Bir filozofa; “Devlet yönetimi elinizde olsaydı, ilk olarak ne yapardınız?” diye sorulduğunda; “Kavramları düzeltir, kelimelerin doğru kullanılmasını sağlardım” yanıtını vermiştir.
Aziz canlar, insanlığın çözülmesi gereken onca sorunu varken, bu filozof pek isabetli konuşmamış demeyin. Bu filozof, gerçekte insanlık topluluğunun en büyük sorununa parmak basmıştır. Gerçekten de insanlık âleminin en büyük sorunu kavram kargaşasıdır. Çünkü çıkar odakları veya düşünce akımları, toplumları istedikleri istikamette yönlendirmek ve onları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak amacıyla toplumda genel düzeyde yerleşip kabul görmüş olan kavramları kullanmak durumunda kalıyorlar.
Bu aşamada, toplumda makbul olan kavramların içeriği bu çıkar odaklarının menfaatleriyle çakıştığı takdirde -apaçık tavır koyup, karşı çıkmak yerine- çareyi, içerik ve anlam bakımından bu kavramları tedricî olarak değiştirip saptırmakta buluyorlar. Böylece, sloganlaşmış temel kavramları sahiplenmenin avantajını elde etmekle beraber, toplumun değerlerini temsil eden sözcükleri kendi hedefleri doğrultusunda sömürüp, suiistimal etmeye kalkışıyorlar.
Maalesef ülkemizde kavram kargaşası en derin ve en yaygın boyutta yaşanmaktadır. Birçok kelime ve kavramlar anlam ve kapsamı dışındaki maksatları ifade eder tarzda ve hatta bazı vakitler sözcükler alâkasız ve asıl içeriğine zıt anlamlarda kullanılmaktadır.
Örneğin; fuhşa aşk denilebiliyor, iki yüzlülük ve sahtekârlığa siyaset adı konulabiliyor. Sanatla iffetsizlik, çağdaşlıkla bensizlik veya medeniyetlikle sosyetelik hep birbirine karıştırılıyor.
Bunun en bariz örneklerinden bir diğeri de laiklik kavramıdır. Her hâlde gerçek anlamda laiklik en son olarak bizim ülkemize gelecektir. Birileri, laiklik adına dine karşı çıkıp dindarlara elinden gelen zulmü esirgemezken; diğer bir grup laikliği dinsizlik olarak nitelemeğe kalkışıyor. Yahut hiçbir laik ülkede yönetim belli bir mezhepten yana tavır koymazken; bizim ülkemizde laiklik, Hanefîliğin savunucusu ve tebliğcisi oluyor. Ve...
Toplum olarak özellikle millî, kültürel ve dinî değerlerimizi ifade eden kavramların sömürülmesinin karşısında durmak zorundayız. Aksi takdirde gelecek nesillerimizin toplumsal değerlerimiz konusunda daha şaşkın bir duruma düşmeleri kaçınılmaz acı bir gerçek olarak önümüze çıkacaktır.
Kısacası, herkes ortaya attığı fikrin, savunduğu düşüncenin gerçek adını söylemeli ve kimsenin sahta mallarını başka etiketlerle pazarlamasına izin verilmemelidir. Aksi takdirde kimin eli kimin cebinde olduğu belli olmayan karmaşık bir toplum durumundan kurtulmamız mümkün değildir.
Ancak bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz kavram, Alevîlik kavramıdır. Ne yazık ki, kavram kargaşası açısından o denli ileri gitmişiz ki, artık dinlerin ve mezheplerin de adı birbirine karışır duruma gelmiş ve özellikle son zamanlarda herkes; “Alevîlik nedir?” diye sormaya başlamıştır.
Gerçekten Alevîlik nedir? Soran da şaşkın, soruya yanıt veren de, soruyu duyan da. Sahiden ne oldu da bugüne kadar açıkça bildiğimiz ve her şeyden çok açık seçik olarak tanıdığımız Alevîlik bilinmez oldu?!
Meğer Alevîlik yeni türemiş fikir akımlarından mıdır ki, ne olduğu meçhul olsun da sormak gereksin?! Alevîlik İslâm kadar açık ve net bir anlam taşırken, nasıl oluyor böyle bir soru ciddî şekilde söz konusu olabiliyor?!
Bu durum, toplum olarak bizim birtakım karanlıklara gömüldüğümüzün bir belirtisi değil midir?!
Hâşâ, bin kere hâşâ, Alevîlik karanlıktaki bir fil misali midir ki, herkes ilk eline gelenin adını Alevîlik koyuversin?! Tarihi Alevîlikle aydınlanmış ve toprağı Ehl-i Beyt sevgisiyle yoğrulmuş bir ülkede; “Ben Alevîyim ama Müslüman değilim.” denilebilir mi?! Ya peki hâşâ ve hâşâ Ali Müslüman değil miydi?! Hangi Alevî bu safsatalara aldanır?! Ali her Müslüman’dan önce Müslüman’dı. Ali İslam dininin kahramanı, müminlerin önderi değil midir?
Alevîlik bir örftür, bir kültürdür diyenler var. Bundan da Ali’ye karşı hiçbir taahhüdü olmayan bir Alevîlik kastediliyor gerçekte. Maksat ise belli; Alevî kelimesini istismar ederek, bu kutsal adın altına kendi ilhadî düşüncelerini ve materyalist dünya görüşlerini sokuşturmak istiyorlar. Peki yahu Alevîlik Ali’siz olup da Marks'li ve Lenin'li mi olacak?! Yoksa Mao’nun öğretiler mi Alevîliktir?! Sözünüzü ağzınızda evirip çevirmeyin. Asıl adınızla ortaya çıkın. Ali’yi istemeyenlerin Alevîlikle ne ilgisi var?! Yahu deve kuşu bile bunlardan daha iyi kendisini gizleyebiliyor!
