İslam ve Feminizim

Pazartesi, 03 Şubat 2014 15:04

 

Bismihi Teala 

Kadir Akaras

Kadın konusu tarih boyunca tüm insanların gündeminde olduğu gibi, düşünürlerin ve siyasetçilerin de gündemini oldukça fazla işgal etmiştir. Konu, önemi itibariyle ister teorik alanda olsun, ister pratik hayatta olsun aşamalardan geçmiş ve hakkında görüşler ortaya atılmış, yazılar yazılmıştır.

Günümüz dünyasına baktığımız zaman, geçmiş tarihten günümüze kadar süre gelen düşüncelerin içinden iki akım ve düşünce tarzı kadın konusunda daha çok ön plana çıkmış ve iki alternatif oluşturmuştur.

Hemen hatırlayalım ki, teorik anlamda bu gündem daha çok araştırmacıları ve yazarları meşgul etmektedir. Yoksa konunun kahramanı olan kadınların büyük bir çoğunluğu, tıpkı erkekler gibi hayat şartlarının oluşturduğu sorunlar içinde az da olsa rahat yaşamanın mücadelesini vermekteler ve düşünürlerin onlar hakkındaki düşünceleriyle de pek ilgilenememektedirler.

Birinci akım kadınları özgürleştirmek, haksızlıklardan kurtarıp erkekle eşit hak ve imkânlardan onların da yararlanmasını sağlamayı savunan feminizm akımıdır. Diğeri ise dini açıdan kadınları sahip oldukları haklara kavuşturmak ve gelenekçi din anlayışındaki kadını gerçek din anlayışındaki kadın konumuna taşımak çabasında olan akımdır.

Görüldüğü gibi her iki anlayışın ortak yanı kadınların sosyal hayatta bir takım haklardan yoksun kalışıdır. Altını çizmeliyiz ki feminist hareketin öncülüğünü batı, dini bakışın önderliğini ise İslam ve Müslümanlar yapmaktadır. Müslüman toplumlardaki kadının konumunu ya da batı toplumlarında kadının vardığı noktayı tartışmıyor ve konu etmiyorum ki bu daha çok sosyal yapıları, bölgesel şartları hatta bireysel karakterleri inceleyerek sonuca varılabilecek geniş bir yelpazeye sahip alandır ve ön yargısız incelenmesi gerekmektedir.

Bu gün feminizm diye adlandırılan akımı daha iyi anlayabilmek için bu düşüncenin kısaca doğuş tarihine ve oluştuğu sosyal şartlara bakmak gerekir.

 

Feminizm'in Oluştuğu Sosyal Şartlar:

Batı kaynaklı düşüncelerin temelini hümanizmin oluşturduğunu iddia etmek bir abartı değildir. 15. ve 16. asırlarda kilise destekli yönetimlerin beceriksizliği ve adaletten uzak uygulamaları toplumu kilise ve dinden soğumaya ve uzaklaşmaya itmiştir. Daha sonra gelişen sosyal ve siyasal olaylar sonucu kilise tamamen olmasa da büyük ölçüde toplum dışına itilmiş oldu artık din sadece birey ve tanrı arasında sınırlı bir alana sıkıştı.

Böylece tanrının sosyal hayattaki boşluğunu insan doldurmaya başladı. Akılcılık hak ve batılı, doğru ve yanlışı birbirinden ayıran tek ölçü olarak insan hayatını şekillendirmeye başladı ve hayat tarzı belirlemek için tek merci kabul edildi.

Bu düşünce "benmerkezci", "insan merkezli" bir sonuç doğurdu böylece insan kendi değerlerini oluşturarak her türlü gelişimi ve oluşumu kendi oluşturduğu değerler doğrultusunda kabul ya da ret ederek çıkar ilişkisini değer diye addetmeye başladı.

Batının diğer düşüncelerinin temelini artık bu düşünce oluşturmaya başladı ve zaman geçtikçe bu tarz düşünce yayıldı ve birçok teoriye de kaynaklık etti. Örneğin;

 

1-Pluralizm (Çokçuluk)

Bu düşünce tarzında neredeyse evrensel ve sabit değer yoktur ve tüm değerler nispi ve izafidir. Çünkü “benmerkezci” insanların her birinin olaylara ve oluşumlara farklı bakışları vardır. Öyleyse hiçbir insanın düşüncesinin diğerine tercih edilmesine bir sebep ve gerekçe yoktur. Dolayısıyla her insan kendi yaşam tarzını oluşturmakta hür ve özgürdür. Bu anlayışa göre tek tanrıya inanmakla ineğe tapmak arasında değer farkı yoktur. Çünkü her ikisi de insan seçimidir ve değerlidir.

