Bu konunun önemi ve söz konusu edilip incelenmesinin gereği her insanın ister istemez fitnelerle karşılaşabileceği göz önünde bulundurulduğu takdirde daha iyi anlaşılmaktadır. Müslümanlardan biri Hz. Ali (a.s.)’a; “Allah’tan iste ki bizleri fitnelerden uzak kılsın?” deyince İmam (a.s.) onu böyle konuşmaktan sakındırdı ve şu ifadeyle ona kılavuzluk etti: “Allah’ım bizleri saptırıcı fitnelere duçar kılma!”
Hz. Ali (a.s.) her insanın fitnelere duçar olabileceğini ortaya koymuştur. Bu konuda şahsi fitneler ile kapsamlı ve genel fitneler arasında da bir fark yoktur. Tek fark fitnelerin şiddet ve zayıflığı hususundadır.
Bu söylediklerimiz esasınca da fitneler karşısındaki tutumun önemi açığa çıkmaktadır. Fitnelerle karşılaşılınca ne yapmak gerekir. Fitnelere karşı silahlı ayaklanma mı yapılmalı, yoksa bir kenara çekilip, tarafsız mı kalmalıyız veya İmam Ali (a.s.)’ın tabiriyle ne sırtına binilecek bir sırtı ve ne de sağılacak bir memesi olmayan deve yavrusu gibi mi olmalıyız? Bunlar cevaplanması gereken sorulardır.
Nehcü’l-Belağa’nın Hz. Ali (a.s.)’ın Peygamberin vefatından sonra şahadetine kadar karşılaştığı fitnelere karşı takındığı tavrıyla ilgili olan bölümleri mütalaa edince, İmam (a.s.)’ın en önemli hedefinin İslam ümmetini ve devletini saptırdığı fitnelerden uzak tutmak ve İslam devletinin karşı karşıya olduğu fitneleri söndürmek için tüm imkanlarını kullanmak olduğunu açık bir şekilde görmekteyiz. Biz burada konuyu özetle almak istediğimiz için detaylı açıklamalara girmiyoruz. Sadece çok önemli hususları aktarmaya çalışacağız. Bu konu İslam ümmetinin geride bırakmak üzere olduğu bugünkü hassas aşamada daha da bir önem arzetmektedir.
Bu makalede ele alacağımız konular başlıca şunlardır:
1- Fitnelerin ortaya çıkış nedenleri
2- Fitnecileri tanıma
3- Bilinçli Müslümanların karşılaştığı fitneleri söndürme metodları ve İmam (a.s.)’ın fitneler karşısındaki tutumunu beyan etmek.
Fitnelerin Çıkış Nedenleri
İmam Ali (a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz fitnelerin meydana geliş nedeni nefsin heva-heveslerine uymak, sonradan uydurulmuş hükümler (bid’atlar) çıkarmaktır. Allah’ın kitabı (Kur’an) bu heva-hevesler ile uydurulmuş hükümlere karşıdır. (Fitne ve fesadın nedeni şudur ki) Bazı insanlar dine aykırı hüküm ve isteklerde başkalarına yardım etmektedir. (Hak-batıl karışınca fitne çıkarmaktadır.) Eğer batıl hak ile karışmasaydı, hak da batılda gizlenmeseydi düşmanlar asla onu kötüleyemezdi. Ama biraz bundan (haktan) biraz da ondan (batıldan) alınmış, sonra birbirine karıştırılmıştır. O zaman da şeytan dostlarına musallat olmuştur. Dolayısıyla sadece Allah’ın lütfüne mazhar olanlar Şeytan’ın (saptırmasından) kurtulmuştur.”