Alevî toplumunun bu sözlere aldanmayacağı ve aldanmadığı açıktır. Aldananlar da varsa eğer; çok çekmez, beşikteyken annelerinin ninnisi ve çocukken dedelerinin sazı, sözü ile yüreklerinin en derinliğine işleyen Ali sevgisiyle uyanır ve tekrar Ali’ye dönerler. Alevînin yaşamı, Ali sevgisiyle, On İki İmam aşkıyla şekillenmiş ve anlam kazanmıştır. Alevînin göze çarpan en belirgin gerçeği işte budur.
Eğer Alevîlik diye dinsizliği yaymaya çalışan varsa, meydanı boş sandığı için böyle bir hevese kapılmıştır. Çok geçmez meydanın boş olmadığını ve Pir Sultan Abdal gibi canını Ali uğrunda feda eden nice erenlerin karşılarına dikildiğini görürler. Bu kutsal vatanın erenlerinin canı Ali aşkıyla yoğrulmuşlar. Serlerinden geçmişler ama Ali’den, Ehl-i Beyt’ten geçmemişler. Artık kalpleri Ali aşkıyla dolup taşan gençlerimizin dilinde, Pir Sultan Abdalların “Dönen dönsün ben dönmezem Ali’den” beyti destanlaşmıştır. O hâlde beyhude kendinizi yormayın; bizim kalbimizden Ali, Ehl-i Beyt ve On İki İmam aşkını çıkaramazsınız.
Alevîliği dinsizlikle bağdaştırmaya çalışanlardan geçelim, bir de Alevîlik konusunda mesnetsiz ve aceleci şekilde konuşanlar var. Yani, en son duyduklarını ve her bildiklerini Alevîlik diye sunan grup. Bunlar kafalarındaki her şeyin Alevîliliğin bugüne kalan bütünü sanmaktadırlar. Böyle olunca da tabiîdir ki, her kafadan bir ses çıkıyor. Kaynaksız, mesnetsiz ve sorumsuz bir üslupla hiçbir şey doğru dürüst tarif edilemez. Muasır dünya görüşlerini ve felsefî ekolleri dahi, tarif etmeye kalkışsak, öz kaynaklarına bağımlı olmaksızın konuşamayız.
Yüz milyonlarca insanın takipçisi olduğu ve İslâm’ın özünden başka bir şey olmadığı bir inancı mesnetsiz ve rast gele nasıl tarif edebiliriz?!
Yoksa bilinçli olarak Alevîliği, meçhul göstermek isteyenler mi var? Başlangıcı, tarihsel süreci ve temel kaynakları malum olan bir mektep meçhul muamelesi görüyorsa, şüphe etmek gerekmez mi? Yahut birileri Alevîliği yozlaştırmak, gerçeğinden ayırmak, membaından kopararak asimle mi etmek istiyor?
Açıktır ki, Alevîliği Hanefî mezhebine bağlamak isteyenlerin bu çabalarını başka türlü algılamak mümkün değildir. Meğer Alevilik, Hanefi mezhebi içinde bulunan bir tarikatmış!!!
Alevîliğin Ehl-i Beyt ve On İki İmam öğretilerine dayandığı ve Hz. İmam Cafer Sadık’ın (a.s) mezhebini esas aldığı dolayısıyla da bu esaslara dayalı olmayan Ehl-i Sünnet mezhepleriyle mezhep açısından hiçbir ilgisi bulunmadığı hâlde, zorla böyle bir yamamaya gitmeyi hiçbir Alevînin yutması mümkün değildir. Kanımca böyle bir yutturmaya aldanmak için saf değil, ahmak olmak gerekir.
Hiç Hz. Resulullah’tan sonra ilâhî hüccet olarak On İki İmamı kabul eden bir öğretiyle, bu ilkeyi kökünden reddeden bir öğretiyi aynı kabul etmek olur mu?! Ötesi, hak mezhep olarak nitelendirdikleri mezhepleri, dört Ehl-i Sünnet mezhebiyle sınırlayarak, Hz. İmam Cafer Sadık'ın (a.s) öğretisine batıl mezhep ve Rafızilik gözüyle bakan bir öğretiyle, İmam Sadık’ın (a.s) öğretilerini kendine mezhep edinen bir inanç aynı olabilir mi?! Bütün bu gerçekler gün ışığı gibi açık seçik ortadır.
On İki İmam yolu gayet net ve açıktır. Durum böyleyken, Alevîliğin bu şekilde geniş bir çapta kişisel yorumlara ve mesnetsiz tariflere açık olması düşünülemez. Bu durum normal değildir; oyun oynanıyor demektir. Apaçık ortadadır ki, vahiy membaından ebediyete doğru akmakta olan bu zülâl ve pak suyu bulanık göstermek için çamur dökenler var.
Alevî halk, tarih boyunca ezilmiş, baskı görmüş, ama her şeyden değerli kabul ettiği inancını, yani Ehl-i Beyt sevgisini yegane kıymetli cevheri olarak çileli bağrında koruyup bu zamana taşımıştır.
Şimdi ise bin bir musibetle, tarihinin en büyük armağanı olarak mevcut nesle omuzlayarak getirdiği bu emaneti, yani gerçek Alevîliği, kötü göstermek ve emanete hıyanet etmek isteyenler var. Bunlar ya akıllı düşmanlar ya da cahil dostlardır. Bunlar bilinçli veya bilinçsiz Ali’den uzak ve Ali’nin tanımadığı bir Alevî tarifini ortaya atıyorlar.
İşte burada gerçek Ali dostlarının ayağa kalkıp, organizeli çalışmalar başlatarak emanetin hâlâ vefalı omuzlarda olduğunu göstermeleri gerekir.
Alevîlik, içerisinde zıt öğretileri bulunduran meçhul bir mezhep değildir. Aksine en açık ve net öğretileri içeren bir yoldur. Eğer belirsizlik ve şüphe varsa, bu bizim gafletimizden ve diğerlerinin fırsatçılığından kaynaklanan geçici bir durumdur.