 

2-Demokrasi

İnsan, “benmerkezci” hümanist düşünce sonucu değerlerin nispi ve izafi oluşunu kabul ederek her insanı tercihinde serbest bırakmakla birlikte bu serbestliğini ancak yine bu insanlardan oluşan çoğulun ortak kabulleri ya da retleri kısıtlıyor olabilecek ve bireylerin özgürlüklerini ve sınırlarını korumak için çoğulu temsil edecek bir hükümete kendi yetkilerini devrediyor ya da verdiği yetkiyi alıyor olacaktır.

 

3-Liberalizm

Liberalizm; her bireyin inanç, vicdan ve düşünce özgürlüğünün tanınması gerektiğini savunan ekonomik ve siyasal öğretidir. Hem ekonomi felsefesinde hem de siyaset felsefesinde devlet, birey ve toplum arasındaki ilişkilerde bireyin hak ve özgürlüklerini öne çıkaran bir düşünce sistemidir.

Bu düşünceye göre bireyin hak ve özgürlükleri korunması gereken özelliktir. Hükümetlerin var olma sebebi de bunu korumak ve özgürlükler arası çatışmaları engellemektir. Özetle özgürlüklerin başka özgürlüklerle çatışmamasını sağlamaktır. Bu anlayışa göre adam öldürmek, tecavüz ve gasp sadece başkalarının özgürlüğünü yok ettiği için suç sayılmalıdır. Yoksa aleni içki içmek, zina etmek, çıplak gezmek gibi konular başkalarının özgürlüğünü kısıtlamadığı(!) için suç sayılmamalıdır.

 

4-Sekularizm

Sekularizm devletlerin dogmatik bir inanç değil de nedensellik ve deneysellik üzerine kurulu olduğunu savunan bir düşüncedir. Sekularizmin bir başka tanımı da; dinin bir toplumun toplumsal hayatına karışmaması ve bunlarla bütünleşmemesini savunan akımdır. Sıklıkla batıdaki Aydınlanma hareketiyle ilişkilendirilen Sekularizm anlayışı da bu anlamdadır. ABD'deki kilise ve devletin ayrımı ya da Fransa'daki laiklik pratik anlamda olmasa da prensip bakımından büyük oranda Sekularizm kaynaklıdır.

Bu düşünceye göre bireyin özgürlüğünü sınırlayan yasaları ve uyması gereken değerleri ancak kendisi belirler ve hiç kimsenin buna müdahale hakkı yoktur. Tabi ki din de bu kuraldan müstesna olmayıp toplumsal bir değer ve olgu olarak bireyin hakkını sınırlayamaz.

 

İşte feminizm hareketi batı toplumlarında etkin olan bu düşünsel akımlar yatağında doğdu ve gelişmeye başladı. Bu düşüncelere ek olarak sosyal hayat içinde "benmerkezci" batıda "ben" ve "birey"'e yüklenen anlam ve mana daha çok erkek anlamlıydı ve kadın ikinci sınıf hatta yok sayılmaktaydı

Ünlü düşünür Jean Jacques Rousseau (1712-1778) kadını vatandaş saymayarak akıl, güç ve seçme iradesinin erkek karakteri olduğunu söylemektedir. Rousseau, kadınların felsefi ve bilimsel araştırma için gerekli yetenekten yoksun olduğunu savlar. Bu nedenle kadınların eğitimi teorik konulardan ziyade pratik konular üzerinde yoğunlaşmalıdır diyor.

Ünlü düşünür, kadını erkeği baz alarak tanımlayan, ona toplumsal cinsiyet rolleri yükleyen, onu ‘erkeğin hizmetine görevlendiren, ona yaratılışlarının ‘asıl gayesinin dünyaya çocuk getirmek’ olduğunu hatırlatan, erkeğe itaat etmenin gerekliliğini vurgulayan bir düşünceye sahiptir. Rousseau, bu söylemlerle aslında kadını ikinci sınıf insan kategorisine koymaktadır. Rousseau’nun özgür ve eşitlikçi eğitimi yalnızca erkekler içindir.

