Abdullah TURAN
Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, Allah Teâlâ'nın insanları farklı boyutlarıyla değerlendirirken, bir boyutlarıyla da insanları seçilmişler ve seçilmemişler olarak iki farklı gruba ayırdığını görmekteyiz.
Seçilmişler grubu, Allah Teâlâ'nın, kendilerini beğenip seçmiş olduğu ve dünya ve ahirette bir takım göz kamaştırıcı üstünlüklerle donatıp, özel yetki ve görevler vermiş olduğu kimselerden oluşurken, seçilmemişler grubu, Allah Teâlâ'nın böylesi üstün meziyetlere layık görmediği genel halk kitlesini oluşturmaktadır.
Bakınız Allah Teâlâ Al-i İmran Suresi'nın 34. ayetinde şöyle buyuruyor: "Allah, Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini, İmran ailesini birbirinin soyundan olarak âlemlere tercih etti. Allah işitendir, bilendir."
Keza Yüce Allah Meryem Suresinde Hz. Zekeriya, Hz. Yahya, Hz. Meryem, Hz. İsa, Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. İshak ve diğer bir kaç seçkin kulunu andıktan ve onlarla ilgili bir takım bilgiler verdikten sonra bu seçkin kullarıyla ilgili genelleyici bir bilgi olarak şöyle buyuruyor: "İşte bunlar Allah'ın kendilerine nimetler sunduğu peygamberler; Âdem'in soyundan, Nuh ile beraber taşıdıklarımızdan; İbrahim ve İsmail'in neslinden ve doğru yola erdirdiğimizden, seçip beğendiklerimizdendirler. Onlar Rahman'ın ayetleri kendilerine okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı."[1]
Seçkin kıldığı Hz. İbrahim (a.s)'ın, ailesi ve geçmiş ümmetlerden bazı diğer seçilmişler hakkında ise şöyle buyurmuştur: "Bu, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetimizdir. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Doğrusu Rabbin hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir. Biz ona İshak'ı ve Yakup'u da armağan ettik, hepsini de doğru yola ilettik. Daha önce Nuh'u ve soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u da doğru yola iletmiştik. Biz iyi davrananları işte böyle mükâfatlandırırız. Zekeriya'yı, Yahya'yı, İsa'yı ve İlyas'ı da (doğru yola iletmiştik), bunların hepsi de iyilerden idiler. İsmail'i, Elyesa'yı, Yunus'u, Lut'u da ki, bunların hepsini âlemlere üstün kıldık. Bunların babalarından, soylarından, kardeşlerinden de bir kısmını seçtik ve doğru yola ilettik. Bu, Allah'ın hidayetidir, kullarından dilediğini ona iletir. Eğer onlar da Allah'a şirk koşsalardı, yaptıkları amelleri elbette boşa giderdi. İşte bunlar kendilerine Kitâb, hüküm ve peygamberlik verdiklerimiz kimselerdir. Eğer kâfirler onları inkâr ederlerse, yerlerine onları inkâr etmeyecek bir kavim getiririz. İşte bunlar Allah'ın doğru yola eriştirdikleridir, (Ey Resulüm! Sen de) onların yoluna uy, "Sizden buna karşılık bir ücret istemem; bu, sadece herkes için bir hatırlatmadır." de. "[2]
Yine Hak Teâlâ seçkin kılmış olduğu Hz. İbrahim (a.s)'ın ailesine özgü olarak şöyle buyurmuşlardır: "Yoksa onlar, Allah'ın lütfünden verdiği kimseleri mi kıskanıyorlar? Oysa İbrahim ailesine Kitâb ve hikmet verdik, onlara büyük hükümranlık bahşettik."[3]
Yine aynı aile hakkında şöyle buyurmuştur: "Biz ona (İbrahim'e) İshak'ı ve Yakup'u bahşettik. Nübüvveti ve Kitab'ı onun soyundan gelenlere verdik. Onu dünyada mükâfatlandırdık; doğrusu o âhirette de iyilerdendir."[4]
Keza şöyle buyurmuştur: "Biz, ona (İbrahim'e) İshak'ı ve fazladan bir bağış olarak Yakub'u lütfettik ve her birini salih insanlar yaptık. Ve onları, emrimiz uyarınca doğru yolu gösteren önderler yaptık. Kendilerine, hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar daima bize ibadet eden kimselerdi."[5]
Yine şöyle buyurmuştur: "O esnada İbrahim'in eşi ayakta idi ve gülünce, "Ona İshak'ı, ardından Yakup'u müjdeledik." Dedi ki: "Vay başıma gelenler! Ben bir kocakarı, kocam da bir ihtiyar iken, çocuk mu doğuracağım?" Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir." (Melekler) dediler ki: "Ey ev halkı! Allah'ın emrine mi şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinize inmiştir. Şüphesiz O, övülmeye layıktır, yücelerin yücesidir."[6]
Bu arada Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda Allah Teâlâ tarafından seçilerek üstün meziyet ve özel yetkinliklerle donatılmış olmak ayrıcalığının sadece peygamberler veya erkeklere özgü bir özellik olmadığını; aksine Hz. İmran ve İbrahim aile fertlerinde olduğu gibi bazı kadınların ve Hz. Musa'ya hocalık yapan Hz. Hızır veya Hz. Süleyman'ın isteği üzerine, bir göz kırpma süresi içerisinde Yemen kıralı Belkıs'in tahtını Yemen'den Filistin'e getiren O Hazret'in vasisi Asif bin Berhiya olayında gördüğümüz gibi, bazı peygamber olmayan erkeklerin de böylesi bir seçkinliğe liyakat kazandıklarını görmekteyiz. Dahası aslında peygamberlik gibi bazı yüce makamlara nail olmanın kendisinin, bu seçilmişliğin bir sonucu olduğunu, peygamberler dışındaki seçilmişlerin ise iyiler, doğrular ve benzer unvanlarla ifade edildiklerini ve onların da kendilerine göre bir takım özel yetki ve yükümlülüklerle görevlendirildiklerini görmekteyiz.
Bakınız Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse, işte onlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberlerle, doğru olanlar, şahitler ve iyilerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar!"[7]
Görüldüğü üzere, bu ayet-i kerimede Yüce Allah, peygamberlerin yanı sıra, doğru olanlar, şahitler ve iyiler diye nitelediği kimseleri de nimet ihsan ettiği seçkin kulları olarak tanıtıyor ve normal halk kitlesinden de Allah ve Resulüne itaat eden kişilerin bu seçkin zümreyle arkadaş olmaya hak kazandıklarını ve onlarla beraber olma şerefine erişebileceklerini beyan buyuruyor. O halde bu ayet-i kerimeden, Allah'ın seçkin kullarının sadece peygamberlerle sınırlı olmadığı ve onlara ilaveten; doğrular, şahitler ve iyiler olarak nitelenen kişilerin de Allah'ın seçkin kulları arasında yer aldığını anlamaktayız.
Yine şöyle Yüce Allah buyurmuştur: "Bu arada ikisi katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birini buldular.
Musa ona: "Sana öğretileni bana hayra götüren bir bilgi olarak öğretmen için peşinden gelebilir miyim?" dedi.
O: "Sen doğrusu benim yaptıklarıma dayanamazsın, bilgice kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanabilirsin?" dedi."[8]
Bu ayet-i kerimelerde de Yüce Allah, Hz. Musa gibi bir Ulu'l-Azm peygambere hocalık yapan kulundan bahsediyor ve dahası Hz. Musa'nın, bütün azametine rağmen, onun taşıdığı ilim’i taşıyabilecek kapasitede olmadığını vurguluyor. Bu da peygamberler dışında özel görevlerle görevli kılınan seçkin kulların var olduğunun diğer açık bir kanıtıdır.
Yine Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kitaptan bir bilgiye sahip olan biri: "Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm" dedi. Süleyman, tahtı yanına yerleşivermiş görünce: "Bu, şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınayan Rabbimin lütfündendir. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; fakat nankörlük eden bilsin ki Rabbim müstağnidir, kerem sahibidir" dedi."[9]
Bu ayet-i kerime de peygamber olmadığı halde kendisine kitaptan bir ilim verilen bir kişinin neler yapabileceğini ve ne gibi üstünlüklere sahip olabileceğini açıkça gözler önüne sermiştir.
Bu ve benzeri ayetlerden şu sonucu elde ediyoruz ki, Yüce Allah'ın seçerek normal insanlardan üstün kıldığı seçkin kulları, sadece peygamberlerle sınırlı değildir; aksine peygamberler dışında da seçkin kıldığı ve bir takım üstün meziyet ve yükümlükler verdiği başka seçkin kulları da vardır.
Burada kendi kapasitemiz ölçüsünde Hz. Ali (a.s)'ın yüce şahsiyetini bu söylenenler ışığında ele alarak, Hz. Ali'nin bu açıdan hangi konumda yer aldığını anlamaya çalışacağız.
Açıktır ki, bir kimsenin Allah Teâlâ'nın seçkin kıldığı kullarından olup olmadığını anlamanın en kesin ve en sağlam yolu, geçmiş seçkin kullarda olduğu gibi, bizzat ilahi bildirimin kendisine başvurmaktır. Başka bir tabirle de bizzat ilahi vahiyden gelen bilgidir. Eğer yüce Allah, indirdiği vahiyle bir kulunu seçkin kullarından olduğunu bildirirse, buna kimsenin bir itirazı olamaz, olsa da bu, ilahi vahyi reddetmek anlamında olur ki, Yüce Allah bizleri böylesi bir hatadan korusun.
İkinci yol ise, söz konusu kişinin, Allah Teala'nin Kur'an-ı Kerimde kullarımdan bir kul olarak vasıflandırdığı, Hz. Musa'ya hocalık yapan zat ve bir göz açıp kapama süresinde Yemen kıralı Belkis'in tahtını Yemen'den Filistin'e getirdiğini bildirdiği, Hz. Süleyman'ın vasisi Asif bin Berhiya'nın yaptığı gibi, ancak seçilmiş kişilerin gösterebileceği kanıt ve belgeleri ortaya koymasıdır.
Bu yöntemde ise kişi, bizzat kendi yaşam tarzı ve ortaya koyduğu mucize veya keramet olarak adlandırabileceğimiz kanıtlarla kendisinin Allah Teâlâ'nın seçkin kullarından birisi olduğunu ortaya koymaktadır.
O halde Hz. İmam Ali (a.s)'ın da bu iki kategoriden hangisinde yer aldığını anlamamız için, tek çare, o hazretin yüce şahsiyetini bu iki yöntem açısından değerlendirmeye almamızdır.
Bu iki yöntemden birincisi, ilahi vahiyin o hazreti nasıl tanıttığı; ikincisi ise, bizzat o hazretin yaşam tarzıyla ortaya koyduğu şahsiyetini gösteren kanıtlardır.
Dolayısıyla biz bu kısa makalede, Hz. Ali'nin yüce şahsiyetini, önce ilahi vahiy açısından, daha sonra da bizzat kendi yaşamı ve ortaya koyduğu kanıtlar açısından kısaca gözden geçirmeye çalışacağız.