Peki Ne Yapmalı?
Ne yapmamız gerektiği sorusunun cevabı ortadadır. İlk başta hiçbir şahsî yoruma ve görüşe yer vermeden, farklı mezhep ve grupların müdahalesine mahal bırakmadan, Alevîliğin gerçeğinin net bir şekilde ortaya koyulması gerekir. Her gelip çatanın Alevîliği, istediği tarzda tanımlamasına müsaade edoilmemelidir.
Bu aşamada Alevîliği nereden öğrenip, araştırmamız gerektiği sorusu ortaya çıkıyor. Nereden gerçek Alevîliği saf ve zülâl hâliyle elde edebiliriz?
Alevîliği, Alevî inancı evlâtları olduklarından kuşku duyduğumuz, Alisiz Alevilikten dem vuran sözde Alevî aydınlara mı sormalıyız?! Veya Aleviliğin inançlarını, Alevilikle hiçbir alakası olmadığı gün gibi ortada olan Sünniliğe bağlamaya çalışan Sünni hocalara mı sormalıyız? Açıktır ki bunların hiçbirisi Aleviliği temsil edemez.
Peki yüz yıllar boyu halkımız arasında Ehl-i Beyt sevgisiyle yaşamış ve bu sevgiyi yaşatmış olan sevgili dedelerimize ve büyüklerimizin durumu nasıl? Onlar Aleviliği gerçek boyutuyla net olarak bize tanıtabilirler mi?
Şüphesiz ki, dedelerimiz ve büyüklerimiz bu konuda devamlı aydınlatıcıdırlar, ama biz, ihtilâfların kalkmasını sağlayacak, mesnet ve kaynak sayılacak bir memba arıyoruz. Biz, Alevîliği tanımlamaya ve anlatmaya en yetkili ağzın kim olduğunu bulmaya çalışıyoruz. İşte bizim hareket noktamız, bu sorunun yanıtını aramaya koyulmaktan başlamalıdır.
Güneş gibi açıktır ki, Alevîliği tarif etmeye Hz. İmam Ali’nin kendisi ve Ehl-i Beyt olarak vasıflandırdığımız on iki İmamlar kadar hiç kimse yetki sahibi değildir. Alevîliği, adından da anlaşıldığı üzere ilk önce Ali’den (a.s) sormalıyız. Çünkü Alevîlik, Türkçe anlamıyla Alicilik demektir. Demek ki, Alevîlik Ali’ye dayanan bir yoldur. Belli ki, Ali’ye dayanan bir yolu tarif etmekte, Ali’nin kendisi ve Ali’yi temsil etme yetkisini taşıyan Masum İmamlar, herkesten önde gelirler ve herkesten daha layıktırlar.
İmam Ali’nin, keza zamanımızın efendisi İmam Mehdi (a.f) [1] hariç diğer Ehl-i Beyt İmamlarının yaklaşık olarak on dört asır önce yaşadıkları doğrudur ama, bu onların sadece fiziki olarak yaşadıkları kısa bir dönemdir. İmam Ali ve diğer Ehl-i Beyt İmamları şehit olmakla veya kendileriyle olan fiziki irtibatın kesilmesiyle yok olup gitmemişlerdir. Onların şahsiyeti ve manevî varlıkları ebediyete nur tutacak bir mahiyette canlı ve sermedî olarak ayaktadır.
İnsanlığın müşterek mirası olan tarih kitapları, İmam Ali ve diğer Ehl-i Beyt İmamlarını bütün şahsiyetleriyle, inançlarıyla, kerametleriyle ve mübarek yaşamlarında geçen bütün hadiselerle net bir şekilde anlatmaktadır. Ali ve evlatları tarihte meçhul çehreler değillerdir ki, dünya hayatından ilişkilerini kestikleri andan itibaren nesyen mensiye oluversinler. Müslümanları bir kenara bırakalım hatta gayrı Müslim tarihçiler dahi onların yüce şahsiyetlerini ve hayır, bereket dolu yaşantılarını konu edinen kitaplar tedvin etmişlerdir.
Bu durumda biz, ilk olarak Hz. Ali’yi ve evlatlarını tanımaya koyulmalıyız ve Alevîliği o yüce imamlardan öğrenmeliyiz. Eğer İmam Ali’yi ve evlatlarını tanırsak, temel inanç esaslarımızı en sağlam kaynaktan alabileceğimiz kesindir. Ardından İmam Ali’nin ve evlatlarının bize ne gibi kaynaklar tanıttığına bakmalıyız. Çünkü bu takdirde İmam Ali’nin ve evlatlarının bize tanıttığı kaynaklar da itibar kazanacaktır.
Evet, eğer samimî olarak Alevîyiz diyorsak, başkalarına değil Ali’ye ve evlatlarına yönelmeliyiz. Hiçbir kimsenin girişmediği kadar, ciddî bir çalışma içerisine girerek tarihî kaynakları iyice araştırmalıyız. Zayıfı muteberden ayırmalı ve doğruyu yanlıştan seçmeliyiz. Olmaya ki herkesten çok sevdiğimiz Ali’yi ve evlatlarını başkaları bizden daha çok tanımış ola. O zaman efendilerimiz olan on iki imamlar karşısında tabiî ki yüzümüz kara olacaktır.