 Arthur Schopenhauer f (1788-1860 Alman filozof) da bu dünyadan geçerken kadın üzerine bir şey yazmış düşünürlerdendir. “Kadınlara Dair” isimli makalesine kadınlara dair övgülerle başlar Schopenhauer. Schiller'in kadınlar onuruna yazılmış bir şiirinden söz edip Jouy'dan bir alıntı yapar: “Kadınlar olmadan hayatlarımızın başlangıcı çaresiz, ortası zevksiz ve sonu teselliden uzak olurdu.” Buradan yola çıkıp da kadının yapısına değinerek nasıl işler için yaratılmış olduğu hakkında hükümlere varır. Schopenhauer "Çocuğuna bakmak ve kocasını neşelendirmek kadının en öncelikli vazifesidir." der ve ekler: “Kadına en uygun meslek öğretmenliktir.” Çünkü ona göre kadın da çocuk yaratılışlıdır, hatta kadını, çocuk ve ergen erkek arasında bir köprü olarak tanımlamaktadır.

Erkek geçmiş ve geleceği göz önüne alıp planlar yapan bir varlıkken kadın, dar mantığına hapis olmuş yalnızca şimdide yaşayan bir varlık olarak kalıyor. Kadındaki neşenin sebebi de yalnız şimdide yaşaması olarak gösterilmiş. Kadınların daha şefkatli olmaları da muhakemelerinin zayıflığına bağlanmış. Adalet konusundaysa erkeklerden daha aşağılar. Kadın doğasındaki temel hatanın adalet duygusunun eksikliği olduğunu da söylüyor Schopenhauer.

Kadınlar doğaları gereği ikiyüzlüler ve bu yüzden şahitlikleri geçerli olmamalı...

Kadınların sanattan anlamadığını, bir operanın en güzel kısmında yalnızca aralarında çene çaldıklarını, Yunanlılar'ın tiyatrolarından kadınları uzak tuttuğu doğruysa bunun ne kadar haklı bir şey olduğunu söylüyor Schopenhauer. Kadın iflah olmaz bir şekilde kültürsüzlüğe mahkûmdur. “İnsan ırkının bu ikinci dereceden üyesi” kendisine gösterilen hiçbir saygıya layık değildir. “Avrupa'da sözde ‘hanımefendi' hiç olmaması gereken bir varlıktır; o, ya bir ev hanımı olmalı ya da öyle olmayı ümit eden bir genç kız.” ("Kadınlar Üstüne" Miray Çakıroğlu)

Friedrich Nietzsche (1844-1900) “Kadın değersiz bir varlıktır ve kötülük kaynağıdır. Akıl erkeğe hastır, akıllı bir hayvan bulunabilir belki ama akıllı kadın asla.”

Montesquieu (1689-1755 Fransız politik düşünür) kadınları zayıf ruhlu, algılama fukarası, bencil ve kendini beğenmiş varlıklar olarak tanımlıyor.

Batının dünyaca ünlü düşünürleri böyle düşünüyorken normal vatandaşın kadın hakkında ne düşündüklerini ve nasıl bir uygulama içinde olduklarını varın siz düşünün. Fransız ihtilaliyle birlikte oluşan yeni ortamda ucuz iş gücüne muhtaç olan sermaye çevrelerinin de katkısıyla kadın hakları ve kadın-erkek eşitliği sloganları yayılmaya başladı demek oluyor ki feminist hareket haksızlıklara ve adaletsizliklere baş kaldırıp haklarına varmak isterken batıya hâkim olan "ben eksenli" "benmerkezci" düşünce tarzından bağımsız hareket edemedi ve haklarını talep ederken "benmerkezci" oldu.

Kadınlık "Ben"ini ön plana çıkararak feminist akımı başlatmış ve savunmuş oldu.

Kısaca batıda erkek karakterli "benmerkezci" filozoflara ve adil olmayan toplumsal geleneklere karşı kadınlar, kadın karakterli "benmerkezci" feminizmi oluşturarak tepkilerini adil olmayan biçimde göstermiş oldular.