Kur'an ve Sünnet Açısından Hz. Ali (a.s)'ın Yüce Şahsiyeti:
Kuşkusuz, ilahi vahiy olarak Kur'an-ı Kerim'in açıklamaları ve keza Allah Resulü'nden elimize ulaşan Sünnet'in Hz. Ali (a.s) hakkındaki açıklamaları, o hazretin şahsiyetini ve Allah katındaki makam ve mevkisini anlamak açısından başvurulacak en sağlam ve en kesin mercidir. Çünkü kişinin Allah katındaki makam ve mevkisi, gaybe yönelik bir konudur. Gaybe dair konularda ise ilahi vahiy en kesin ve en sağlam kaynaktır.
Bu yüzden de bu makalede öncelikle ilahi vahyin Hz. Ali (a.s)'ı nasıl tanıttığını ele alıyor ve ilahi vahyin yegâne tezahuri olan Kur'an ve Sünnet'in o hazretle ilgili açıklamalarını, ana başlıklarıyla gözden geçirmek istiyoruz.
Ancak her şeyden önce şunu vurgulamalıyız ki, bu açıdan o hazretin yüce şahsiyetini kapsamlı bir şekilde değerlendirmek, ciltlerce kitap yazmayı gerektirmektedir. Oysa bizim bu yazıdaki hedefimiz, sadece kısa bir makale yazmaktır.
Dolayısıyla burada sadece bazı önemli başlıklara işaret etmekle yetiniyor ve konu hakkında daha geniş bilgi edinmek isteyen kardeşlerimize, o hazret hakkında yazılmış olan geniş eserlere müracaat etmelerini tavsiye ediyoruz.
İlahi vahyin temelini ise Kur'an-ı Kerim oluşturduğundan dolayı, önce Kur'an-ı Kerim'in o hazretle ilgili açıklamalarına kısaca bir göz atıyoruz.
Kur'an Açısından Hz. Ali (a.s)'ın Yüce Şahsiyeti:
Hz. Ali (a.s)'ın yüce şahsiyeti, Allah katındaki üstün meziyeti ve seçkinliği, Kur'an-i Kerim'in onlarca ayetinde açıklanmıştır.
Ehlisünnetin önde gelen büyük âlimlerinden Hâkim Heskani Şevahidü't-Tenzil adlı eserinde ve ayrıca İbn-i Meğazili "El-Menakib" adli kitabında İbn-i Abbas'tan naklen Allah Resulü'nün şöyle buyurduklarını rivayet etmişlerdir: "Kur'an dört bölümden oluşmaktadır. Bir bölümü biz Ehlibeyte özgüdür. Bir bölümü bizim düşmanlarımızdan söz eder, bir bölümü helal ve haramdan, bir bölümü de farzlar ve hükümleri açıklar. Allah, Kur'an'ın en yüce ayetlerini ise Ali hakkında indirmiştir."[10]
Yine Hâkim Heskani, Selebi ve İbn-i Meğazili, Yezid Rumani'den şöyle revayet etmişlerdir: "Kur'an'da Ali'nin övgüsünde inen ayetler, hiçbir kimsenin hakkında inmemiştir."[11]
Abdurrahman bin Ya’la ise şöyle yazıyor: "Kur'an'da Ali hakkında inen seksen ayet vardır ki bu ümmetten hiçbir kimse bu ayetlerde onunla ortak olamamıştır."[12]
Mucahid ise, Kur'an'da sırf Hz. Ali hakkında inip de bu ümmetten hiçbir kimsenin paylaşmadığı ayetlerin sayısının, yetmiş ayet olduğunu belirtmiştir.[13]
Yine İbn-i Abbas şöyle demiştir: "Allah Kur'an'da Hz. Ali'yi öven üç yüz ayetten fazla, ayet indirmiştir."
Yine İbn-i Abbas demiştir ki: "Kur'an'da "ey müminler" hitabıyla inen hiçbir ayet yoktur ki, Ali onların en üstünü ve efendisi olmasın."[14] "Öte yandan Allah ashabı defalarca Kur'an'da kınarken Ali hakkında hayırdan başka bir şey indirmemiştir."[15]
Evet, bütün bunlar o hazretin Allah katındaki üstün konumu ve seçkinliğini ortaya koymaktadır. Maalesef bu kısa makalede bizim bütün bu ayetlere yer vermemiz imkânsızdır. Dolayısıyla biz burada teberrük niyetiyle, o hazretin yüce şahsiyet ve seçkinliğini beyan eden bu yüzlerce Kur'an ayetinden sadece üçüne işaret etmekle yetiniyoruz.
1-Velayet Ayeti
Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sizin veliniz ancak Allah'tır, Resulü'dür ve namaz kılan ve rükû halinde zekât veren müminlerdir. Kim, Allah'ı, peygamberini ve inananları veli kabul ederse, (bilsin ki), şüphesiz üstün gelecek olanlar, Allah'ın tarafını tutanlardır"[16]
Görüldüğü üzere, "Velayet Ayeti" olarak bilinen bu ayet-i kerimede Hak Teâlâ, "namaz kıldıkları esnada rükû halindeyken zekât veren müminler" vasfıyla tanımladığı kişileri, ümmetin diğer fertlerinden ayırmış, onların seçkinliklerine ve üstünlüklerine parmak basmış ve onların, Hak Teâlâ'nın kendisi ve Resulü gibi, diğer müminler üzerinde velayet hakkına sahip olduklarını açıkça ifade etmiştir.
Bu ayet-i kerimede geçen “namaz esnasında rükû halindeyken zekât veren müminler” tabiri her ne kadar genel ve çoğul bir tabir olsa da, bu tanımından Hz. Ali (a.s)ın kastedildiği, Ehlibeyt Mektebi âlimlerince bilittifak kabul edilirken, Ehlisünnet Ekolu'nun birçok büyük âlim ve müfessirleri tarafından da itiraf edilip teyit edilmiştir.
Zira bu ayetin nüzul sebebi Hz. Ali (a.s)'ın namaz kıldığı esnada rükû halindeyken parmağındaki yüzüğü fakire vermesi hadisesi olduğu, Ehl-i Beyt kanalıyla elimize ulaşan rivayetlerde mütevatir olarak yer alırken, Ehl-i Sünnet kaynakları açısından da, bu konu, hemen-hemen bütün tefsir ve hadis kaynaklarında kuşkuya mahal koymayacak şekilde nakledilmiştir.
Örneğin, Ehl-i Sünnet'in önde gelen fakih ve tefsir yazarlarından olan Ebu İshak Ahmet bin Muhammed bin İbrahim En-Nisaburi Es-Salebi "El-Kebir" adlı tefsirinde mezkûr ayetin nüzul sebebi olarak, Ebuzer'den şöyle bir rivayet nakletmiştir:
Ebuzer şöyle dedi: "Ben şu iki kulağımla işittim, aksi takdirde her ikisi de sağır olsun ve şu iki gözlerimle gördüm, aksi takdirde her ikisi de kör olsun ki, Hz. Resulullah şöyle buyurdular: "Ali, insanların önderidir, Ali kâfirleri katledendir, ona yardım edene yardım edilir, onu yalnız bırakan ise yalnız bırakılır."
Daha sonra ise Ebuzer şöyle devam etti: "Şunu Bilmelisiniz ki, bir gün Hz. Resulullah ile birlikte namaz kıldığım sırada bir dilenci camide insanlara el açtı ancak hiç kimse ona bir şey vermedi. Bu sırada Ali rükû halindeydi. Elinin küçük parmağını ona doğru uzattı. Ali, o parmağına yüzük takardı. Dilenci gelip yüzüğü Ali’nin parmağından çıkarıp aldı.
Bu esnada, Hz. Resulullah yakararak Allah'a şöyle dua ettiler: "Allahım kardeşim Musa sana dua etti ve: "Rabbim! Gönlümü aç. İşimi kolaylaştır. Dilimdeki düğümü çöz ki, sözümü anlasınlar. Ailemden bana bir yardımcı ver. Kardeşim Harun'u. Onunla kuvvetimi artır. Onu işime ortak et ki, seni çokça tespih edelim, çokça analım. Şüphesiz sen bizi görensin" dedi.[17] Sen de ona: "Senin isteklerin sana verildi, Ey Musa!"[18] diye vahyettin.
Allah'ım! Ben de senin kulun ve peygamberinim. Benim de gönlümü aç, işimde kolaylık sağla, ailemden Ali'yi bana yardımcı kıl, onunla kuvvetimi artır."
Ebuzer şöyle diyor: "Andolsun Allah'a henüz Hz. Resulullah'ın duası tamamlanmadan, Cebrail; "Sizin veliniz ancak Allah'tır, Resulü'dür ve namaz kılan ve rükû halinde zekât veren müminlerdir. Kim Allah'ı, peygamberini ve inananları veli kabul ederse, (bilsin ki), şüphesiz üstün gelecek olanlar Allah'ın tarafını tutanlardır"[19] ayetini indirdi."[20]
Bu rivayet, Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin kaynaklarında ayetin nüzul sebebi olarak nakledilen rivayetlerden sadece bir örnektir. Bu konuda İbn-i Selam ve İbn-i Abbas'tan da nakledilen benzer içerikli hadisler yine Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin kendi kaynaklarında yer almıştır.
Yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, bu ayetin Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğu, Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin büyük âlimleri tarafından kaleme alınan hadis ve tefsir kitaplarında çeşitli kanallardan rivayet edilmiştir. Burada bu hadislerin yer aldığı kaynakların tamamına yer vermemiz imkânsızdır. İsteyenler dipnot olarak vereceğimiz adreslere müracaat edebilirler.[21]
Bu ayet-i kerime, (sizin veliniz ancak…) tabiriyle bizzat müminlere hitap ederken, Hz. Ali (a.s)'ın namaz esnasında rükû halinde iken zekât verme eylemine işaret ederek, o hazretin, müminler üzerinde Allah ve Resulünün sahip olduğu velayetin aynısına sahip olduğunu açıkça ifade etmiştir.
Bu arada bu ayet-i kerimede "rükû halinde zekât veren müminler " teriminin çoğul olarak kullanılmış olması, bu ayette Hz. Ali'nin kastedilmiş olması yönünde herhangi bir engel teşkil etmez.
Zira Arap dilinde tekil kastedildiği halde, saygı ve tazim amacıyla çoğul lafzının kullanılması, en doğal konuşma üsluplarından biridir. Kur'an-ı Kerim’de bunun birçok örneği mevcuttur. Aslına bakılırsa çoğul lafzının kullanılmasını gerektiren bir durum söz konusu olduğunda, kastedilen kimse tekil bile olsa, Arap dili kuralları gereğince çoğul yerine tekil lafzını kullanmak yanlıştır.
Buna bir örnek olarak, aşağıdaki ayeti gösterebiliriz; "Onlar ki; insanlar kendilerine: "Toplum size karşı toplanmış, onlardan korkun" dediler de bu, onların imanını artırdı ve: "Allah bize yeter. O ne güzel vekil'dir" dediler"[22] Bütün tefsircilerin ortak görüşü, bu ayette haber getiren kişiler olarak anılan kişinin aslında Naim bin Mesut El-eşcei adında yalnızca bir kişiden ibaret olduğu yönündedir.