Alevîliğin Tarihi Seyri
Aleviliğin anlam itibariyle Alicilik, Ali taraftarlığı anlamına geldiğine yukarıda işaret etmiştik. Aleviliğin tarihi seyrine gelince, şu kadarı kesindir ki, Allah Resulünün hayatı döneminden itibaren mana itibariyle Ali taraftarlığı var olmakla birlikte, isim olarak buna ‘Alevîlik’ söylenmiyordu. Allah Resulünün hayatında ashap Ali taraftarı ve Ali’ye muhalif olanlar olarak iki gruba ayrılmaktaydı. Ammar, Mikdat, Ebuzer, Selman vb. Hz. İmam Ali (a.s)’ın sadık taraftarları arasında yer almaktaydılar. Ancak bunlar hakkında kullanılan taraftar anlamına gelen ‘Şia’ kelimesi idi. Rivayet edildiğine göre üç yüz kadar sahabî ‘Ali Şiası’ adı ile ün salmıştı. Hatta bu kavramın Resul-i Ekrem (s.a.a)’in beyanatına bile yansıdığını ve Allah Resulünün ‘Ali ve Şiası’ kavramını kullandığını görmekteyiz. Örneğin, Allah Resulünün “İman edip de salih amel yaparlar var ya işte yaratıkların en hayırlıları onlardır” (Beyyine/7) ayetinin tefsirinde “Yaratıkların en hayırlıları ve kurtuluşa erecekleri Ali ve Şiası’dır” tabirini kullandığını görmekteyiz.[2] Böylece Allah Resulünün döneminden itibaren ‘Ali Şiası’ kavramı, İslam toplumuna girmişti. Özellikle de Muaviye’nin döneminde Ali taraftarlarının ve karşıtlarının safları tamamıyla birbirinden ayrılmaya başlayınca bu kavramın daha bir belirginlik kazandığına şahit olmaktayız. Artık bu tarihten itibaren, Ali taraftarlarına ‘Ali Şiası’ karşıtlarına ise ‘Osman Şiası’ açıkça kullanılmaya başlamıştır.
Alevi kavramına gelince, bu dönemlerde özellikle de Hz. Ali’nin şehadetinden sonra o hazretin soyundan gelen kimseleri ifade etmek için kullanılıyordu. Bu anlamda alevi demek, Ali soyundan gelmek demektir. Bu arada Arap dilinde erkek kipleri ile kadın kipleri farklı olduğundan Araplar, Hz. Ali’nin soyundan gelen erkeklere ‘Alevi’, kadınlara ise ‘Aleviye’ diyorlardı. Bu gün de Araplar arasında bu terimler aynı anlamda kullanılmaktadır.
Elbette Hz. Ali’nin soyundan gelenler ile, o soydan gelmese de Ali ve Ehl-i Beyt taraftarı olanlar (Şialar) arasında itikat bakımından bir farklılık söz konusu değildi. Aslında her iki grubun da İslam anlayış ve itikadının temelini, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin gibi, daha sonraları Ehl-i Beyt İmamları olarak tanınacak olan imamların öğretileri ve İslam’dan anlattıkları oluşturuyordu. Her iki grup da Allah Resulünden sonra başta Hz. Ali olmak üzere, on iki imamın imametine ve ilahi hüccetler olduklarına inanmaktaydılar.
Bu arada ister Ali soyundan olsun, ister olmasın bu itikat esaslarını iyi anlayamayanlar veya bu itikat esasından kopanlar da olmuştur. Bu kopmalardan günümüze kadar süregelebilen ikisi önemlidir. Bunların birincisi, İmam Sadık (a.s)’ın imamet döneminde, ikincisi ise o hazretin şehadetinden sonra oluşmaya başlamıştır. İmam Sadık (a.s)’ın imameti döneminde belirginleşmeye başlayan kopma ‘Zeydîlik’tir. Bildiğiniz üzere İmam Zeynelabidin (a.s)’ın oğlu Zeyd İmam Cafer Sadık (a.s)’ın imameti döneminde Beni Ümeyye aleyhine kıyam etmiş ve İmam Sadık (a.s)’dan da bu kıyama destek olmasını istemişti. İmam (a.s) ise kendisine, bu kıyamının zaferle sonuçlanmayacağını ve sonunda kendisinin şehit edilerek Kufe kapısına naşının asılacağını bildirmişti. Bilahare bu kıyam sonucunda Zeyd’in yanında yer alan kimselerde onun imamet makamına sahip olduğuna dair bir itikat oluştu ve böylece Zeydilik itikadı altında ilk önemli kopma Ehl-i Beyt mektebi mensupları arasında meydana geldi. İkinci kopma hareketi ise, İmam Cafer Sadık (a.s)’ın şehadete ermesinden sonra meydana gelmiştir. Şöyle ki, İmam Cafer Sadık (a.s), kendi hayatı döneminde vefat eden büyük oğlu İsmail’i açıkça defnedip ve insanları onun vefat ettiğine dair şahit tutmasına rağmen, İmam Cafer Sadık (a.s)’ın şehatetinden sonra bazı Şialar İmam’ın oğlu İsmail’in imamet makamına sahip olduğunu ve aslında ölmeyip gizlendiği itikadını yaymaya başladılar. Böylece de tarihte İsmailiye diye isim alacak olan batini itikatlara sahip olan mezhep meydana geldi. Bu mezhep de on iki İmam itikadına ters düştüğünden Ehl-i Beyt mektebinden ayrılmıştır. Bunların dışında Ehl-i Beyt mektebi içerisinde önemsenecek başka kopmalar meydana gelmemiştir.