Feminizm taraftarları kendi savlarını o kadar ileri taşıdılar ki artık eşitliği aşıp kadının üstün varlıklar olduğunu savunmaya ve erkekleri kendilerinden bezdirmeye başladılar. Bir örnekten hareketle “Maalesef feministler kendi mağduriyetlerini evrenselleştirerek erkeği de kadını da kategorik hale getirmiş, neredeyse özcü bir siyasetin konusu kılmış durumdalar. Ama ne yazık ki kendileri demokrat zihniyette değiller... Hak aramayı bir tür militanlığa dönüştürmekle kalmıyor, bunu da açıkça saldırgan bir modalite içinde yürütüyorlar. Sonuç kaçınılmaz olarak marjinalleşme, ama aynı anda ‘bileylenerek’ safları sıkıştırmak oluyor. Bu ise marjinalleşmeyi daha da arttırıyor... Böylece feminizm anlama faaliyetini anlamsız kılan, yakaladığını cezalandırma peşinde bir toplum polisliğine dönüşürken, aynı zamanda entelektüel ve ideolojik bir getto yaratıyor.” diyor Etyen Mahçupyan. (13.07.2008 Taraf Gazetesi).

Şunu da hatırlatmalıyım ki feminizmin doğuşu, saydığımız sebeplerle sınırlı değildir elbette, ancak başlıca sebepleri bunlardan ibarettir tespitinde bulundum.

Ayrıca feminizmin savunucuları düşüncelerini bir takım felsefi ve bilimsel ilkelerle de savunmaya çalışmışlardır. Ne var ki Feminizm bahsettiğimiz şartların doğurduğu bir tepki olduğundan felsefi temellere dayandırılması çok zor bir sav olacaktır.

 

Feministlerin savunması şöyle sıralanabilir.

A- Feministler cins ve cinsiyet arasında farkın olduğunu söyleyerek kadın-erkek arasındaki tüm farklılıkların fizyolojik olduğunu bunun da kadın cinsiyle alakalı olduğunu savunuyorlar. Zihinsel, ruhsal ve duygusal konular ise cinsiyetle alakalı olup farklılıkları toplumun yarattığı eşitsizlikler olarak görmektedirler dolayısıyla cinsiyete ait konularda farklılık olmamalı yapay olarak oluşturulan farklılıklar da yok edilmelidir.

B- Feministler, hukuk ve toplumsal yaşam alanında kadın-erkek arasında eşitliğe inanmakta ve her türlü farklılığı haksızlık ve adaletsizlik saymaktadırlar. Dolayısıyla hukuk ve sosyal alanda kadın ve erkeğin rolünün aynı olması gerektiğine inanmaktadırlar.

C- Çekirdek aile inancı ve geleneği kadını erkek sultası altına soktuğu için değişmeli ve erkek egemenliği yaratmayacak bir şekle dönüştürülmelidir.

D- Batı kaynaklı feminist akımın taraftarları kadın için de her türlü toplumsal kayıt ve sınırların kaldırılmasını savunarak, kadını annelik, doğurganlık ve maşukluk esaretinden -ki bunlar erkek egemenliğini simgelemektedir- kurtarmak gerektiğine inanmaktadırlar. Feministlerin bu savlarını bir bütün olarak değerlendirecek olursak, şöyle bir sonuç elde etmiş oluruz:

“İnsanların tüm faaliyetlerden amaçladığı şey refaha ulaşmak ve müreffeh yaşam olanaklarından yararlanmaktır. Öyleyse neden bir kısım insanlar (erkekler) bundan tamamen yararlanabiliyorken diğer kısmı (kadınlar) bu olanakları tamamen kullanmaktan yoksun bırakılıyor?”

Bu düşünce tarzı tam da bahsettiğimiz bencil, “benmerkezci” batı kültürünü yansıtmaktadır.

Buraya kadar kısmen de olsa feminist bakış açısının nasıl oluştuğunu ve düşünsel alt yapısını kaleme aldık. Şimdi dini-İslami bakış açısında kadının yerine de kısmen değineceğiz. Dini bakış açısında kadının konumunu daha iyi anlayabilmek için öncelikle genel manada İslam’ın insan bakışını irdelememiz gerekiyor çünkü İlahi açıdan insanın kâinattaki konumu belli olmadan kadın konusu açıklığa kavuşamaz.