Açıktır ki, bu olay, o anılan kişinin sözünü dinlemeyerek Hz. Resulullah'ı yalnız bırakmayan kişileri yüceltmek ve onları övmek maksadıyla gerçekleşmiştir. Zira eğer ayette, “tek bir kişi böyle bir haber getirdi de, onlar onu dinlemediler”, denmiş olsaydı, bu, gerçekleşen bu olayın, yüksek övgüye layık bir iş olduğunu göstermezdi. O halde, gerektiği yerde tekil bile kastedilmiş olsa, çoğul lafız kullanmak daha uygundur.
Söz konusu ayette de durum aynıdır. Zira çoğul lafzının kullanılmış olması, her şeyden önce Hz. Ali için bir çeşit yüceltmek ve saygı anlamını ifade etmektedir. Zaten Hz. Ali (a.s) da bütün yaşamıyla tazime layık kimselerin başında gelmektedir.
Ayrıca münafıkların Hz. Ali'ye karşı taşıdıkları düşmanlık ve kıskançlılık, hiç kimse tarafından inkâr edilemeyecek kadar büyük ve açıktır. Durum böyleyken, Hz. Ali'nin velayetinin, hiçbir farklı yoruma yer bırakmayacak şekilde açıkça bizzat Kur'an-ı Kerim'de yer alması, onların bu düşmanlık ve kıskançlılıklarını daha da körükleyebilir, İslam'a karşı yıkım hareketlerini daha da artırabilir ve hatta birçoklarının İslam dinini açıkça reddetmelerine bile yol açabilirdi. Bu ise İslam dininin önemli bir güç kaybına uğraması anlamına gelirdi.
Oysa ilahi hikmet, Allah Resulüne, İslam dinini tebliğ etmek konusunda, insanlara ağır gelebilecek konularda incelik yolunu seçmesini öğütlüyor ve elinden geldiği kadar insanların ürkerek dağılmalarına yol açacak tavırlardan sakınmasını öneriyordu. Bu yüzden de Allah Resulünün, birçok ilahi hükmü tebliğ ederken yumuşaklık yolunu seçtiğini ve birçok hükmü aşamalı olarak açıkladığını görmekteyiz.
Allah Resulü insanlara ağır gelen konularda hep aynı yöntemi seçmiştir. Bu ayette de durum aynıdır, birçoklarına ağır gelen bir konu olan Hz. Ali'nin velayeti konusunda da aşamalı olarak ve insanlara ağır gelmeyecek tabirlerle anlatılma yöntemi benimsenmiştir.
Ayrıca bu ayetin Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğunu vurgulayan Ehlisünnetin önde gelmen bazı âlimleri, ayette çoğul lafzının seçilmesinin hikmeti olarak başka sebeplere de işaret etmişlerdir. Örneğin Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin önde gelen âlimlerinden olan Zemahşeri bu hususta başka bir konuya değinmiştir. Burada Zamahşeri’nin bu tespitini aynen aktarıyoruz.
Zemahşeri şöyle yazıyor: "Eğer; "Bu ayetin Ali (a.s) hakkında olduğu nasıl doğru olabilir? Oysa onda kullanılan lafız çoğul lafzıdır?" denilirse, derim ki: "Ayetin nüzul sebebi bir kişi olabilir. Ancak diğer insanları da bu kişinin yapmış olduğu işin benzerini yapmaya teşvik ederek onun vardığı sevaba ulaşmalarını sağlamak, müminlerin ihsan ve iyilik yapmaya bu derece düşkün olmaları gerektiğini bildirmek ve fakirlerin durumuyla ilgilenmek gerektiğinde ise namazda olsalar bile, namazın bitimini beklememeleri gerektiğini vurgulamak amacıyla bu ayette çoğul lafzı kullanılmıştır."[23]
Ancak ne var ki, Zemehşeri'nin açıklamış olduğu bu sebepler yerinde olsa bile ve ayette çoğul lafzının seçilmesinde bu hükmetlerin varlığı da etkin olsa bile, bu ihtimallerin var olması, Hz. Ali (a.s)'ın velayetinin bu ayetin inmesiyle bizzat Hak Teâlâ tarafından onaylanmış olduğu gerçeğine bir zarar getiremez. Zira diğer müminler, bu ayette vurgulanmış olan, Hz. Ali'nin yapmış olduğu işin aynısını yapsalar dahi, bu, o işin Allah katında aynı oranda kabul gördüğü anlamına gelmez. Aksine o işin kabul görüp görmediği ve aynı sonucu doğurup doğurmadığı, yeni bir vahiy gelmedikçe kimse tarafından bilinemez ve iddia edilemez. Çünkü önemli olan, bir işin yapılmış olması değildir, önemli olan, yapılmış olan bir işin Hak Teâlâ katında kabul görmesidir. Elimizde Hz. Ali dışında başka bir kimse hakkında inen böyle bir vahiy de olmadığına göre, bu ayet-i kerime, Hz. Ali (a.s)'ın diğer müminlere yönelik seçilmişlerden olduğunu ve onların üzerinde Allah Resulünün sahip olduğu velayetin aynısına sahip olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Yüce Allah bizi o hazretin velayetini kabul edenlerden kılsın. Âmin ya Rebbe'l-Âlemin!
2- Mübahele Ayeti[24]
Hz. Ali (a.s)'ın yüce şahsiyetini ve Allah katındaki seçilmişliğini ortaya koyan ayetlerden bir diğeri de “Mübahele ayeti” olarak bilinen Al-i İmran Suresi'nin 61. ayeti kerimesidir. Bu ayeti kerimede Allah Teâlâ, Resulü'ne hitaben şöyle buyuruyor: "Sana gelen bilgiden sonra, kim seninle bu hususta tartışacak olursa, ona de ki: Gelin, çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da Allah'ın lânetini yalancıların üzerine kılalım."
Bilindiği üzere Allah Teâlâ bu ayet-i kerimeyi Peygamberle getirmiş olduğu din üzerine tartışmaya gelen Necran Hıristiyan temsilcilerinin Allah Resulü'nün sunduğu burhan ve delillere rağmen inat sürdürmeleri üzerine indirmiş ve hakkın ortaya çıkması için son çare olarak onlarla lanetleşerek, Allah Teâlâ'nın lanet ve azabının yalancının üzerine inmesini istemesini emretmiştir. Allah Resulü de Allah Teâlâ'nın bu emrini yerine getirmek üzere sadece kendi abası altına alarak "Allah'ım benim ehlibeytim bunlardır" diye ümmetine tanıttığı, kendi ehlibeytiyle birlikte lanetleşmeye çıkmış, ama Hıristiyanlar gördükleri o nurlu çehreler karşısında lanetleşmeyi göze alamamış ve Allah Resulü'yle bir şekilde anlaşma yoluna giderek kendilerini kurtarmaya çalışmışlardır.
Böylece Allah Resulünün Allah Teâlâ'n’ın emrini yerine getirirken sergilemiş olduğu bu tavrı, başta Hz. Ali olmak üzere “Al-i Aba” olarak bilinen bu zatların Allah Teâlâ katında seçkin bir konumda oldukları gerçeğini bir defa daha tescillemiştir. Hiç kuşkusuz Allah Resulü'nün ayette emredilen görevi yerine getirirken, İslam ailesinin çocukları olarak sadece, Hz. İmam Hasan ve İmam Hüseyin'i, bu ümmetin kadınları olarak ise sadece Hz. Fatıma'yı ve bu ailenin büyükleri olarak da sadece kendisi ve İmam Ali'yi öne çıkarması, bu şahsiyetlerin de Allah Resulü gibi, seçilmiş şahsiyetlerden olduklarını ve İslam dinini temsil etme makamına sahip olan yegâne şahsiyetler olduklarını açıkça İslam ümmetine göstermiştir. Allah Resulü, bu hadisede sergilediği açık tavrıyla, mühterem eşleri de dâhil olmak üzere hiçbir müminin bu anlamda seçkinlik ve yüce yetkiye sahip olmadığını, her hangi bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortaya koymuştur. Özellikle de Hz. Ali (a.s)'ı ayette geçen "enfusena" (canlarımız) tabirine dâhil ederek, o hazretin makamının kendi makamı kadar üstün olduğunu gözler önüne sermiştir.
Evet, bu ayet-i kerime, Allah Resulü'nün Ehlibeyti'nin, Allah Resulü gibi Allah katında seçilmişlerden olduklarını, çok özel bir konuma sahip olduklarını ve yalnızca onların Allah Resulü gibi, İslam dinini temsil etme yetkisine sahip olduklarını açıkça ortaya koymuştur.
Nitekim Allah Resulü de "Niçin yalnızca bu birkaç kişiyle lanetleşmeye çıktın?" sorusuna cevaben: "Eğer Allah Teâlâ yeryüzünde Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'den daha yüce ve saygın kullar olduğunu bilseydi, mutlaka onlarla mübahaleye çıkmamı emrederdi, Ancak Yüce Allah bu kişilerle mübahaleye çıkmamı emretmiştir. Bunlar yaratılanların en üstünüdürler ve ben bunlarla Hıristiyanlara üstünlük sağladım"[25] cevabını vererek, bu yüce zatların Allah Teâlâ'nın yeryüzünde beğenip seçmiş olduğu yegâne zatlar olduklarını gözler önüne sermiştir.
Kısaca, Allah Resulü'nün kendisiyle birlikte yalnızca bu dört şahsiyeti mübahele (lanetleşme) için götürmesi, İslam ümmeti içerisinde yalnızca bu kişilerin seçilmişlerden olduklarını, İslam dinini temsil etme ve İslam dinine önderlik etme makamına sahip olduklarını ortaya koyarken, Allah Resulü'nün bu anlamdaki ailesinin de yalnızca o zatlardan ibaret olduğunu ve Hz. Ali'nin ise, Allah Resulü'nün kendisi konumunda olduğunu açıkça gözler önüne sermiştir. Bizce bu ayet-i kerimenin ortaya koyduğu bu açık gerçekten kaçmak, ancak açık bir inatçılıktan başka bir şey değildir.
3- “Yaratılanların En Hayırlısı” Ayeti
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "İnanıp da sâlih amellerde bulunanlar, işte onlar, yaratılanların en hayırlılarıdırlar."[26]
Bu ayet-i kerime, yaratılanların en hayırlılarının iman getirip salih amellerde bulunan müminler olduğunu bildirmektedir. Yaratılanların en hayırlıları ise onların içinden seçilmiş olan en seçkin fertler anlamındadır. O halde bu ayet-i kerime gereğince, yaratılanların en hayırlıları ve en seçkinleri iman edip de salih amel yapan müminlerdir. Bu kavram, genel bir kavramdır. Bütün iman edip salih amel yapan müminleri kapsamaktadır. Ancak ne var ki, hem Ehlisünnet ve hem de Ehlibeyt kaynaklarında yer alan mütavatir rivayetler, Allah Resulü'nün bu ayet-i kerimeyi bizzat Hz. Ali’ye tatbik ederek; "Ey Ali sen ve senin Şiaların yaratılmışların en hayırlılarısınız"[27] buyurduğunu bildirmektedir. Dolayısıyla bu ayet-i kerime de, Hz Ali (a.s) hakkında inen onlarca ayetten bir diğeri olarak, o hazretin Allah Teâlâ'nın seçkin kıldığı kulları arasında yer aldığını açıkça ortaya koymaktadır.