Bu arada Ehl-i Beyt kanalından gelen İslam anlayışı İmam Cafer Sadık (a.s)’ın döneminden sonra ‘Caferilik’ ismiyle de anılmaya başlamıştır. Bunun nedeni de o hazret döneminde Abbasilerle Emeviler arasında geçen çatışma sonucu meydana gelen siyasi boşluk neticesinde hasıl olan özgürlük sonucu Ehl-i Beyt mektebiyle ilgili en geniş bilginin ve en derin eğitimin İmam Cafer Sadık (a.s) eliyle gerçekleşmesidir. Velhasıl İmam Cafer Sadık (a.s)’ın döneminden sonra artık Ehl-i Beyt çizgisi Caferilik ismiyle de tanınmaya başlamış ve genel olarak bu çizginin ismi Caferilik olmuştur. Böylece nerede olurlarsa olsunlar, on iki imam itikadını savunan bütün Ehl-i Beyt Şiası ve keza bu soydan gelen Ehl-i Beyt çizgisine bağlı seyitler mezhep olarak kendilerini Caferi mezhep olarak tanıtmaya başlamışlardır. Gerçi geçmişte de bu gün de biz Ehl-i Beyt çizgisini takip edenlerin itikadında Caferilik aslında bir mezhep değil, Allah Resulünün getirdiği İslam’ın özünden ibarettir. Zira Ehl-i Beyt Şiası, diğer mezhep imamlarının aksine, Ehl-i Beyt imamlarının müçtehit değil, bizzat ilahi temsilciler olduklarına, onların kendi görüş ve reylerinden hiçbir şey söylemediklerine ve ne söylemiş, ne öğretmişlerse aynen Allah Resulünün öğretisi ve beyanı olduğuna inanmaktadırlar.
Ehl-i Beyt çizgisi böyle devam edip giderken, on beşinci yüzyılın son yarısında on iki imam itikadına sahip olmakla birlikte soy itibarıyla Ehl-i Beyt evlatlarından olan Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar’ın halifeleri için yeni bir kavram kullanılmaya başladı. Bu kavram, ‘Kızılbaşlık’tı. Onlara, başlarına kırmızı sarık sarmalarından dolayı Kızılbaş denmeye başlanmıştı. Bu kavram özellikle Anadolu’da ve İran’da yayıldı. Artık bu coğrafyada Şiîlik ve Caferilik’le birlikte yeni bir kavram kullanılıyordu: Kızılbaşlık...
Sonra bir taraftan Osmanlılar ile Safevîler arasındaki mücadeleler, diğer taraftan Anadolu’daki Şiî/Kızılbaş ayaklanmaları birçok Şiî/Kızılbaş’ın katledilmesi ile sonuçlandı. Çaldıran savaşından sonra Anadolu’daki Şiîler ile İran’daki Şiîler arasındaki bağlar gevşedi ve İran’da Safevîler’in yönetimden alaşağı edilmeleri ile de bu bağlar tamamen koptu. Osmanlı da bu arada boş durmadı. Bu toplumun ileri gelenlerini ve ilim sahiplerini katletmeye başladı, bu doğrultuda yetmiş binlerle ifade edilen büyük katliamlar yaşandı. Nihayeten katliamlarla bu insan kaynağını bitiremeyeceklerini anlayınca da Anadolu’daki Şiî/Kızılbaş tekke ve medreselerine el atmaya başladılar. Hacı Bektaş Tekkesi’ne bile kendi adamlarını yerleştirdiler. Bu toplum arasında Sünnîliği yaymaya çalıştılar. Böylece bu ocaklarda ‘Ehl-i Beyt ilmi’ni kurutmaya ve yerine de hurafelerle dolu yalan yanlış bilgileri koymaya çalıştılar. Neticede Hurufîlik gibi birçok sapık inançlar buralarda yer etti. Bilahare on altıncı yüzyılın ikinci yarısından itibaren yeni bir kavram ortaya çıkmıştı; ‘Bektaşîlik’...
Bu tarihten sonra Bektaşîlik genelde şehirde yaşayan ve Osmanlı’ya yakın Şiîler için, Kızılbaşlık ise kırsal kesimde yaşayan Şiîler için kullanılıyordu.
Bu arada Anadolu da dahil olmak üzere, dünyanın her yerinde Alevî kelimesinin, İmam Ali (a.s)’ın soyundan gelen insanlar için kullanılmasına devam ediliyordu.
Belirtildiği üzere Anadolu’da da durum aynıydı. Yani burada da Horasan’dan gelen erenlerin tamamı seyit olmaları hasebiyle kendilerine Alevi deniyordu. Ancak, ne olduysa oldu ve Alevî kavramı on dokuzuncu yüzyılın başında Kızılbaş toplulukları ifade etmek için kullanıldı. Kısa bir süre sonra Alevîlik kavramı Bektaşîlik de dahil, Şiîlik eğilimleri gösteren bütün topluluklar için kullanılmaya başladı. Günümüzde de bu kavram aynı anlamda kullanılmaktadır.
Fakat ister, Alevi, ister, Bektaşi, ister, Kızılbaş, ister Şii ismiyle anılsın bu toplulukların tamamı on iki imam itikadına sahip olup itikat açısından aralarında hiçbir fark söz konusu değildir. Elbette bir yörenin bu itikat hakkındaki bilgileri eğitimin az veya çok olmasına bağlı olarak diğer bir yöreye nispeten daha geniş veya daha dar olabilir. Bunu inkar edecek durumda değiliz. Nedeni açıktır. Eğitimli bir toplumun kendi itikadına olan bilgisi eğitimsiz bir topluma oranla daha geniş ve daha zülal olması ve keza eğitim seviyesine orantılı olarak hurafeler ve yanılgılardan uzak olması pek doğaldır. Bu önemli değildir. Önemli olan bu toplumların her bir bireyine itikadı sorulduğunda, unvan ve ana ilkeler itibariyle aynı unvan ve ana ilkeleri savunmaları ve kabul etmeleridir. On iki imam itikadına sahip olan Ehl-i Beyt Şiası da dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar bu açıdan aralarında en ufak bir farklılık yoktur. Hepsi, biz Caferi’yiz; biz, Allah Resulü’den sonra on iki imamın imametine, on dört pak masumların olduğuna inanmakta ve dinimizi bu mukaddes zatların öğretilerine dayandırmadayız, diyorlar. Bunu, Anadolu’daki Alevi ve Nuseyri ismiyle tanınan Ehl-i Beyt mektebi izcileri de dahil olmak üzere ben Caferi’yim diyen her bireye sorsan aynı cevabı alırsın.