İmam (a.s.) bu konuşmasında fitnenin çıkış sebeplerinden üçüne parmak basmaktadır. Bu üç etken şunlardır:
1- Şahsi menfaat ve maslahatları tercih etmek. Fitnenin çıkış sebeplerinden biri insan Allah’ın hoşnutluğunu elde etmek ve İslam'a hizmet etmek yerine değersiz bir takım şeylere önem vermekte ve onları her şeyden önce geçirmektedir. Kendi cismi, fikri ve duygusal güçlerini İslam ve Müslümanların genel menfaatleri yolunda sarf edeceklerine, tümünü şahsi menfaatleri ve özel çıkarları yolunda kullanmaktadır. Hz. Ali (a.s.)’in; “Nefsin heva-heveslerine uymak” cümlesinin manası da budur.
2- İslam toplumunun ileri gelenlerinin İslam’ın temel hükümlerinden sapması. Bu sapma da iki şekilde gerçekleşebilir: “Ya ilahi hükümleri tahrif etme ya da bazılarını değiştirme yoluyla. Böylesine insanlar Allah’ın kitabının kavramlarını kendi şahsi görüşlerince değiştirmekteler. “Sonradan uydurulmuş hükümler (bid’atlar) çıkarmaktır” cümlesi de bu etkene işaret etmektedir. Bu ise bu kişilerin İslam’ı ve İslami metinleri anlayamaması veya yanlış anlamasından kaynaklanmaktadır.
İmam (a.s.)’ın şu sözü de bu konuya işaret etmektedir: “İkinci kişiyse, Resulullah’tan (s.a.a) bir söz duymuş, fakat gereği gibi belleyememiştir. Vehim içindedir, ama kasten yalan söylemez. O sözler önündedir, rivayet eder. Onlarla amel eder, Ben bunu Resulullah’tan (s.a.a) duydum. der. Müslümanlar onun vehim içinde olduğunu bilseler, o sözleri zaten kabul etmezler. O da yanıldığını bilseydi, o sözü rivayet etmezdi. Üçüncü kişi, Resulullah’ın (s.a.a) bir şeyi emrettiğini işitmiş, Peygamber ise daha sonra onu nehyetmiştir. Fakat o, bunu bilmez. Peygamber'in bir şeyi nehyettiğini işitmiştir, ama peygamber sonra onu emretmiştir. Fakat o, bunu da bilmez. Mensuhunu öğrenmiş, fakat nasihini belleyememiştir. Neshedildiğini bilseydi onu yapmazdı. Müslümanlar da ondan duydukları şeyin neshedildiğini bilselerdi, onu terk ederlerdi. Diğer dördüncüsü ise, Allah’a ve Resulüne karşı yalan isnad etmez. Allah’tan korkarak, Resulüne saygı duyarak yalandan nefret eder. Vehime, şüpheye düşmez. Aksine, duyduğunu olduğu gibi ezberler. Duyduğu sözü bir şey katmadan, eksiltmeden rivayet eder. Nasihi bilir, onunla amel eder; mensuhu bilir ondan kaçınır. Hükmün genel ve özelini, muhkem ve müteşabihini tanır. Her şeyi yerli yerine koyar. Resulullah’ın (s.a.a) sözleri iki yönlü olmuştur. Genel ve özel söz. Allah’ın Resulünün neyi kastettiğini anlamayan, o sözü duyar; kastedilenden, söylenenden, bilinenden farklı apayrı bir mana verir.”
3- İmam (a.s.)’ın sözlerinde işaret ettiği fitnelerin çıkışının üçüncü nedeni ise toplum içerisinde fitnenin çıkışına uygun ortamın oluşudur. Yani İslam ümmetinin İslami ilkelerin özünden uzak oluşu aralarına fitnenin sızmasına neden olmaktadır. Ama Müslümanlar İslam hakkında sağlıklı bir anlayışa sahip olsalar, fitnelerin önü büyük ölçüde alınır ve aralarında kolayca fitne çıkmaz. Çünkü bilinç ve şuur insanı bir çok içtimai, siyasi ve iktisadi hastalıklardan korumaktadır. İnsan bu bilinçle etrafındaki olayları ve kurulan komploları kolayca tanıyabilir, hakkı batıldan ayırabilir ve neticede de fitnelerden kurtulabilir. İmam (a.s.)’ın; “Eğer hak ile batıl karışmasaydı” sözü de bu üçüncü etkene işaret etmektedir.