İbn-i Abbas şöyle rivayet ediyor: "İnanıp da sâlih amellerde bulunanlar, işte onlar, yaratılanların en hayırlılarıdırlar." ayeti nazil olunca Allah Resulü Ali'ye şöyle buyurdu: "Ey Ali yaratılanların en hayırlıları sen ve senin Şialarındır. Kıyamet gününde sen ve senin Şiaların Allah'tan razı ve Allah da sizden razı bir halde geleceksiniz. Senin düşmanların ise (ilahi) gazaba uğramış ve zelil bir şekilde geleceklerdir." Ali: "Ey Resulüllah, benim düşmanlarım kimlerdir?" diye sordu. Allah Resulü ise: "Senden teberi edip sana lanet eden kimselerdir" buyurdu."[28]
Başka bir hadiste ise Cabir bin Abdullah el-Ensari şöyle diyor: "Allah Resulüyle birlikte Kâbe'nin kenarında oturmuştuk, bu esnada Ali çıkageldi, Allah Resulü onu görünce: "İşte kardeşim geldi" buyurdular, sonra da Kabe’ye bakarak şöyle buyurdular: "And olsun şu Beyyine'nin Rabbine ki, kıyamet gününde kurtuluşa erenler, bu ve bunun Şialarıdır." Sonra da bize dönerek şöyle buyurdu: "Allah'a yemin olsun ki, o, sizin içinizde Allah'a ilk iman getiren kişidir. İçinizde, Allah'ın işiyle ilgili en sağlam duran kişidir. Allah'ın ahdine en çok vefalı kalandır. Allah'ın hükmünce en iyi hüküm verendir. En eşit paylaştırandır. İnsanlar arasında en adaletli davranandır ve Allah katında en üstün meziyete sahip olandır." Cabir diyor: işte bu sırada Allah Teâlâ: "İnanıp da sâlih amellerde bulunanlar, işte onlar, yaratılanların en hayırlılarıdırlar" ayetini indirdi. Bu yüzden, Ali, sahabenin yanına gelince sahabe: "Allah Resulünden sonra yaratılanların en hayırlısı geldi" derlerdi." [29]
Başka bir hadiste ise Suyuti, İbn-i Murdeveyh'ten naklen şöyle rivayet ediyor: "Ali şöyle dedi: Allah Resulü bana şöyle buyurdular: "Allah Teâlâ'nın: "İnanıp da sâlih amellerde bulunanlar, işte onlar, yaratılanların en hayırlılarıdırlar" ayetini duymamış mısın? Onlar sen ve senin Şialarındır. Ben ve siz Havz-u Kevser başında buluşacağız. Ümmetler hesap vermek için geldiklerinde, sizler, “nur yüzlüler” olarak çağrılacaksınız."[30]
Evet, Hz. Resulullah’ın bu ayet-i kerimeyi Hz. Ali’ye tatbik etmesi, o hazretin yaratılanların en hayırlısı ve seçkini olduğunun bizzat Hak Teâlâ ve Resulü tarafından onaylanması ve ilan edilmesi anlamındadır. O halde Hz. Ali, bu ayet-i kerimenin bildirmesiyle yaratılanların en hayırlısıdır. Bu ise, o hazretin normal halk kitlesinden ayrıldığını ve Allah Teâlâ tarafından seçilerek üstün kılınan seçkin kullarının en ön safında yer aldığını açıkça göstermektedir.
Sünnet Açısından Hz. Ali (a.s)'ın Yüce Şahsiyeti
İlahi vahyin ikinci kaynağı olan sünnete gelince, “Hz. Ali'nin yüce şahsiyeti ve Allah ve Resulü katındaki üstün makam ve seçkinliğine dair Şia ve Ehlisünnet kaynaklarında yer alan hadisler, sayılmayacak kadar fazladır” dersek, mübalağa etmiş olmayız. Genellikle mütavatir nakillerle gelen bu hadislere kısaca bir göz attığımızda, göze çarpan en önemli hususun, Allah Resulü'nün nübüvvet makamı hariç, kendileri hakkında beyan buyurdukları her makam, fazilet ve üstünlükte mutlaka Hz. Ali (a.s)'ı da kendisine ortak ederek, o hazretin Allah katında kendisinden sonra gelen en seçkin şahsiyet olduğunu vurguladığını görmekteyiz.
Fakat böylesi kısa bir makalede bu hadisleri detaylı olarak incelememiz, olası değildir. Dolayısıyla bu hadislerden bazı seçmeler sunarken, araştırmacı kardeşlere daha detaylı bilgi için ilgili geniş kaynaklara başvurmalarını tavsiye ediyoruz.
1- Hz. Resul ve Hz. Ali Ayni Nurdan Yaratılmışlardır
Allah Resulünden insanların yaratılışıyla ilgili gelen hadislerde, kendisinin ve Hz. Ali'nin yaratılışın ilk başından itibaren diğer insanlardan ayrıldıklarını ve bu açıdan diğer insanlara karşı büyük bir üstünlük ve yüceliğe sahip olduklarını bildirildiğini görmekteyiz. Buna dair hadisler Ehlibeyt kaynaklarında mütavatir olarak yer alırken, Ehlisünnet kaynaklarında da azımsanamayacak sayıda hadis rivayet edilmiştir. Farklı tabirlerle nakledilen bu hadislerin içinden örnek olarak sadece Ehlisünnet âlimlerince de rivayet edilen iki hadise burada yer veriyoruz:
a) Selman-i Farsi, Allah Resulünün şöyle buyurduklarını naklediyor: "Ben ve Ali, Âdem'in yaratılmasından dört bin yıl önce, bir nur olarak Allah'ın katında idik. Allah Âdem'i yaratınca bu nuru iki bölüme ayırdı ve Âdem'in sulbünde yerleştirerek yeryüzüne indirdi. Sonra bu nuru Nuh'un sulbünde gemide taşıdı sonra onu İbrahim'in sulbüne aktardı. İşte o nurun bir bölümü benim, diğer bölümü ise Ali'dir. Dolayısıyla biz nerede olursak olalım Hakkın nuru bizimledir."[31]
b) Yine Selman-i Farsi, Allah Resulünün şöyle buyurduklarını naklediyor: "Ben ve Ali Âdem'in yaratılmasından on dört bin yıl önce Allah Azze ve Celle'nin katında Allah'i tesbip ve takdis eden bir nur idik ve Abdul Muttalib'in sulbünde ayrılıncaya kadar devamlı olarak birlikte ola geldik, dolayısıyla nübüvvet bende, hilafet ise Ali'de var edildi."[32]
Bu ve benzer içerikli diğer hadisler, Allah Resulü ve Hz. Ali'nin, yaratılışlarının ilk başından itibaren özel ilahi inayet altında olduklarını ve Allah katındaki seçkinliklerinin ilk yaratılışlarından itibaren başladığını açıkça bildirmektedir. Bu konuyla ilgili, özellikle de irfan boyutuyla ilgili söylenecek çok söz var. Ancak burada bu kadarıyla yetiniyor ve bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenleri, özellikle büyük İslam ariflerinin konuyla ilgili tespit ve açıklamalarına başvurmalarını tavsiye ediyoruz.
2- Hz. Ali (a.s) Kâbe'de Doğmuştur
Hz. Ali'nin, otuzuncu Fil yılında, Recep ayının 13. gününde Kâbe'nin içinde gözlerini dünyaya açması, yüce Allah'ın Hz. Ali’ye tanımış olduğu çok özel bir ayrıcalık ve kendisine vermiş olduğu büyük bir nimattir. Bu ayrıcalık tarih boyunca günümüze dek Hz. Ali dışında hiç kimseye tanınmamıştır.[33]
Hz. Ali'nin Kâbe'nin içinde doğmuş olması, Ehlibeyt kaynaklarında mütavatir rivayetlerle nakledilirken, birçok Ehlisünnet ulaması da bu olayın şüphelere yer bırakmayacak bir şöhretle rivayet edildiğini açıkça bildirmişlerdir. Örneğin Ehlisünnetin önde gelen ilmi şahsiyetlerinden olan Hâkim Nişaburi şöyle diyor: "Fatime Binti Esed'in, Emirü'l-Mümin Ali keremallü vechehü'yu Kâbe'nin içinde dünyaya getirdiğine dair rivayetler mütavatirdir."[34]
Yine Ehlisünnetin önde gelen müfessirlerinden Şehabüddin Alusi, Abdulbaki Amri'nin şiirlerinin şerhinde yazmış olduğu Haridetü'l-Ğaybiyye adli kitabında Şairin: "Sen yüceler yücesi olan Ali'sin Mekke'nin içinde Kâbe'nin yanında dünyaya gelmişsin" şeklindeki şiirin şerhinde şöyle yazıyor: "Emirü'l-Mümin Ali kerramallhü vecheh'in Kâbe'de doğmuş olduğu, herkesçe bilinen bir olaydır. Bu olay her iki fırka, Sünni ve Şia kaynaklarında yer almıştır."[35]
Yine Ehlisünnetin önde gelen âlimlerinden hafız el-Genci el-Şafii şöyle yazıyor: "Emirü'l-Müminin Ali, Mekke'de Allah'in evinde Cuma gününde Recep ayının on üçüncü gününde otuzuncu Fiil yılında dünyaya gelmiştir. Ne ondan önce ne de ondan sonra onun dışınds hiçkimse Allah'ın evinde doğmamıştır. Bu ona has bir meziyet ve fazilettir."[36]
Evet, o hazretin Kâbe'nin içinde dünyaya gelmiş olması, şüphe götürmeyecek kadar meşhur bir olaydır ve her iki fırka tarafından nakledilmiştir. Bu ise, o hazretin, ilk baştan itibaren Allah Teâlâ'nın özel inayetine mazhar olan seçkin kullarından olduğunun başka bir açık kanıtıdır.
3- Hz. Ali (a.s) İlk İman Eden Kişidir
Hz. Ali (a.s)'ı Allah Teâlâ'nın seçkin kullarından kılan bir diğer özelliği ise o hazretin Allah Resulü gibi asla puta tapmaması ve Allah Resulünün risaletine iman getiren ilk kişi olmasıdır. Bu nedenle Allah Resulü o hazretin bu özelliğini defalarca vurgulamıştır ve o hazreti kendisinin kardeşi ve vasisi olarak İslam ümmetine tanıtmıştır. Bunu ifade eden birçok hadis-i şerifin içinden bir kaçını seçerek aşağıda aktarıyorum.