Bunun bir diğer kanıtı da bu gün Suriye’de Alevi ve Nuseyri isimleriyle anılan Ehl-i Beyt mektebi mensuplarının 1972 yılında yayınladıkları kendi itikat esaslarını beyan eden bildirgeleridir. Bu bildirgeyi o yörede yaşayan Alevi ve Nuseyri toplumunun önde gelen dedeleri bir araya gelerek yazmışlardır. Bu bildirgede yer alan bilgiler Ehl-i Beyt mektebi Şiaları’nın ortak itikadını yansıtmaktadır. Bu bildirgenin tercümesi şöyledir:
Aleviler Ehl-i Beyt Şiaları’dır
“Bu; insanları uyarmak, Allah’tan gayri başka bir mabudun olmadığını bilmeleri ve akıl sahiplerinin ders almaları için bir bildirgedir.” (İbrahim/52)
Hamt Allah’a mahsustur. O’nu layık olduğu şekliyle övüyor, kendisinden yardım ve doğru yola hidayet diliyor, O’na inanır ve O’na sığınıyoruz.
Selat ve selam olsun, peygamberlerin efendisi ve resullerin sonuncusu olan Muhammed bin Abdullah’a; Allah’ın en halis selamı olsun, efendilerimiz olan hidayet imamlarına ki, Allah onları her türlü çirkinlik ve kirlilikten tertemiz kılmıştır.
Ve sonra; insanların ayrılığa düşerek çeşitli gruplara bölünmeleri, çoğunlukla birbirlerinin gerçeğini iyi bilmemeleri, birbirleri hakkında heva ve hevesin bezeyip düzediği düşüncelere uymaları ve doğru dürüst bir araştırma yapmadan ağızlarda dolaşan sözlere itimat etmelerinden kaynaklanmaktadır. Ne yazık ki, bu bilgisizlik ve cehalet, hem geçmişte kötü etkisini bırakmıştır, hem de şimdiki zamanda insanları olumsuz yönde etkilemektedir.
- Geçmişte insanlar, siyasi düşmanlık uğruna, birbirlerini töhmet atışına tutuyor, her bir grup din ve inanç konusunda diğerine izafe ettiği bir takım uyduruk karalamaları kayda geçirmeğe çalışıyordu.
- Şimdiki zamanda ise, çıkar peşinde olan malum çevreler, kayda geçirilmiş olan bu karalamaları tarihi gerçeklermiş gibi göstermeğe çalışıyorlar. Müslümanlar arasına düşmanlık sokmak isteyen İslam düşmanları ise, bundan azami istifadeyi etmeğe çalışarak, bu gibi yalan ve iftiraların daha ifşa bulması için ellerinden geleni esirgemiyorlar. Öyle ki, bu yalanlar ve iftiralar yüzünden İslam düşmanlarına karşı tek vücut olmaları gereken Müslümanlar arasında ilişkiler kopuyor ve aralarında kardeşlik yerine düşmanlık, barış yerine savaş, yardımlaşma yerine fesat ve bozgunculuk hakim oluyor.
Halbuki bu gün, Müslümanlar aralarındaki ihtilaflar hususunda her zamankinden daha fazla birbirlerine karşı hoşgörülü olmalı; birbirlerine karşı cahillerin ve bilinçli düşmanların uyduruklarıyla değil, akıl ve dinin emrettiği şekilde yaklaşmalıdırlar. Birbirlerinin kusur ve ayıplarını ifşa etme yerine ise, tespit ettikleri kusurların giderme yollarını araştırmalıdırlar.
Biz Aleviler geçmişte büyük suçlamalar ve iftiralara maruz kalmış bir toplumuz. Bu gün de bazı hasta kalpli insanlar İslam düşmanlarının bizim aleyhimizde uydurmuş oldukları bu iftira ve karalamaları yaymak hususunda ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar. Oysa ki, Allah Teala Nur Suresi’nin 19. ayetinde “Onlar ki, iman edenler arasında kötü şeylerin yayılmasını seviyorlar, dünyada da ahirette de onlar için elem verici azap vardır...” buyurmaktadır. Bir takım iftiralarla bizleri hor gösterip karalamaya çalışanlara da Allah Teala’nın şu ayeti kerimesini hatırlatırız ki, buyurmaktadır: “Ey iman edenler, Musa’yı üzenler gibi olmayın ki, Allah onu, onların nispet ettiği kötülüklerden temize çıkardı ve o Allah katında itibari pek yüksek olan bir insandı.” (Ahzap/58) O halde ıslah için en doğru yöntem, Allah Teala’nın buyurmuş olduğu hikmet ve güzel nasihatle doğru yola davet etmek yöntemidir; birbirimizi karalamak değil.
Alevi toplumu olarak tarih boyunca İslam dininden en ufak bir taviz vermemiz söz konusu olmamıştır, aksine İslam düşmanlarına karşı en şanlı duruşlar bizim büyük dedelerimiz ve şahsiyetlerimiz tarafından gelmiştir.
Her ne kadar yer, yer İslam düşmanları bir takım iftiralarla, bizlerle diğer Müslüman kardeşlerimiz arasına fitne sokmak istemişse de her defasında hüsranla karşılaşmıştır. Buna, Fıransa’nın Suriye’yi işgal ettiği döneminde bizleri İslam dışı kanunlarla yönetmeğe kalkışmasını örnek olarak gösterebiliriz. Büyük dedelerimiz, bu haince eylemin karşısında durmuş ve bu toplumun İslam ümmeti içerisinde Caferi mezhebine bağlı bir topluluk olduğunu ilan ederek İslam’a aykırı kanunların bizlere uygulanamayacağını açıkça ortaya koymuşlardır.
Bu doğrultuda dedelerimiz tarafından şimdiye kadar bir çok bildiriler yayınlanmıştır. Biz sadece bazılarına işaret etmekle yetineceğiz.