Fitnecileri Tanıma
Hz. Ali (a.s.)’ın Nehcü’l-Belaga’daki sözleri ışığında İslam devletinde fitne ve kargaşalık çıkaran kimseleri üç gruba ayırmak mümkündür:
Birinci Grup: Layık olmayan kişilerin hilafet ve imamet makamına gelmesi. İmam (a.s.) bu grup hakkında çok detaylıca söz etmiştir. Ama biz burada sadece Hz. Ali’nin iki sözünü nakl etmekle yetineceğiz: İmam (a.s.) bu iki sözünde İslam ve Müslümanların ilk hükümet döneminde duçar oldukları liyakatsiz hakimleri betimlemeye çalışmıştır. Şıkşıkiye hutbesinin zımnında yer alan ilk sözünde İkinci Halifenin dönemine işaretle şöyle buyurmuştur:
“Hilafeti öyle sert ve kaba bir yere attı ki sertliği insanı derinden yaralar, oldukça kaba davranırdı. Hilafeti boyunca oldukça düştü, sürçtü. Ha bire sürçtükçe özür diledi, onunla arkadaş olan, huysuz bir deveye binmişe benzerdi. Yularını çekse burnu yırtılır, yaralanırdı, dizginlerini salsa nefsine yokluğa, helake atardı. Allah’ın bekasına (varlığına) andolsun ki insanlar onun zamanında hidayet yolundan ayrıldı, huysuzlaştı, renkten renge büründü ve doğru yoldan saptı.”
İmam (a.s.) ikinci sözünde ise Üçüncü Halife'nin dönemine işaretle şöyle buyurmaktadır:
“Allah için seni uyarıyorum: ümmetin öldürülecek imamı olma. Çünkü daha önce şöyle denirdi: “Bu ümmet içinde bir imam öldürülür, onun öldürülmesiyle kıyamete kadar öldürmeler sürer. Böylece ümmetin işi birbirine karışır, içlerinde fitne baş gösterir, hakkı batıldan ayırt edemez, fitneler dalga dalga yayılır, büyük bir kıyama girişirler.
İkinci Grup: Menfaatçiler. Bu grup da içinde çıktıkları her toplumda işleri güçleri kendi dünyalarını elde etmek, arzu ve isteklerine kavuşmaktır. Bu hususta hiçbir çabadan geri durmaz ve hiçbir şeyden gaflet etmezler. Hakim güçlere yakınlaşmak için her fırsattan istifade eder, hükümet etmek için her türlü imkanlardan yararlanırlar. İslam ve ümmetin zararına da olsa bu yolda ellerinden geleni ardlarına koymazlar. İmam (a.s) bu grubu şöyle zikr etmektedir:
“Onunla (Üçüncü Halife ile) beraber babasının oğulları da (mensubu olduğu Ümeyyeoğulları da) işe giriştiler. Allah’ın malını devenin ilkbaharda otları, çayır, çimeni yiyip hazmettiği gibi yiyip hazmettiler.”
Bu grubun mahiyetini tanımak hiç de öyle kolay değildir, hatta bir çok hususta insanlar yanlışlığa düşmekte ve onları gerçek anlamda tanımaktan aciz kalmaktadırlar. Çünkü bu grup asla dini inkar etmemektedir. Kendi menfaatlerine uyan bölümleri almakta, kendi zararlarına başkalarının lehine olan hükümleri ise terk etmektedirler veya bu hükümlerin uygulanmasını ertelemektedirler. Bu grup kendi davranışları sebebiyle halka verdikleri zarar ve ziyanları farklı yollarla tevil etmektedirler. İslam devleti dönemindeki bu menfaatçi ve fitneci grubun amellerinden bir örnek vermek istersek onların ganimeti tümüyle toplayan ve sahiplerine hakkını vermeyen kimseler olduklarını söylemek gerekir. Elde ettikleri ganimet ve haraçları bir zerre olsun başkasına vermezler. Her şeyi kendi ellerine geçirir, Müslümanların haklarını vermek hususunda ayrıcalık gözetirler. Bir gruba fazla, bir gruba az, bir gruba ise hiçbir şey vermezler.
