sonra, Peygamberin huzurunda şehadet veriyorum ki Ali'nin velayet ve imametliği kesinleşti.

Sonra Peygamber (s.a.a)'e şöyle arzetti: "İzin verin Ali'nin hakkında şiir söyleyeyim, siz de duyun."

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) izin verdi. O da bu uğurlu günün şerefine şu güzel şiirini okudu:

Müslümanların peygamberi, Kadir gününde

Yüksek sesle herkesi toplanmaya çağırdı

Hayret! Nasıl da sesini kalabalığa ulaştırıyordu.

Vahiy meleği Allah'ın emriyle nazil oldu

Dedi ki, korkma, sen Allah'ın korumasındasın

Allah'ın nazil ettiği velayet işini tebliğ et

O, Kadir vahasının kenarında ayağa kalktı

Ve Ali'nin elini tutarak, havaya kaldırdı

Yüksek sesle oradakilerden şöyle sordu:

Size, sizden daha üstün olan mevlanız kimdir?

Lideriniz ve kılavuzunuz kimdir?

Orada kimse tereddüt etmeden dedi ki:

Senin Allah'ın, bizim mevlamızdır

Sen bizim peygamberimiz ve rehberimizsin

Kimse asla sana isyan etmeyecektir.

Senin sözünün dışına çıkmayacaktır

Sonra Ali'ye hitap etti ve dedi ki:

Kalka ve insanların karşısında dur.

Çünkü benden sonraki imam ve halife sensin

Ben kimin mevlasıysam, Ali de onun mevlasıdır.

Siz ey Müslümanlar! Ali'ye sadık ve vefadar olun

Ona doğrulukla yardımcı olun, ona yardım edin.

 

 

[1]- Peygamber (s.a.a), hicretin onuncu yılında Hac amellerini yerine getirmek için Medine’den Mekke’ye yolculuk etmiştir. Bu yolculuk Haccet’ul Veda (veda haccı) olarak tarih ve hadis kitaplarında kaydedilmiştir. Bu yolculukta Peygamber (s.a.a) Mekke’de, Mina’da, Arefat’ta ve özellikle Mekke ve Medine arasında yer alan Gadir-i Hum bölgesinde birkaç kere konuşma yapmış ve son vasiyetlerini ümmete iletmiştir. Peygamber’in bu yolculuğu esnasında yaptığı konuşmalarının muhtevasını Yakubi, kendi tarihinde, Ahmed b. Hanbel Müsned’inde; Siket’ul İslam Kuleyni Kafi’de; Saduk Menlayehzeruhul Fakıh’te;  Harrani Tuhef’ul Ukul’da, ve diğer birçok büyük tarihçi, mühaddis ve müfessir nakletmişlerdir. Buhari gibi bazı Muhaddisler ise, Ehli Beyt’in hak ve faziletlerini gizlemek hususundaki kendi malum tavırları gereği, Peygamber’in ya bu tarihi ve önemli konuşmalarını nakletmemiş veya naklederken Ehli Beyt’le ilgili bölümünü gizlemişlerdir. 

[2] - Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu cümleyi üç kere tekrarladı. Hanbeli mezhebi İmamı, İmamı Ahmed b. Hanbel Şeybanî, "Müsned"de bu cümlenin dört kere tekrarlandığını rivayet ediyor. (el-Kadir, c.1, s.11)

Yeni Makale ve Video öğeleri

Yeni Kitaplar