1936 yılında dedelerimiz tarafından iki maddelik bir bildiri yayınlanmıştır. O bildiri aynen şöyledir:
- Her Alevi Müslüman’dır. İslam’ın beş temel farizesini yerine getirir.
- Aleviyim diyen bir kimse, eğer İslam dinine, yahut Kur’an’ı Kerim’in onun kutsal kitabı olduğuna veya Hz. Muhammed’in Allah’ın son elçisi olduğuna inanmazsa, Alevi değildir. Aleviler, sadece İmam Ali’nin yardımcılarından ibarettirler. Ali ise, Allah Resulünün, amcası oğlu, eniştesi, kardeşi ve vasisidir. İlk İslam getirendir. Onun İslam dinin yücelmesindeki rolünü kimse inkar edemez. Biz Aleviler de Ali’nin destekçileriyiz....
Bu hususta adı geçen bildiride birkaç diğer örnekler de verilmektedir. Söz fazla uzamasın diye artık bendeniz geçmişe dair olan örnekleri tercüme etmeğe gerek görmüyor ve bizzat bu bildirgenin kendisinde yer alan Alevi inançları bölümünü siz aziz kardeş ve bacılarımız için tercüme ediyorum.
İNANCIMIZ
Din:
Bizim Allah Teala’nın resullerinden biri vasıtasıyla kullarının hidayeti için gönderdiği dinlere inancımız vardır. İlahi dinlerin en sonuncusunun ve en kamilinin de İslam dini olduğuna inanıyoruz. “Allah katında din İslam’dır.” (Al-i İmran/19) “Kim İslam’dan gayri bir din edinirse, ondan kabul olmaz ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.” (Al-i İmran/85)
İslam:
İslam, şehadeteyne “ Allah’tan gayri bir mabudun olmadığına ve Muhammed’in onun Resulü olduğuna” ikrar etmek ve Allah Resulünün getirdiklerine bağlı olmaktan ibarettir.
İman:
İman, Şehadet getirmekle birlikte, Allah’ın meleklerinin, kitaplarının ve resullerinin varlığına sadık itikat etmekten ibarettir.
Usul-ü Din:
Dinin temel ilkeleri “Usul’ü Din”in beş olduğuna inanmaktayız. Bunlar: “Tevhid, adalet, nübüvvet, imamet ve meaad’dır. Bu ilkelere inancın delil ve burhana dayanan yakin ile olmalıdır. Zan ve taklit ile olamaz.
Tevhid:
Biz şeriki olmayan, tek bir mabudun olduğuna inanmaktayız. Ne O bir şeye benzer, ne de bir şey O’na benzer. O, varlık aleminde var olan külli ve cüz’i her şeyin yaratıcısıdır. “O’nun benzeri yoktur. O, işiten ve görendir.” (Şura/62) O, kendisinin de bildirdiği gibi: “De ki, Allah tektir, ihtiyaçsızdır, ne doğurmuş, ne de doğrulmuştur ve ne de O’nun bir dengi vardır.” (İhlas Suresi)
Adalet:
Biz, Allah Teala’nın adil olduğuna ve zulmetmekten münezzeh olduğuna inanmaktayız. “Rabbin hiçbir kimseye zulmetmez.” (Kahf/49) Allah’ın zalimleri sevmediğine de inanmaktayız. Adaletini ispat etmek için de “Allah her nefsi ancak gücü yettiğiyle yükümlü kılar.” (Bakara/286) buyurmuştur. Gene Allah Teala’nın insanlara neyi emretmişse, onun insanlara yararlı olduğuna ve neyi de yasaklamışsa, onun insanlara zararlı olduğuna inanmaktayız. “Kim, bir iyi iş yaparsa, kendisi için yapmıştır; kim de bir kötülük yaparsa, kendi ne kötülük etmiştir. Allah kullara asla zulmedici değildir.” (Fussilet/ 46)
Nübüvvet:
Biz, Allah Teala’nın kullarına olan lütfünden dolayı, onların içerisinden resuller seçerek, onları mücizelerle donattığına, yüce ahlaklarla da onları üstün kıldığına ve onları elçileri olarak, mesajlarını insanlara ileterek, onları dünya ve ahiretteki yararlarına hidayet etmek, zararlarına olan şeylerden de sakındırmak üzere gönderdiğine inanmaktayız ki, “Elçiler geldikten sonra insanların Allah’a karşı bir mazeretleri olmasın.” (Nisa/165) “Biz elçileri ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderiririz.” (En’am/48) peygamberlerin sayısına gelince, fazladır. Allah Kur’an-ı Kerim’de yirmi beş peygamber ve resulün ismini anmıştır. Onların ilki atamız Adem (a.s), sonuncusu ise efendimiz Muhammed bin Abdullah (a.s)’dır. O, hem nebi, hem de resuldür. Allah O’nu bütün alemlerin uyarıcısı ve müjdeleyicisi olarak göndermiştir. Onun getirdiği kolay şeriat, ilahi şeriatların en sonuncusu ve en kamilidir. O bütün zaman ve mekanların ihtiyacını karşılamak kabiliyetine sahiptir. Biz, aynı zamanda Allah Teala’nın peygamberleri, hem nübüvvetten önce hem de sonra yanılgıdan, unutkanlıktan ve ister kasıtlı, ister kasıtsız olsun bütün günah işlemlerden koruduğuna ve masum kıldığına inanmaktayız. Keza, Allah Teala’nın peygamberleri asırlarında yaşayanlarının en üstünü ve en güzel ahlaklısı kıldığına da inanmaktayız.