Nehcü’l-Belaga İslam toplumunda fitnelerin çıkış nedenlerini beyan eden sözler ile doludur. Biz burada sadece Hz. Ali’nin bir sözüyle iktifa ediyoruz: Hz. Ali (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ey Ammar, onu (Muğire b. Şube'yi) bırak! O dinden sadece kendini dünyaya yaklaştıran şeyleri almıştır. Kasten kendini şüphelere atmıştır ki hatalarına mazeret olsun.”
Fitne Ateşini Söndürmenin En İyi Metotları
Bu bölümde İmam’ın karşılaştığı fitnelere karşı takındığı tutumu ve bu isyanlara karşı nasıl davrandığını inceliyor ve İmam (a.s.)’ın bu metotlarından istifade ederek fitneler ve isyanlar karşısında en iyi tutumları öğrenmeyi istiyoruz.
İmam Ali (a.s.) zamanındaki tüm fitneler mevki ve makam sevgisi etrafında dönüyordu. Eğer makam ve mevkiye aldırış etmeyenlerin önderi Hz. Ali (a.s.)’ın zühd ve takvası olmasaydı, şüphesiz bu fitnelerden sadece biri İslami hayatı ve İslam devletini yok etmeye yeterdi, artardı bile. İmam Ali (a.s.)’ın Nehc’ül-Belağa’daki bu konu hakkındaki sözleri incelendiğinde İmam (a.s.)’ın bütün bu fitnelerdeki temel rolünün ve asıl hedefinin fitne ateşlerini söndürmek olduğu açıkça görülmektedir. Örneğin: Ebu Bekir Sakife’de Müslümanların halifesi olarak seçildiğinde Ebu Süfyan gibi bir grup Kureyş’li önde gelenler İmam (a.s.)’ın yanına gelerek ona biat sözünü verdiler. Ama İmam (a.s.) onlara şöyle cevap verdi:
“Ey insanlar! Fitne dalgalarını kurtuluş gemisiyle aşın, nefret yolundan ayrılıp gurur tacını başınızdan atın. Ancak kendi kanadıyla uçan (yeterli taraftarlarıyla kıyam eden) veya teslim olup rahata kavuşan (inzivaya çekilen) kurtulur. (Ben de yeterli taraftara sahip olmadığım için inzivaya çekildim.) Bu (yeterli taraftar olmadığı halde iddia ettiğiniz kıyam) kokmuş ve rengi değişmiş bir sudur. Yiyenin kursağında düğümlenen bir lokmadır. Vakti gelmeden ham meyveyi devşiren, bitmeyecek yere tohum ekene benzer.”
Bu sözlerinde İmam (a.s.)’ın tehlikeli olaylar ve fitneler karşısındaki tutumu açıkça görülmektedir. Hz. Ali (a.s.) şunları açıklamaktadır:
1- Birinci halifeyle savaşmak büyük fitnelere sebep olacaktır. “Ey insanlar! Fitne dalgalarını kurtuluş gemisiyle aşın”
2- Kendisine biat etmek için gelenlerin iyi niyetleri yoktu. Onları bu işe şahsi menfaatleri, kabile arzuları ve cahili istekleri zorlamıştı. “Nefret yolundan ayrılıp gurur tacını başınızdan atın”
3- İmam (a.s.)’ın o şartlarda karşılaştığı zorluklarda kendilerine dayanabileceği halis ve takva sahibi dostları yoktu. Var olan dostları ise kendine hedefe ulaşmada yardımcı olacak bir güçte değillerdi. “Ancak kendi kanadıyla uçan (yeterli taraftarlarıyla kıyam eden) veya teslim olup rahata kavuşan (inzivaya çekilen) kurtulur.”
4- Bu hassas ve tehlikeli durumda her zaman için İslam'ın faydasına olacak olan en iyi tutum şüphesiz ki sakınmak idi. “Teslim olup rahata kavuşan (inzivaya çekilen) kurtulur.”