1- Ebuzer şöyle rivayet ediyor: Allah Resulü Hz. Ali'ye hitaben şöyle buyurdular: "Sen bana ilk iman edip beni ilk doğrulayan kişisin, kıyamet gününde benimle ilk tokalaşan kişi de sen olacaksın, sen büyük doğru konuşan kişisin, sen hakla batılı ayıran kişisin, sen müminlerin komutanısın, sen benim kardeşim, ailemde halifem ve kendimden sonra bıraktığım en hayırlı kimsesin, sen benim borçlarımı ödeyecek olan kişisin, sen benim vaadlerimi yerine getirecek olan kişisin."[37]
2- Yine Allah Resulü şöyle buyurmuşlardır: "Ali, benimle ilk namaz kılan kimsedir."[38]
3- Yine Allah Resulü şöyle buyurmuşlardır: "Kimse Müslüman değilken, melekler yedi yıl boyunca yalnızca bana ve Ali'ye salâvat getirdiler. Çünkü yalnızca namaz kılan kişiler bizdik ve bizimle beraber namaz kılan başka hiç kimse yoktu."[39]
4- Hz. Ali ise şöyle buyurmuşlardır: "En büyük doğru konuşan kişi benim, ilk hakla batılı ayıran benim, herkesten önce ben Müslüman oldum, herkesten önce ben namaz kıldım."[40]
5- Yine o hazret şöyle buyurmuşlardır: "Ben Allah'ın kulu, Allah Resulünün kardeşiyim, en büyük doğru konuşan kişi benim, benden başka kim böyle bir şey söylerse, o iftiracı ve yalancıdır. Ben Allah Resulüyle birlikte insanların namaz kılmasından yedi yıl önce namaz kıldım, Allah Resulüyle birlikte ilk namaz kılan kimse benim."[41]
4- Hz. Ali (a.s) Peygamberlerin Bütün Faziletlerine Sahiptir
Allah Resulünün, Hz. Ali (a.s)'ın geçmiş peygamberlerin sahip olduğu bütün faziletlere sahip olduğunu açıklayan hadisleri, o hazretin seçkinliğini ve Allah katındaki üstün makamını gözler önüne seren başka bir ilahi bildirim belgesini teşkil etmektedir. Bu yöndeki çeşitli içerikli hadisler, Ehlibeyt kaynaklarında mütavatir olarak yer alırken, Ehlisünnet kaynaklarında da yine çeşitli tabirlerle azımsanamayacak miktarda nakedilmiştir. Burada örnek olarak Ehlisünnet kaynaklarında yer alan sadece iki hadis’e işaret etmekle yetiniyoruz.
1- Abdullah bin Abbas şöyle naklediyor: Allah Resulü bir grup ashabıyla birlikte oturuyorlardı, bu esnada Ali geldi ve bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdular: "Kim Âdem'i ilmi açısından, Nuh'u hikmeti açısından ve İbrahim'i hilmi açısından görmek istiyorsa, şu Ali bin Ebu Talib'e baksın."[42]
2- Beyhaki Fezailü'-Sahabe adlı kitabında Allah Resulünün şöyle buyurduklarını rivayet ediyor: "Kim, Âdem'i ilmi açısından, Nuh'u takvası açısından, İbrahim'i Hilmi açısından, Musa'yı heybeti açısından ve İsa'yi ibadeti açısından görmek istiyorsa, Ali bin Ebu Talib'e baksın."[43]
5- Hz. Ali (a.s)’ın, Allah Resulüne olan yakınlığı Harun’un Hz. Musa'ya olan yakınlığı gibidir.
Ehlisünnet ve Ehlibeyt kaynaklarında mütavatir olarak nakledilip "Menzilet Hadisi" olarak bilinen Allah Resulü'nün, Hz. Ali hakkındaki: "Sen bana oranla Harun'un Musa'ya oranla sahip olduğu makam’a sahipsin, ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir"[44] buyrukları, Hz Ali’nin Allah katındaki üstün makam ve seçkinliğini ortaya koyan diğer bir ilahi senettir.
Bu hadis, Hz. Ali (a.s)'ın, Hz. Harun gibi, Allah'ın seçkin kullarından birisi olduğunu ve Allah Resulünden sonraki İslam dinin ikinci şahsiyeti olduğunu açıkça ifade etmektedir.
Yine Allah Resulünün, yalnızca nübüvvet makamını istisna ederek, Hz. Ali'nin kendisine oranla Harun'un Musa'ya oranla sahip olduğu makamın aynısına sahip olduğunu bildirmesi, Hz. Ali'nin, Allah Resulüne oranla nübüvvet makamı dışında, Harun'un Hz. Musa'ya oranla taşıdığı mevkinin tamamına sahip olduğunu şüphe götürmeyecek şekilde ortaya koymuştur.
Hz. Harun'un Hz. Musa'ya oranla sahip olduğu makama gelince, Kur'an-ı Kerim, Hz. Harun'un Hz. Musa'nın veziri, yardımcısı ve işlerinin ortağı olduğunu belirterek, Hz. Musa'nın ümmetine, Hz. Musa'ya itaat etmenin farz olduğu gibi, Hz. Harun'a da itaat etmenin farz olduğunu açıklamıştır.
Allah Teâlâ Tur-i Sina'da Hz. Musa (a.s)'a: "Firavun'a git, doğrusu o azmıştır"[45] emrini verdiğinde, o Hazret Hak Teâlâ'dan: "Rabbim! Göğsümü genişlet, işimi kolaylaştır, dilimin düğümünü çöz ki, sözümü iyi anlasınlar. Ailemden kardeşim Harun'u bana vezir yap, beni onunla destekle, onu görevimde ortak kıl ki, Seni daha çok tespih edelim ve çokça analım. Şüphesiz Sen bizi görmektesin"[46] isteğinde bulunuyor. Hak Teâlâ da: "Ey Musa! İstediğin sana verildi"[47] buyurarak, Hz. Musa (a.s)'ın duasına icabet ettiğini belirtmiştir.
O halde Hz. Harun, Hz. Musa (a.s)'ın veziri, görev arkadaşı ve yardımcısıdır. Hz. Resulullah’ın, peygamberlik dışında, Hz. Ali (a.s)'ın de aynı mevkiye sahip olduğunu beyan buyurması, Hz. Ali (a.s)'ın Allah Resulünün veziri, görev arkadaşı ve yardımcısı olduğunu net olarak ortaya koymaktadır. Bu ise o hazretin normal halktan ayrıldığını ve Allah'ın seçkin kıldığı kullarından birisi olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir.
6- Hz. Ali (a.s), Allah Resulünün Kardeşidir
Allah Resulü'nün Hz. Ali'yi kendi kardeşi olarak seçmesi ve Hz Ali’yi ashabına: "Bu benim kardeşimdir" şeklinde takdim etmesi, o hazretin Allah Teâlâ'nın seçkin kıldığı kullarından birisi olduğunu doğrulayan başka bir ilahi vahiy belgesidir.
Bilindiği üzere Allah Resulü, biri Mekke'de ve diğeri hicretten sonra Medine'de olmak üzere, ashabı arasında iki defa kardeşlik merasimi düzenlemiştir.
Birinci kardeşlik merasimi, daha sonra “muhacirler” olarak adlandırılan ilk Müslümanlar arasında yapılmıştır. İkinci kardeşlik merasimi ise, muhacirlerle ensar arasında gerçekleştirilmiştir.
Birinci kardeşlik merasiminde Ebu Bekir ile Ömer ve Osman ile Abdurrahman bin Avf kardeş ilan edilirken, ikinci kardeşlik merasiminde Ebu Bekir ile Harice bin Zeyd ve Ömer ile Utban bin Malik arasında kardeşlik kurulmuştur. Ama her iki kardeşlik merasiminde de Hz. Resulullah Hz. Ali'yi kendi kardeşi olarak ilan etmiştir ve: "Ey Ali! Sen dünya ve ahirette benim kardeşimsin" [48] buyurmuşlardır.
Allah Resulünün Hz. Ali'ye karşı kardeş tabirini kullanması, sadece kardeşlik merasiminin yapıldığı bu iki olayla sınırlı değildir, aksine defalarca Allah Resulünün Hz. Ali'ye kardeşim diye hitap ettiğini görmekteyiz.
Bunlardan biri de "Yakın akrabalarını uyar" ayeti inip de Allah Resulünün akrabaları arasında risaletini ilan etmekle yükümlü kılındığı sırada gerçekleşmiştir. Bu hadisede de Hz. Ali dışında hiç kimsenin o hazretin risaletine iman etmemesi üzerine, Allah Resulünün; "İşte bu benim kardeşim, vasim ve halifemdir. Onu dinleyin ve ona itaat edin" diye buyurduklarını görmekteyiz.[49]
Yine Hz. Ali ile Hz. Fatime'nin evlenmesi olayında Allah Resulünün Hz. Ali'ye karşı aynı tabiri kullandığına şahit oluyoruz. Nitekim bir hadiste şöyle yer alıyor: "Bir gün Allah Resulü sevinçli olarak evinden çıkıp ashabının yanına gelince, Abdurrahman bin Avf, Allah Resulüne kendisinin bu sevinç nedenini sordu. Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurdular: "Rabbimden bana kardeşim ve amcaoğlum ile kızım hakkında bir müjde geldi; Allah Teâlâ Fatime'yi Ali'ye nikâhlamıştır, sevincim bu yüzdendir."[50]
Yine, Hz. Resulullah defalarca Hz. Ali (a.s)'a işaret ederek: "Bu benim kardeşim, amcaoğlum, damadım ve çocuklarımın babasıdır" buyurmuşlardır.[51]
Yine, Hz. Resulullah Hz. Ali'ye vasiyet ederek: "Ey Ali! Sen benim kardeşim ve vezirimsin. Sen benim borçlarımı ödeyeceksin ve vaatlerimi yerine getirerek boynumdaki yükümlülüğü kaldıracaksın..." buyurmuşlardır.[52]
Yine, diğer bir hadiste şöyle yer alıyor: Hz. Ali'nin Allah Resulünün hicreti esnasında o hazretin yatağında yattığı gecede Hak Teâlâ Cebrail ile Mikail'e; "Ben sizi kardeş kıldım ve birinizin ömrünü diğerinden uzun kıldım, şimdi hanginiz kendi ömrünü kardeşine bağışlamak ister" şeklinde vahyeder. Fakat onların her ikisi de yaşamayı tercih eder ve ömrünü arkadaşına kardeşine bağışlamaz.