 

1-İnsan kuldur ve ilahi halifedir

İslami inanç sisteminde varlığın ekseni Allah’tır, her şey onun mahlûkudur ve varlığı ona bağlıdır. Çünkü bu inanç sistemine göre Allah ezeli ve ebedi bir varlıktır. O hikmet, tedbir, adalet ve ilim gibi vasıflara sahiptir. Dolayısıyla yaratığı her şeyi bir denge unsuru olarak yaratmıştır. Her bir nesne kâinatta özel bir yere sahiptir ve varlıkları ilim ve hikmete dayalıdır. Bunca varlık içinde akıl sahibi insan, seçme özgürlüğüne sahip olduğu için ayrı bir yere ve öneme sahiptir ve tüm varlıklar insan içindir ve insanın araç gereçleridir. Dini bakış açısında insan, yaratanın halifesidir diğer varlıklar gibi yaratılmış olmakla birlikte onlarla ortak özelliklere de sahip olup onlardan kopuk bir yaşama sahip değildir. İnsan mutlak ve sınırsız bir varlık değildir. Dolayısıyla evrene hâkim olan kurallar insana hâkimiyeti de kapsayacak şekilde genel ve geniştir. Böyle bir düşünce tarzında tabi ki her sınırlı varlık gibi insan da Allah’a yani sınırsız ve mutlak bir varlığa intisap ederek anlam ve değer kazanmaktadır. Hal böyle olunca insan kullukla anlam kazanır, ilahi halife olmakla değerli konuma sahip olur İslami bakış açısında.

 

2-Kâinat amaçsız yaratılmamıştır

Varlık âleminde her varlık bütünün bir parçasıdır. Kâinat, ilmin kaynağı ve hikmet sahibi bir yaratıcı tarafından yaratılmış ve her şey onun planladığı şekilde hareket etmekte ve bir amaca doğru ilerlemektedir. Bu varlık âleminde gördüğümüz hiçbir şey içinde noksanlık barındırmaz, aksine tüm farklılıklara rağmen her nesne birbirini tamlayan özelliğe sahiptir. İnsan da genel manada bu kâinatın tamlayıcı unsurlarından biridir kadın-erkek olarak.

 

3-Tekvin ve Teşri uyumluluğu

İkinci ilkede değindiğimiz gibi var olan her şey hekimane ve adilane bir amaca yöneliktir. Bu ilkeden hareketle yasaların var olanlarla uyumlu olması gerektiği sonucuna varmalıyız. “Var olan”ın farklılığı, hakkındaki hükmün de farklılığını gerektirir. Aksi halde varlıktaki farklılıklara rağmen farksız yasalar ve hükümler konulursa adilane ve hekimane olmayacaktır. Sonuç itibariyle tekvindeki (yaratılıştaki) farklı özellikler teşriideki (yasamadaki) farklı hükümleri gerektirmelidir.

 

4-Dinin yaşamadaki rolü

İnsan yaratılış olarak çok geniş, ancak yine de sınırlı evren içinde çok daha sınırlı bir yere sahiptir. Aynı zamanda hem kendisi ve geleceği hakkında, hem de kâinat hakkında oldukça sınırlı bir bilgiye sahiptir. Bu gerçeğe ilave olarak şunu da bilmeliyiz ki davranışlarımız ve koyduğumuz yasalar bir şekilde çevremizi (evreni) etkilemekte ancak ne gibi etkiler bıraktığını da tam olarak bilememekteyiz. Bu gerçekler üzerinden hareket edecek olursak ancak kendi sınırlarımız kadar sınırlı yasalar koyabiliriz. Öyleyse tüm kâinatı bir amaç uğruna bir bütün olarak yaratan ve ona uyumlu bir düzen bağışlayan yaratıcı bizi ve içinde yaşadığımız evreni noksansız tanıdığı için koyacağı yasalar da evren gibi tam bir düzen ve uyuma sahip olacaktır.

 

5-Birey mi Toplum mu?