5- Böylesine bir durumda kendini ve ailesini feda etmenin de hiçbir faydası yoktur. Zira insanlar daha yeni Müslüman olmuşlar ve etraflarındaki olayları ve tutumları hakkıyla değerlendiremiyorlar. Eğer İmam Ali (a.s.) o şartlarda İmam Hüseyin (a.s.) gibi kıyam etmiş olsaydı şüphesiz ki hedeflerine ulaşamazdı. Belki de İmam (a.s.)’ın şu sözü de bu manaya işaret etmektedir. “Bu (yeterli taraftar olmadığı halde iddia ettiğiniz kıyam) kokmuş ve rengi değişmiş bir sudur. Yiyenin kursağında düğümlenen bir lokmadır. Vakti gelmeden ham meyveyi devşiren, bitmeyecek yere tohum ekene benzer.”
Evet, işte bu yüzden İmam (a.s.) kendi kesin haklarından vazgeçti, bütün acılığına rağmen sabretti. İmam (a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Bunun üzerine hilafet elbisesini soydum ve bir kenara ittim.”
Hakeza şöyle buyurmuştur: “Baktım Ehl-i Beyt’imden başka yardımcı göremedim, onların ölümüne razı olmadım ve diken dolu gözlerimi yumdum. Kemik saplanmış boğazımla (olayları) yudumladım. Sinirlerime hakim oldum ve zakkumdan acı suyu tatma hususunda sabrettim.”
Hakeza şöyle buyurmuştur: “Allah’a andolsun ki ben Müslümanların işleri düzenli yürüdüğü müddetçe (fitne ve fesad kopmadıkça) ve özellikle benden başkasına zulmedilmedikçe, (hilafeti diğerlerine) teslim edeceğim.”
İşte böylesine bir İmam bu fitnelere karşı kaldı, onu daha nütfe halindeyken boğdu ve asıl hedeflerine ulaşmak için kendisini bir köprü gibi kullanmak isteyenlere engel oldu. Bu fırsatçılar, asıl amaçlarına ulaşmak için İmam (a.s.)’ı bir köprü gibi kullanmak istiyorlardı. Oysa İmam onların art niyetlerinden haberdar idi ve bunu şu ifadeleriyle açıklıyordu: “Allah’a andolsun ki hakkımda hile yapmaları hususunda gafil davranmayacağım ve zorluklarda güçsüz kalmayacağım.”
Hakeza şöyle buyurmuştur: “Fitneye karşı iki yaşındaki deve gibi ol; onun ne binilecek sırtı, ne de sağılacak memesi vardır.”
Ali (a.s.)’ın karşılaştığı ikinci fitne ise İslam hilafeti adı altında yönetimi elinde bulunduran kimselerin bir çok değerlerden el çekmesi ve İslam yolundan ayrılması idi. Üçüncü halifenin son dönemlerinde İslam devletinde bir çok siyasi, idari ve iktisadi bozukluklar baş göstermişti. Halifenin bir grup menfaatçi yakınları hiçbir liyakat ve ehliyete sahip olmaksızın Müslümanların mali ve siyasi işlerinin idaresini eline almış ve Müslümanların varlıklarının yağmalıyorlardı.