Bunun üzerine, Hak Teâlâ onlara: "Neden siz Ali gibi olamadınız! Ben onunla resulüm Muhammed'i kardeş kıldım. Ali onun yaşamasını sağlamak için kendi canını ona feda ederek onun yatağında yatmıştır. Öyleyse dünyaya inin ve onu düşmanlarından koruyun" şeklinde vahyeder. Bunun üzerine Cebrail ile Mikail dünyaya inerler ve Cebrail Hz Ali’nin baş tarafında Mikail ise ayak tarafında yer alır ve Cebrail Hz Ali’ye seslenerek: "Ne mutlu sana, ne mutlu sana ey Ali bin Ebu Talib! Allah seninle meleklerine iftihar ediyor" der ve Allah Teâlâ "İnsanlardan öyleleri var ki, Allah rızası karşılığında canlarını satarlar..."[53] ayetini nazil eder.[54]
Yine Allah Resulü, vefatı esnasında; "Kardeşimi bana çağırın" buyururlar. Bunun üzerine evdekiler Hz. Ali'yi çağırırlar; Hz. Ali gelince de kendisine: "Yaklaş bana" buyururlar. Hz. Ali de Allah Resulüne yaklaşır ve kulağını hazretin mübarek ağzına yaklaştırır. Böylece Allah Resulü, mübarek ruhunu teslim edinceye kadar Hz. Ali ile sır konuşmasına devam eder."[55]
Bu nedenle Hz. Ali defalarca; "Ben Allah'ın kulu, Resulünün kardeşiyim ve en büyük sıddık benim. Benden gayri her kim bu iddiada bulunursa yalancıdır. Ben bütün insanlardan önce namaz kıldım." buyurmuşlardır.[56]
Yine Hz Ali (a.s): "Andolsun Allah'a ki, ben O'nun kardeşi, vasisi, amcaoğlu ve ilminin varisiyim. O halde kim O'na benden daha yakın olabilir?" buyurmuşlardır.[57]
Evet, Allah Resulünün, ashabı içerisinden sadece Hz. Ali'yi kendisine kardeş seçmesi ve onun hakkında bir kısmına yukarıda işaret ettiğimiz övgü dolu açıklamalarda bulunması, o hazretin normal halk kitlesinden ayrıldığını ve Allah Teâlâ'nın seçkin kullarından birisi olduğunu açıkça gözler önüne seren başka bir ilahi delildir.
7- Hz. Ali'nin Kapısı Dışında Bütün Ashabın Mescidinnebiye Açılan Kapısı Kapatılmıştır
Bilindiği üzere, Allah Resulü, Medine'de bulunduğu dönemde, burada yapmış olduğu Mescidunnebi’ye açılan bütün sahabelerin evlerinin kapısını kapattırmış ve sadece Hz. Ali'nin evinin kapısının açık kalmasına müsaade etmiştir. İşte Allah Resulü tarafından, Hz. Ali'nin evi dışında Mescidünnebiye açılan bütün kapıların kapatılması olayı, o hazretin normal halktan farklı olarak Allah Teâlâ'nın seçkin kullarından birisi olduğunu belgeleyen başka bir ilahi vahiy belgesidir.
Zeyd bin Erkam'den nakledilen bir hadiste şöyle yazıyor: "Allah Resulünün ashabına ait Mescidünnebiye açılan kapılar vardı. Bu arada Allah Resulü: "Ali'nin kapısı hariç şu kapıları kapatın" buyurdular ve bunun üzerine insanlar dedikodu yapmaya başladılar.
Bunun üzerine, Allah Resulü bir hutbe okuyarak Allah'a hamd-u senadan sonra şöyle buyurdular: "Bana Ali'nin kapısı dışında bütün bu kapıların kapatılması emredildi. Bu ise sizlerden bazılarının dedikodu yapmasına yol açmıştır, andolsun Allah'a ki, ben kendi yanımdan bir şeyi kapatıp bir şeyi açık bırakmamışım. Bana emredilene ben de uymuşumdur."[58]
Konuyla ilgili İbn-i Abbas'tan nakledilen hadiste ise şöyle yer alıyor: "Hz. Resulullah bir gün hutbe okudu ve şöyle buyurdu: "Ben kendi yanımdan sizi çıkarıp onu mescitte bırakmadım. Allah sizi çıkarıp onu mescitte bıraktı. Ben ancak verilen emirlere uyan bir kulum. Ben emredileni yaptım, ben ancak bana vahyedilene uyarım"[59]
Yine İbn-i Ömer, Huzeyfe, Sa'd bin Ebu Vakkas, Berra bin Azib ve İbn-i Abbas'tan nakledilen bir hadiste şöyle yazıyor: "Bir gün Hz. Resulullah mescide mescide gelerek: "Allah Musa'ya vahyedip: "Benim için temiz bir ibadet yeri yap ve onda ancak sen ve kardeşin Harun yaşayabilirsiniz" buyurdu. Allah Tela bana da temiz bir mescid yapmamı ve onda ancak ben ve kardeşim Ali'nin yaşayabileceğimizi emretmiştir" buyurdular."[60]
Yine Allah Resulünün Hz. Ali'ye hitap ederek: "Ey Ali! Mescitte ben ve senin dışında hiç kimsenin cenabetli kalma hakkı yoktur"[61] buyurduklarını görmekteyiz.
Evet, Allah Resulünün, Hz. Ali dışında, bütün sahabelerin kendi mescidineMescidunnebi’ye açılan kapılarını kapatması ve bunu da kendi yanından değil de bizzat ilahi bir vahiy gereği yaptığını bildirmesi, o hazretin Allah Teâlâ'nın seçkin kullarından birisi olduğunu belgeleyen açık bir ilahi belgedir. Bunu anlamamak ise ancak akıldan yoksun olmakla açıklanabilir.
8- Hz. Ali (a.s) Allah Resulünden Sonra Bütün Müminlerin Velisidir
Hz. Ali (a.s)'ın Allah'ın seçkin kullarından olduğunu kanıtlayan diğer bir nas ise, Allah Resulünden mükerrer olarak nakledilen: "Ali benden sonra bütün müminlerin velisidir" buyruğudur. Bu ifadeyi içeren hadisler ehlibeyt ve ehlisünnet kaynaklarında mütavatir olarak yer almıştır. Bu hadislerden bir kaçına aşağıda yer verilecektir. Bu ifade, Allah Resulünden sonra Hz. Ali'nin bütün müminlerden üstün olduğunu ve Allah Resulünün sahip olduğu velayet hakkına sahip olduğunu açıkça vurgularken, aynı zamanda o hazretin bütün müminlerden ayrıldığını ve Allah Resulü gibi Allah Teâlâ'nın seçkin kullarından birisi olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir. Şimdi isterseniz bu hadislerden bir kaçına kısaca bir göz atalım:
1- İbn-i Abbas şöyle rivayet ediyor: "Allah Resulü Hz. Ali'ye şöyle buyurdular: "Sen benden sonra, bütün müminlerin velisisin."[62]
2- İmran bin Husâyn şöyle naklediyor: "Hz. Resulullah (s.a.a) bir grup savaşçı gönderdi ve başlarına Ali bin Ebu Talibi verdi. Ali, elde edilen ganimetinin humusundan (beşte birinden) kendisine bir cariye seçti. Ancak bunu, beraberindeki insanların bir bölümü hazmedemedi; onlardan dört kişi anlaşıp Peygamber'e şikâyet etmeye karar verdiler. Döndüklerinde, onlardan birisi Peygamber'in yanına yaklaşıp: "Ey Resulullah! Görüyor musun? Ali böyle böyle yaptı" dedi. Peygamber onu duymazlıktan geldi. Bu defa ikincisi yaklaşıp aynı sözleri tekrarladı. Peygamber yine duymazlıktan geldi. Üçüncü ve dördüncü kişi de aynı şeyi tekrarlayınca, Hz. Resulullah (s.a.a)'in öfkelendiği yüzünden anlaşıldığı halde onlara dönerek: "Ali'den ne istiyorsunuz?! Ali'den ne istiyorsunuz?! Ali'den ne istiyorsunuz?! Ali benden, ben de Ali'denim. O benden sonra bütün müminlerin velisidir" buyurdular."[63]
3- Ahmet bin Hanbel Müsned'in 21934 numaralı hadisinde şöyle yazıyor: "Bureyde şöyle naklediyor: "Resulullah (s.a.a) Yemen'e iki birlik gönderdi, birinin başına Ali bin Ebu Talib'i, diğerine ise Halid bin Velid'i tayin etti ve onlara dedi ki: "Eğer birleşirseniz kumanda Ali'nindir ve eğer tekrar ayrılırsanız, yine her biriniz kendi birliğinin kumandanıdır."
Bureyde şöyle naklediyor: "Yolumuza devam ederken önümüze Yemen halkından "Zübeyde oğulları" çıktı. Onlarla savaştık, onlara zafer kazandık ve bizimle savaşanları katlettikten sonra, esir alınan kadınların içinden Ali kendisine birini seçti. Bunun üzerine Halid, benimle Peygamber (s.a.a)'e olayı bildiren bir mektup gönderdi.
Ben Peygamber'in huzuruna varıp mektubu verdim ve Hazret mektubu okutunca, yüzünden çok öfkelenmiş olduğunu anladım.
Ben: "Ey Resulullah! Size sığınıyorum. Beni bir adamın emrine verdiniz ve onun sözünü dinlememi emrettiniz. Ben de görevimi yerine getirdim" dedim.
Bunun üzerine, Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular: "Ali'nin aleyhinde olma. O bendendir, ben de ondanım ve o benden sonra sizin velinizdir. O bendendir, ben de ondanım. O benden sonra sizin velinizdir."[64]
Nesai de bu hadisi "Hasais-i Aleviyye" kitabında nakletmiştir. Onun nakline göre, Hz. Resulullah şöyle buyurmuşlardır: "Ey Bureyde! Ali'ye karşı kin besleme... Çünkü Ali bendendir, ben de Ali'denim; o benden sonra sizin velinizdir."[65]
İbn-i Cerir ise, bu hadisi şöyle naklediyor: "Bureyde şöyle naklediyor: Hz. Resulullah'ın öfkeden yüzü kızarmıştı ve şöyle buyurdular: "Ben kimin velisi isem, Ali de onun velisidir."
Bureyde şöyle diyor: "Bu olayın üzerine, Ali'ye karşı içimdeki bütün yanlış duygular gitti ve kendi kendime: "kesinlikle bir daha asla onu kötülükle anmam" dedim.[66]
Taberani ise, bu olayı daha detaylı bir şekilde nakletmiştir. Teberani şöyle yazıyor: "Bureyde Yemen'den döndüğü gün Cami’ye gitti ve mescidunnebi’nin kapısı önünde birkaç kişiyle karşılaştı. Bu kişiler Bureyde'yi karşılayıp selamladılar ve: "Yeni haberlerde ne var?" diye sordular. Bureyde ise: "Güzelhaberler; Allah Müslümanlara fetih ihsan etti" dedi.
Onlar öyleyse neden döndün?" deyince, Bureyde şöyle dedi: "Ali, bir cariyeyi humus hissesi olarak aldı. Ben bunu Peygamber'e bildirmek için geldim."
Onlar: "Bunu Peygamber'e bildir, bildir, Ali'yi Peygamber'in gözünden düşüreceksin" dediler.