Genelde İlahi dinlerde ve özelde İslam dininde asıl muhatap bireydir. Bireyin bilgi edinmesi ve hidayet olması asıl amaçtır dini eğitilerde. Toplum ise zihinsel bir var oluştur ve asalete sahip değildir ancak ne var ki birey sosyal hayat olmadan insani değerlere ulaşamadığı ve hidayete eremediği için toplum somut varlık değeri kazanıyor ve dolayısıyla ilahi dinlerin muhatabı olarak bireylerin tekâmülü için üzerinde durulması gereken hal alıyor.

 

Buraya kadar belirttiğimiz İslami bakış açısının temel dinamiklerinden sonra, İslam’da kadının konumu ve yeri hakkında da kısa bir değerlendirme yapalım.

Hemen belirtmeliyiz ki, İslami inanışta kadın erkeğin tufeyli değil, erkek gibi eşit yaratılışa sahiptir. Yani diğer ideolojilerde olduğu gibi kadını erkeğin hizmeti için yaratılan ve ikinci sınıf biri olarak görmüyor. İnsanlıkta erkekle hiçbir farkı olmayan “insan”ın ta kendisi olarak görüyor. İslami inanışta insan (kadın-erkek) ubudiyet ve tekâmül için yaratılmıştır. Kemale ermek ve kul olabilmek sadece erkeklere has bir özellik olmayıp kadın da bu vazifeyle mükelleftir.

Elbette kadın-erkek her biri kemale erme noktasında bağımsız değil birbirlerine kemale erme konusunda tamamlayıcı ve yardımcı unsurlardır. Daha önce belirttiğimiz gibi İslami inanç sisteminde yasalar farklılıkları gözeterek konulmuştur ancak bu farklılıklar iki farklı varlığın birbirinden eksik ya da üstün olduğunu göstermez. Her varlık doğada yer aldığı farklılıkları ve bu farklılıklara özel yasalarıyla vazifesini gerçekleştirmekte ve böylece evren bir bütün olarak ana hedefe doğru ilerlemektedir.

Bir resim kompozisyonunu düşünün ki her çizgi o tablonun oluşumunda bir rol oynamaktadır. O çizgilerden herhangi birinin olmaması ya da uyumsuzluğu o resme zarar verecektir. Kadın-erkek arasındaki fizyolojik farklılıkların varlığı inkâr edilemez bir gerçektir ve bu gerçeğin doğurduğu farklı vazifeler de uygulanmaktadır tüm toplumlarda.  Düşünsel, duygusal farklılıkların da farklı hüküm ve yasalar gerektirdiği akıl, ilim ve adaletin gereğidir. Bu farklı hüküm ve yasalar da her bir cinsin gereksinim ve ihtiyaçlarına göre belirlenmiştir. Yoksa noksanlık ya da üstünlükten kaynaklanan farklı hükümler değillerdir. Bu konuyu daha detaylı incelemek ve bilgi edinmek için Celal ve Cemal Aynasında Kadın (Ayetullah Cevad-i Amuli), ve Kadın (Şehit Mutahhari)  adlı eserlere bakabilirsiniz.

Özet olarak İslam, kadın ve erkeği tüm yaratılışsal farklılıklarına rağmen insanlıkta eşit görmüş, birbirini tamamlayan iki parça olarak tanıtmış ve üstünlüğün ancak takva ile olabileceğini söylemiştir.

Son bir not olarak şunu da eklemeliyim ki toplumumuzda uygulanan birçok geleneğin İslam'la alakası olmayıp, yöresel kültürler ya da bireyin kişisel karakterinden kaynaklanmaktadır.

Buna göre her insan kadın ya da erkek İslami hak ve hukukunu gerçek kaynaklardan öğrenmeli ve birbirine yardımcı olarak tamamlayıcı rolünü üstlenmelidir. Diğer taraftan gerçek kaynaklardan haberdar olmayan dindar(!) ancak cahil bir insanın sözlerini ve tutumlarını İslam'a mal ederek dini acımasızca eleştirmemeli ki bu bilimselliğe ve ahlaka da aykırı bir tutum olur.

Her davranışın bir psikolojik ve sosyal alt yapısı olduğu gibi her hüküm ve yasanın da bir hikmet ve felsefesi olduğu ilkesini unutmamalıyız ve Müslüman Feministlere(!) de dikkat diyoruz, sakın efsanede ki Lilith Havva’ya galip gelmesin!

Yeni Makale ve Video öğeleri

Yeni Kitaplar