Bu değişiklikler bir grup Müslümanın uyanmasına neden olmuştu. Bu Müslümanlar genelde doğal olmayan o şartlar sebebiyle bir çok zarar görmüş kimselerdi. Bu grubun Mervan bin Hakem gibi fasık, takvasız, ehliyetsiz ve dengesiz kimselerin elinde bir oyuncak haline düşen halifeye karşı duyduğu kin ateşi gün dittikçe şiddetleniyordu. Sonunda bu devrimci ve bilinçli hareket halifenin evine doğru aktı ve halifeden defalarca siyasetini değiştirmesini, muhasebe ve münasebetlerini gerçek bir İslami bakış açısınca gözden geçirmesini istedi. Ama halife tarafından uygun ve ikna edici bir cevap alamayınca İmam Ali (a.s.)’dan durumu değiştirmek ve kendisine itaat etmek için silahlı bir kıyama izin vermesini istediler. İşte burada İmam (a.s.)’ın büyük tarihi tutumunu görmekteyiz. İmam (a.s.) burada insanları sakınmaya, sakin olmaya ve halife aleyhine şiddete başvurmamaya davet etmektedir. Zira; iyice tartılıp ölçülmemiş bir harekete başvurmak kendilerine bir çok zorluklar icat edecekti. O zamanlar İslam toplumunun büyük bir kısmı cehalet ve bilinçsizlik içinde yaşıyordu. Halifeye her haliyle mukaddes bir gözle bakıyorlardı. Bir çok maddi imkana sahip olan İslam ümmetinin bazı büyük şahsiyetleri ve idarecileri şüphesiz Osman’ın öldürülmesini kendi hedeflerine ulaşma yolunda vesile edinecekler ve sonunda Müslümanların veya İslam toplumunun durumu öncekinden daha kötü bir hale gelecekti.
Evet. Bu yüzden İmam (a.s.) Osman’a karşı savunucu bir tutum sergilemiş olduğu halde sessiz kalmakta, eli kolu bağlı kalmamakta, genelin maslahatı doğrultusunda yürümekte, defalarca Osman'ın yanına gitmekte ve emin bir öğütçü, gibi tutturmuş olduğu metodunu değiştirmesini öğüt vermektedir. Nitekim bizzat İmam'ın kendisi bu konuda şöyle buyurmaktadır: Ben halkın kendisinden razı olmasını istediği muhacirlerden biriydim ve kendisini çok az kınardım.
Hakeza Osman ile görüşürken de kendisine şöyle buyurmuştur: “Halk peşimde, beni seninle kendileri arasında elçi olarak gönderdiler Seni geçtiğimiz bir şey yok ki sana haber verelim ve gizlice bir şey yapmış değiliz ki sana iletelim. Bizim gördüğümüzü sen de gördün, bizim duyduğumuzu sen de duydun. Bizim gibi sen de Resulullah ile arkadaşlık ettin. Ne İbn-i Ebu Kuhafe, ne de İbn-i Hattab, doğru amelde senden daha evla değillerdi. Sen damat olmak şerefini elde etmen sebebiyle akrabalık bakımından Resulullah’a daha yakınsın; onlarsa buna ulaşamadılar. Allah için, Allah rızası için kendine acı. Çünkü sen, Allah’a andolsun, körlükten basirete, cehaletten bilgiye gelmiyorsun.
İmam (a.s.) defalarca dertlere parmak basıyor ve ilacını da beyan ediyordu. Nitekim bir konuşmasında da Osman'a şöyle buyurmuştur: Yaşının kemaline, ömrünün sonuna geldikten sonra, Mervan’ın istediği yere sürdüğü mal olma.”
Hakeza: Bil ki Allah nezdinde en iyi kimse kendisi hidayet bulmuş, başkalarına da hidayet eden, Peygamber'in malum olan sünnetini ikame eden ve cahilane bidatleri ortadan kaldıran adil önderdir.
Bu görüşmesinde Osman kendisine; Halk ile bir görüş de kendilerine yapılan zulümleri telafi etmek için bana fırsat vermelerini iste dediğinde şöyle buyurdu: Medine'de olanlar için izin istemen gerekmez. Medine dışında olanlar içinse fırsat emrinin oraya gidip çatmasına kadardır.
İmam'ın Osman'a söylediği son sözün anlamı şuydu ki; Osman Medine'de yapılması gereken ıslahatı hemen hiç gecikmeden yapabilirdi, dolayısıyla da isyancılardan fırsat dilemenin gereği yoktu. Zira onlar Osman'ın Medine'de ıslahat hareketine başladığını duyacak olsalardı hemen isyandan el çekebilirdi.