Onlar böyle konuşurken, Allah Resulü onların bu konuşmasını kapının arkasından duydu ve dışarı çıkıp onlara şöyle buyurdular: "Ali'nin aleyhinde konuşan kimselere ne oluyor? Kim, Ali'ye buğz ederse, bana buğz etmiştir. Kim Ali'den ayrılırsa, benden ayrılmıştır. Ali bendendir, ben de Ali'denim. Ali benim tıynetimden yaratılmıştır, ben de İbrahim'in tıynetinden yaratılmışım ve ben İbrahim'den daha üstünüm "Öyle bir zürriyet ki, bir birinin parçasıdır ve Allah işiten ve bilendir."[67] Ey Bureyde! Ali'nin, almış olduğu cariyeden fazlasını hak ettiğini bilmiyor musun? O, benden sonra sizin velinizdir?"[68]
4- Allah Resulü Hz. Ali'ye hitaben şöyle buyurdular: "Ey Ali! Cenab-ı Allah'tan senin için beş dilek diledim. Bunlardan dördünü bana ihsan etti, birini ise benden esirgedi. Bana ihsan ettiklerinden birisi de, senin benden sonra müminlerin velisi olmandır."[69]
5- Veheb şöyle rivayet ediyor: "Ali ile birlikte yolculuğa çıktım ve kendisinden sertlik gördüm, içimde dedim ki; dönünce onu şikâyet edeceğim. Döndüğümde Peygamber'e gittim ve Ali'nin aleyhinde şikâyette bulundum. Bunun üzerine, Allah Resulü şöyle buyurdular: "Bana Ali'nin hakkında böyle şeyler söyleme, o benden sonra sizin velinizdir."[70]
Görüldüğü gibi, Allah Resulü: "Ali benden sonra sizin velinizdir" şeklindeki buyruğuyla Hz. Ali'yi, diğer bütün müminlerden farklı bir konuma getirmiş ve kendi sahip olduğu meziyetlerin aynısına Hz. Ali'nin de sahip olduğunu açıkça gözler önüne sermişlerdir.
Burada dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan birisi de şudur ki, Allah Resulü: "Ali benden sonra sizin velinizdir" ifadesini kullanmadan önce: "Ben müminlere kendi nefislerden daha evlâ değil miyim?" [71]şeklinde buyurarak, ilk önce insanlara kendi makam ve mevkisini hatırlatmış ve bunun ardından: "Ali benden sonra sizin velinizdir" ifadesini kullanmıştır.
Peygamber efendimizin bu davranışı, Hz Ali’nin aynen Resulullah gibi, müminlere oranla kendi canlarından önde geldiğini açıkça ortaya koyarken, aynı zamanda Hz. Ali'nin de Allah Resulü gibi, Allah Teâlâ'nın beğenip seçkin kıldığı kullarından olduğunu şüpheye mahal bırakmayacak şekilde gözler önüne sermektedir.
9- Allah Resulü Kimin Mevlası ise Hz. Ali de Onun Mevlasıdır
Allah Resulünün Hz. Ali hakkında Veda haccı dönüşünde “Gadir-i Hum” ismindeki bölgede buyurmuş olduğu: "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır…" buyruğu, Hz Ali’nin Allah Teâlâ'nın seçkin kullarından olduğunu belgeleyen diğer bir kuşku götürmeyen ilahi vahiydir.
Kısaca bu olay şöyle gerçekleşmiştir: Allah Resulü Veda haccı dönüşünde Gadir-i Hum bölgesinde bütün hacıların bir araya toplanmasını emreder ve üst üste atılan develerin eğerleriyle yapılan bir yüksekliğe çıkarak Allah Teâlâ'yı medh-u sena ettikten sonra şöyle buyururlar: "Ey insanlar! Sizin içinizden ayrılmam ve Rabbime kavuşmam yakındır. Bunu bana her şeyi bilen Cenab-ı Hak bildirmiştir. Ben de sorumluyum siz de sorumlusunuz. Ne diyorsunuz?"
Sahabeler: "Biz sizin İslam’ı tebliğ ettiğinize ve bu yolda ne kadar çok çalıştığınıza şahidiz. Allah mükâfatların en iyisini size versin."
Peygamber efendimiz: "Allah'ın birliğine, onun kulu Muhammed'in peygamberliğine, cennet ve cehennemin, ölüm ve kıyametin, ölümden sonraki hayatın hak olduğuna tanıklık ediyor musunuz?"
Sahabeler: "Tanıklık ediyoruz."
Peygamber efendimiz: "Allah'ım! Şahit ol" dedikten sonra konuşmasına şöyle devam eder:
"Ey insanlar! Kevser'in yanında tekrar buluşacağız. Benden sonraki iki değerli cevhere karşı nasıl davranacağınıza dikkat edin."
Sahabeler: "Ey Allah'ın Resulü! Nedir o iki cevher?"
Peygamber efendimiz: "Allah'ın kitabı ve benim Ehl-i Beyt'im. Allah, Kevser'in yanında bana varıncaya kadar, bu ikisinin birbirinden ayrılmayacağını bana bildirmiştir. Onların önüne geçmeyin, zira bu durumda helâke uğrarsınız. Onlardan geri de kalmayın. Zira yine kaybedersiniz."
Sonra herkesin görüp tanık olacağı şekilde Hz. Ali (a.s)'ın elini kaldırarak şöyle der: "Ey insanlar! Müminlere kendilerinden daha üstün ve onlara velayet ve nezareti olan kişi kimdir?"
Sahabeler: "Allah ve Peygamber’i daha iyi bilir."
Peygamber efendimiz: "Allah'ın benim üzerimde, benim ise müminler üzerinde velayet hakkım var. Ben müminlere kendilerinden daha evlayım. O halde: Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlasıdır. (Ahmet bin Hanbel'in naklettiği rivayete göre, Hz. Peygamber bu cümleyi dört defa tekrarlar) Allah'ım! Onu sevenleri sev, düşmanlarıyla düşman ol. Ona yardımcı olana yardım et ve ona karşı savaşanı kahret. Hakkı onunla sağlamlaştır. Burada hazır bulunanlar, olmayanlara bunu iletsinler."
Allah Resulünün bu konuşmasından sonra orada bulunan sahabeler "Ne mutlu sana, ey Ali! Bizim ve bütün mümin kadın ve erkeklerin mevlası oldun" diyerek Hz. Ali'yi tebrik ederler."[72]
Evet, Allah Resulünün Gadir-i Hum'da buyurmuş olduğu bu hutbe, Hz. Ali (a.s)'ın Allah Resulü gibi Allah Teâlâ'nın seçkin kılmış olduğu kullarından olduğunu ve diğer müminler üzerinde Allah Resulünün sahip olduğu üstünlük ve velayet de dahil olmak üzere bütün haklara sahip olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir.
10- Hz. Ali (a.s)'ı Sevmek İman’dır. Ona buğzetmek (kin beslemek) ise Münafıklıktır
Hz. Ali (a.s)'ın Allah Teâlâ'nın seçkin kıldığı kullarından olduğunu ortaya koyan diğer bir ilahi bildirim ise, Allah Resulünün, Hz Ali’nin sevgisini iman’ın ölçüsü ve ona buğzetmeyi ise münafıklık ölçüsü olarak ashaba sunmasıdır. Buna dair onlarca hadis Ehlibeyt ve Ehlisünnet kaynaklarında yer almıştır. Ancak burada sadece bir kaçına işaret etmekle yetineceğiz:
1- Allah Resulü şöyle buyurmuşlardır: "Ali'yi sevmek iman, ona buğzetmek ise münafiıklıktır."[73]
2- Hz Ali şöyle buyuruyor: "Tohumu yarıp yeşerten ve canları yaratan Allah'a yemin olsun ki Allah Resulü "Ancak mümin kimsenin beni seveceğini ve ancak münafık kimsenin bana buğzedeceğini" bana bildirmiştir."[74]
3- Hz Ali şöyle buyuruyor: Allah Resulü bana şöyle buyurdu: "Ey Ali seni ancak mümin kimse sever ve ancak münafık kimse sana kin besler."[75]
Evet, Hz. Ali (a.s), sevgisi hak ile batılın, iman ile nifakın ayrışma ölçeği olacak kadar Allah katında yüce makam ve seçkinliğe sahiptir. Öyle ki sahabeler, Hz Ali’nin sevgisini taşıyıp taşımamak ölçüsüyle mümin ve münafıkları birbirinden ayırt ettiklerini; "Biz münafıkları, Ali'ye olan kinleriyle teşhis ediyorduk" ifadesiyle itiraf edip dile getirmişlerdir.[76]
11- Hz. Ali (a.s) Allah'ın En Sevimli Kuludur
Hz. Ali (a.s)'ın Allah Teâlâ'nın seçkin kıldığı kullarından olduğunu bildiren bir diğer ilahi bildirim ise, Allah Resulünün o hazreti Allah'ın en sevimli kulu olarak ümmete tanıtması, Allah'ın ve Resulünün onu sevdiğini ve onun da Allah ve Resulünü sevdiğini, açıkça ilan etmesidir. Buna dair hadisler hem Ehlibeyt hem de Ehlisünnet kaynaklarında mütavatir olarak yer almıştır.