İmamet:
Biz, imamet makamının ilahi hikmetin gerekli kıldığı ilahi bir makam olduğuna inanmaktayız. Allah Teala peygamberlerine ilahi daveti yaymakta yardımcı olmak, peygamberden sonra da onu korumak, kanunlarını uygulamak, yanlış yorum ve tahriflere karşı korumak için imamet makamını karar kılmıştır. Biz, ilahi lütfün imamın açık ve kesin nas yoluyla tayin edilmesi gerektiğini iktiza ettiğine inanmaktayız. “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer, seçim onların elinde değildir.” (Kasas/ 18) Keza ilahi lütuf, imamın da peygamber gibi her türlü hata ve günahtan masum olmasını iktiza etmektedir ki, müminler onun bütün fiil ve sözlerinde ona uyarak dinleri hususunda güven sahibi olabilsinler.
Biz, imamların on iki olduğuna inanmaktayız. Hem Allah Resulü nasla onları bildirmiş, hem de her biri kendinden sonra gelecek imamı açıklamıştır.
Aynı zamanda biz, Allah Teala’nın nas ile bildirdiği, emin olan Allah Resulünün de mütavatir hadislerle tebliğ ettiği ilk imamın Ali bin Ebu Talib olduğuna inanmaktayız. O, Allah’ın kulu, Resulünün kardeşi ve ondan sonra yaratıkların efendisi idi. Ondan sonra da cennet gençlerinin efendileri olan iki oğlu Hasan ile Hüseyin (a.s)’ın imam olduğu nas ile beyan edilmiştir. O ikisinden sonra ise, Hüseyin (a.s)’ın evlatlarından dokuz kişinin imam oldukları nas ile bildirilmiştir ki onlar, sırasıyla; İmam Hüseyin’in oğlu Ali (Zeyn-ül Abidin); sonra, İmam Zeyn-ül Abidin’in oğlu Muhammed (el-Bakır); sonra, Muhammed Bakır’ın oğlu Cafer (es-Sadık); sonra, İmam Cafer Sadık’in oğlu Masa (el-Kazim); sonra, Musa Kazım’ın oğlu Ali (er-Riza); sonra, imam Ali Rıza’nın oğlu Muhammed (et-Taki); sonra, imam Muhammed Taki’nin oğlu Ali (en-Naki); sonra, imam Ali Naki’nin oğlu Hasan (el-Askeri) ve son olarak da zamanımızın efendisi ve hücceti olan on ikinci imam Mehdi’dir. Allah bu imam aracılığıyla müminlerin kurtuluşunu sağlasın. Allah onu ahır zamanda zahir kılacak ve o, yeryüzünü zulüm ve haksızlıkla dolduğu gibi adalet ve eşitlikle dolduracaktır.
Meaad:
Biz, Allah Teala’nın insanları öldükten sonra hesaba çekmek üzere tekrar dirilteceğine inanmaktayız. “Kıyamet şüphesiz gelecektir. Onda bir kuşku yoktur ve Allah kabirlerde olanları tekrar diriltecektir.” (Hac/7) Böylece Allah iyilik yapanları iyilikle, kötülük yapanları da kötülükle mükafatlandıracaktır. “Kötülük yapanları yaptıklarıyla cezalandıracak, iyilik yapanları da iyilikle mükafatlandıracaktır.” (Necm/31) “İşte o gün, insanlar yaptıklarını görmek üzere grup grup çıkacaklar, kim bir zerre mıskal iyilik yapmışsa, mutlaka onu görecek ve kim de bir zerre mıskal kötülük yapmışsa, mutlaka onu görecektir.” (Zilzal/6,7) Keza biz kıyamete inandığımız gibi, Kur’an-ı Kerim ve sahih hadislerde, tekrar dirilme, haşredilme, cennet, cehennem, azap, nimet, sırat ve mizanla ilgili ne bilgi gelmişse hepsine de inanmaktayız. “Rabbimiz, indirdiğine inandık, Resul’e de tabi olduk. Bizi şahitlerden karar kıl.” (Al-i İmran/53)
Şer’i Deliller Bizce Dörttür
1-Kur’an-ı Kerim
Biz, insanların elinde bulunan şu Müshef-i Şerif’in Allah’ın kelamı olduğuna, onda bir tahrif ve değiştirmenin söz konusu olmadığına inanmaktayız. “O yüce bir kitaptır ki, ne önünden ne de arkasından ona batıl gelemez ve o, hikmet ve övgü sahibi Allah katından indirilmiştir.” (Fussilet/41,42)
2- Nebevi Sünnet:
Sünnet, Allah Resulüne ait olduğu sabit olan söz, davranış ve onaylamadan ibarettir. Bu şer’i hükümleri çıkarmada ikinci kaynağı oluşturmaktadır. Biz, Kur’an’ın hükümlerinden birini inkar edenin kafir olduğuna inandığımız gibi, sünnet yoluyla sabit olan kesin şer’i hükümlerden birini inkar edenin de kafir olduğuna inanıyoruz. Zira, asla nebevi sünnetle Kur’an arasında bir çelişki olması söz konusu değildir. Ehl-i Beyt İmamlarına ait olduğu ispat olunan söz, davranış ve onaylar da aynı hükme tabidir.
3- İcma:
Biz, Müslümanların masum imam da içlerinde olacak şekilde şer’i bir hüküm konusunda icma ettiklerinde, o hükmün Kur’an ve Sünnet’ten olan delili bilinmese bile, bu icmanın kesin delil olduğuna inanmaktayız. Böyle bir icma asla naslarla çakışmaz.
4- Akıl:
Akli delil, neden zincirinde olur veya aklın tek başına hükmettiği konulardan olursa, hüccettir. Bize göre fıkhı konularda akli delilleri kullanmak yetkisi müçtehide aittir. Müçtehit ise şer’i hükümleri delillerinden elde etmek yeteneğine sahip ilim sahibine denir. Bize göre, taklit edilmesi gereken merci, İmam Mehdi (a.s)’ın hadisinde de yer aldığı üzere, nefsine hakim, dinini koruyan, heva hevesine muhalif, imamının emirlerine muti olmalıdır. İşte avam halka böyle birini taklit etmeleri gerekir.