Ayrıca diğer bölgelerin ıslahı için de isyancılardan fırsat dilmeye gerek yoktu. Çünkü onlar da Osman'ı kendi bölgelerindeki valilerine bir takım şeyleri ıslah etmesini emrettiğini duyduklarında ister istemez isyandan el çekeceklerdi.
İmam'ın Osman'a Müslümanların işlerini ıslah için sergilediği ısrarlar ve kendisine yaptığı nasihatler, aralarında bir takım çekişmelerin de vücuda gelmesine neden olmaktaydı. İşte bu çekişmelerin birinde Muğayre bin Ahnes adında biri Osman'a şöyle dedi: Ben onun karşısında seni savunabilirim. İmam (a.s.) Muğayre bin Ahnas'a şöyle dedi: Ey lanetlenmiş; dalı, kökü olmayan soysuzun oğlu! Sen mi benim işimi bitireceksin! Allah’a andolsun Allah, senin yardımcısı olduğun kimseye galibiyet vermez, senin ayağa kaldırdığın kimseyi ayakta tutmaz. Yıkıl git karşımızdan! Allah seni uzak etsin! Sonra dilediğin yere git, dilediğini yap. Eğer geri kalırsan Allah seni sağ koymasın!
Evet. İmam (a.s.) işte böylesine bir taraftan Osman'ın canını korumak ve fitneyi önlemek için bir an olsun ona nasihat etmekten el çekmiyor ve diğer taraftan da daha büyük fitnelerin kopmasını önlemek için isyancı grubu sakinleştirmeye çalışıyordu.
İmam'ın ikinci tutumu, yani isyancıları sakinleştirmesi Osman'ın defalarca İmam'dan rica ettiği bir husustu. Osman, muhasara altında olduğu bir zamanda Abdullah bin Abbas vasıtasıyla İmam'a bir mektup yazdı ve bu mektubunda İmam'dan Medine'yi terk edip Yenba' daki kendi mülküne gitmesini böylece halkın İmam'ın hilafeti için gösteri yapmasına engel olmasını istedi. Osman bu mektubuyla İmam'dan ikinci defa olmak üzere böyle bir talepte bulunuyordu. Dolayısıyla İmam da Abdullah bin Abbas'a şöyle buyurdu: “Ey İbn-i Abbas! Osman ne istiyor? Beni tarla sulamak için su taşıyan devenin durumuna getirmek mi istiyor! Gidiyorum, geliyorum. Önce çıkıp gitmem için haber yolluyor; sonra da gelmemi istiyor. Şimdi, yine çıkıp gitmem için haber gönderiyor. Allah’a andolsun kuşatanlar ondan uzaklaştırdım, fakat bunu yaptığım için suçlu olmaktan korkuyorum.”
Gerçi İmam (a.s.) sonraları, zalimce ve yalan üzere Osman'ın katli ve halkı isyana teşvikle itham edilmesine rağmen önceden sözünü ettiğimiz akıllıca tutumlarıyla bu fitneden muzaffer bir şekilde çıkmıştır. Bunun delili de şudur:
Birinci olarak: İslam ümmetinden İmam'ın Osman'ın katli hususunda suçsuz olduğuna inanan büyük bir kesimin desteğini aldı, eğer İmam Osman'ın katlinde veya halkı isyana teşvik etmede katkıda bulunmuş olsaydı şüphesiz Müslümanların çoğunluğunun desteğinden mahrum hale gelirdi.
İkinci olarak: Halife seçiminde İslami ilkelere riayet edilmesini sağladı, zira Osman öldürüldükten sonra kendisinin seçimi de icma yoluyla olmuştur. Eğer İmam şiddet yoluna başvurmuş olsaydı şüphesiz ki hilafete ulaşması da zor ve kuvvet yoluyla gerçekleşirdi. Böylece de bu hususta yeni bir metod ortaya koymuş olurdu ve bu metod sonraki dönemlerde ortaya çıkan Ümeyye oğullarının metoduna benzemiş olurdu. Oysa İmam Ali (a.s.) gibi bir şahsiyetten böylesine bir tutum beklenemezdi.