Örneğin, Enes bin Malik şöyle diyor: Allah Resulüne, ekmek arasında, kızartılmış bir kuş eti getirildi. Allah Resulü: "Rabbim, katındaki sana en sevimli olan kulunu bu eti benimle beraber yemesi için gönder" diye dua etti. Bu esnada Hz. Ali (a.s) çıka geldi ve o kuşun etini Allah Resulü ile birlikte yediler."[77]
Yine Hayber savaşında Allah Resulü, ilk önce İslam bayrağını Ebu Bekir, Ömer ve benzeri birkaç sahabeye verip de onların bir iş yapamadan geri dönmesi üzerine, "Yarın bayrağı öyle bir kişiye vereceğim ki o, Allah ve Resulünü sever Allah ve Resulü de onu sever ve Allah onun eliyle bu fethi gerçekleştirecektir…" buyurmuşlardır"[78]
Bütün İslami kaynaklarda mütavatir olarak yer alan bu iki hadis, o hazretin, pek yüce bir makama sahip olan Allah'ın seçkin kıldığı kullarından olduğu hakikatini açıkça gözler önüne seren bir başka ilahi bildirimlerdir. Dolayısıyla burada başka bir açıklamaya gerek duymuyoruz ve bu bölümü Allah Resulünün Hz. Ali (a.s)'ın seçkinliğini ve üstün kişiliğini ortaya koyan sözlerinden bir kısmına yer vererek sonlandırıyoruz:
1- Allah Resulü Hz. Ali'nin kolundan tutarak şöyle buyurmuşlardır: "Bu, sadıkların doğruların imamı, kâfirlerin ise katilidir. Ona yardımcı olana yardım olunur, ondan yardımı esirgeyenden yardım esirgenir."[79]
2- Allah Resulü şöyle buyurmuşlardır: "Ali hakkında bana üç şey vahiy olundu; Ali, Müslümanların efendisi, muttakilerin imamı ve akyüzlü müminlerin komutanıdır."[80]
3- Allah Resulü Ensar'a şöyle buyurmuşlardır: "Ey Ensar topluluğu! Size, kendisine tutunduğunuz takdirde, hiçbir zaman yolunuzu şaşırmayacağınız birini tavsiye edeyim mi? O, Ali'dir. Onu beni sevdiğiniz gibi sevin. Bana verdiğiniz değeri ona da verin. Burada size dediklerimi, Cebrail, Allah Azze ve Celle tarafından bana emretmiştir."[81]
4- Allah Resulü şöyle buyurmuşlardır: "İlmin şehri benim, kapısı ise Ali'dir. İlmi arzulayan varsa kapıya gitsin."[82]
5- Allah Resulü şöyle buyurmuşlardır: "Ali, ilmimin kapısıdır, risaletimin içeriğini o benden sonra ümmetime açıklayacaktır. Onu sevmek iman, ona kin bağlamak ise nifaktır."[83]
6- Allah Resulü şöyle buyurmuşlardır: "Ali bin Ebu Talib Hitte kapısıdır, o kapıdan giren mümin, çıkan ise kâfir olur."[84]
7- Allah Resulü Veda Haccı sırasında Arafe günü şöyle buyurmuşlardır: "Ali bendendir, ben de Ali'denim, benim tarafımdan ancak ben veya Ali mesaj ulaştırabilir..."[85]
8- Allah Resulü şöyle buyurmuşlardır: "Bana itaat eden Allah'a itaat etmiştir, bana karşı gelen ise Allah'a karşı gelmiştir. Ali'ye itaat eden bana itaat etmiştir, ona karşı gelen ise bana karşı gelmiştir."[86]
9- Allah Resulü şöyle buyurmuşlardır: "Ey Ali! Sen dünyada da efendisin, ahirette de. Senin dostun benim dostumdur, benim dostum ise Allah'ın dostudur. Senin düşmanın benim düşmanımdır, benim düşmanım ise Allah'ın düşmanıdır. Benden sonra sana düşman olana yazıklar olsun."[87]
10- Allah Resulü şöyle buyurmuşlardır: "Kim benim gibi yaşayıp, benim gibi ölmek istiyorsa ve Allah'ın bana vaadettiği ebedi cennete girmek istiyorsa, Ali ve ondan sonraki zürriyetini kendine veli edinsin. Çünkü hiçbir zaman onlar sizi hidayet kapısından uzaklaştırıp dalalet kapısına yöneltmezler."[88]
11- Allah Resulü şöyle buyurmuşlardır: "Kim benim hayatımı yaşayıp, benim ölümüm gibi ölmeyi diliyorsa ve Rabbimin hazırladığı cennette yuva edinmek istiyorsa, benden sonra kendine veli olarak Ali'yi seçsin, ona sadık kalanlara sadık kalsın. Benden sonra Ehl-i Beyt'ime uysun, onları kendisine örnek alsın. Çünkü onlar benim soyumdurlar, benim tıynetimden yaratılmışlar ve benim ilim ve kavrayışımı kazanmışlardır. Ümmetimden onların faziletini yalanlayıp, onlarla olan bağımı yok sayanlara yazıklar olsun. Allah onlara şefaatimi onlara nasip etmesin."[89]
12- Allah Resulü Ammar bin Yasir'e hitaben şöyle buyurmuşlardır: "Ey Ammar! Eğer Ali'nin bir vadiye, diğer insanların ise başka bir vadiye girdiğini görürsen, Ali'nin girdiği vadiye gir. Çünkü o seni sapkınlığa sevk etmez ve hidayetten uzaklaştırmaz."[90]
13- Allah Resulü şöyle buyurmuşlardır: "Ben uyarıcıyım, Ali ise hidayetçidir. Ey Ali! Benden sonra hidayet arayanlar seninle hidayet bulacaklardır."[91]
14- "Ali Kur'an'la, Kur'an da Ali iledir. Bu ikisi Kevser'in yanında bana varıncaya kadar bir birinden ayrılmayacaklardır."[92]
Ehlibeyt ve Ehlisünnet kaynaklarında yer alan bu ve benzeri yüzlerce hadis, başta Hz. Ali (a.s) olmak üzere Allah Resulünün Kur'an-ı Kerimle birlikte ümmetine emanet edip kendilerine tutundukları takdirde asla delalete düşmeyeceklerini bildirdiği Ehlibeyti'nin, Allah Teâlâ katında büyük bir makam ve mevkiye sahip olan seçkin kıldığı kullarından olduklarını açıkça gözler önüne sermektedir.
Buraya kadar Hz. Ali (a.s)'ın, Hak Teâlâ ve Allah Resulü katındaki konumunu, örnek olarak zikrettiğim bazı Kur'an ayetleri ve Allah Resulünden nakledilen bazı ilgili beyanlarından anlamaya çalıştık. Şimdi ise bu hususta bize yol gösterici olabilecek üçüncü yöntem olan, kişinin ortaya koymuş olduğu yaşam tarzı ve eserleri açısından konuya kısaca bir göz atarak bu yazıyı noktalamak istiyorum.
Yaşam Tarzı ve Eserleri Açısından Hz. Ali (a.s)'ın Yüce Şahsiyeti
Kişinin yaşam tarzı ve ortaya koyduğu eserleri, onun Allah Teâlâ katındaki makam ve mevkisini anlamak adına başvurulması gereken üçüncü yol olduğunu daha önce açıklamıştık. Hz. Ali (a.s)'ın yaşam tarzı ve ortaya koyduğu eserler ise, baştan sona o hazretin yüce şahsiyeti, Allah Teâlâ katındaki üstün makamı ve seçkin kılınan kullardan olduğunu belgeleyen belgelerle doludur. Bu konu, dost ve düşman herkesin dile getirip ittifak ettiği bir mevzudur.
İbn-i Ebu'l-Hadid el-Mutezili bu konuda şöyle yazıyor: "Hz. Ali'nin üstünlükleri; büyüklük, yücelik, yaygınlık ve bilinirlik açısından öyle bir dereceye ulaşmıştır ki, bunları beyan edip açmaya kalkışmak, bilineni bildirmek anlamında olup, abesle iştigal anlamına gelir.
Ben, düşman ve rakiplerinin bile üstünlüğünü itiraf edip dile getirmek zorunda kaldığı ve yüceliğini inkâr ederek gizleyemediği bir kişinin hakkında ne söyleyebilirim ki! Bilindiği gibi, Umeyyeoğulları doğusuyla batısıyla bütün İslam yurduna hâkim oldular ve ellerinden gelen her hileye başvurarak, Ali'nin nurunu söndürmeye çalıştılar, imkân buldukları bütün güçlerini kullanarak, onun alelyhinde çalışmalar yaptılar, onun aleyhinde yalan, kusur ve ayıplar uydurdular, minberlerde ona lanet ettirdiler, onun övgüsünden bahsedeni tehdit ettiler, dahası hapse attılar ve katlettiler. Onun faziletini içeren hadislerin rivayet edilmesini veya onun yüceliğini içeren bir sözün söylenmesini yasakladırlar. Öyle ki, hatta yeni doğan bir çocuğun onun adıyla adlandırılmasını dahi yasakladılar. Ancak bütün bunlar ona yücelikten ve üstünlükten başka bir şey katmadı. O, aynen bir misk misali gibi idi, gizlendikçe onun güzel kokusu bütün çevreye yayıldı. O, aynan güneş ışığı gibi idi, bir göz onu görmekten körleştiyse de sayısız gözler onun ışığıyla aydınlandı.
Ben bütün faziletlerin kendisine döndüğü bir kişi hakkında ne söyleyebilirim ki. Bütün İslam fırkaları kendilerini ona vardırmak çabasındadır ve onu kendi büyükleri gibi göstermeğe çalışmaktadır. Dolayısıyla o bütün üstünlüklerin başı, kaynağı ve öncüsüdür. Ondan sonra gelip de faziletten bir nasip alan her fazilet erbabı ise, ancak fazileti ondan almıştır, onu kendine önder edinmiştir ve onun izinden gitmeğe çalışmıştır."[93]
ٍYine Arap dilinin meşhur bilgini Sibevih'in hocası olan Aruz ilmi ve ilk Arap dili lügatinin kurucusu Halil bin Ahmed el-Ferahidi, Hz Ali’yi anarken şöyle yazıyor: "Ben bu kişi hakkında ne diyebilirim ki, onun üstünlüklerini, dostları korkularından, düşmanları ise, kıskançlıklarından gizlediler ama bu iki başlı gizlemeye rağmen, onun üstünlükleri iki ufuk arasını doldurdu; dahası bu bilinenler, sadece onun sahip olduğu üstünlüklerinin az bir kısmını oluşturmaktadır ve aslında bütün üstünlükler ona aittir." [94]
Yine İmam Şafii Hz Ali (a.s) hakkında şöyle yazıyor: "Ne diyebilirim, öyle birisinin hakkında ki, düşmanları haset ve düşmanlıkları yüzünden faziletlerini hasıraltı ettiler, dostları ise, takiyye ve (Ehl-i Beyt) düşmanlarının korkusundan faziletlerini açığa vuramadılar ama buna rağmen onun fazileti doğuyla batı arasını doldurdu."[95]
Yine Halil bin Ahmet El-Ferahidi'ye Hz Ali’nin imameti konusu sorulunca şu cevabı vermiştir: "Herkesin ona (Ali'ye) muhtaç olması ve onun, hiç kimseye muhtaç olmaması, onun herkesin önder ve imamı olduğunun açık delilidir."[96]
Ahmet bin Hanbel ise şöyle yazıyor: "Allah Resulünün sahabeleri içinde, hiç birisinin fazileti, Hz. Ali'nin faziletine ulaşamaz."[97]
İrfan ilminin babası olarak bilinen Muhyiddin Arabî ise Hz Ali (a.s) hakkında şöyle yazıyor: "Allah Teâlâ'dan gelen vahbi ilimleri alabilmek konusunda Hz. Muhammed'in hakikatinden başka daha layık bir kimse yoktu. Hz. Muhammed'e en yakın kişi ise Ali bin Ebu Talib (r.a) idi. O, âlemin imamı ve bütün peygamberlerin sırrı idi."[98]
Büyük düşünür ve filozof İbn-i Sina ise, Hz Ali’yi anarken şöyle yazıyor: "O, hikmetin merkezi, hakikatin ekseni ve aklın hazinesi idi. Emirülmüminin Ali'nin insanlar arasındaki konumu, mâ'kulatın mâhsusata olan konumu gibi idi." [99]
Kısacası Hz. Ali (a.s), insanın Allah Teâlâ'nın seçkin kullarından olmasını sağlayan; iman, ihlâs, ibadet, takva, züht, ilim, sabır, irfan, cömertlik, cesaret, adalet, fesahat, belagat, doğru sözlü olmak ve güzel ahlak gibi, insani erdemlerde, Allah Resulünden sonraki ikinci şahsiyet idi. Ashaptan hiç kimse bu güzel vasıflarda onunla kıyas edilemezdi. Bu gerçeği, geçmişte ve günümüzde Hz Ali hakkında azıcık bilgi sahibi olan, dost düşman hiç kimse inkâr etmemiştir, edemez de, bundan başkasını söylememiştir, söyleyemez de, söylerse de apaçık bir yalancı olduğu her kes tarafından bilinir.
Evet, Hz. Ali (a.s)'ın yüce erdemlerin zirvesinde olduğu gerçeği, o kadar açıktır ki, hatta kendisine minberlerde lanet ettirecek kadar azılı bir düşmanı olan Muaviye bile bu gerçeği bütün çabalarına rağmen gizleyememiş ve bazen de onun için çok acı olan bu gerçeği itiraf etmekten başka bir çaresi kalmamıştır. Burada “asıl üstünlük, düşmanın dile getirdiği üstünlüktür” babından, bu itirafların birisine yer vermek istiyoruz:
İbn-i Ebu'l-Hadid ve diğerlerinin naklettiği bir rivayette şöyle yer almıştır: "Bir süre Hz. Ali'nin huzurunda bulunma şerefine nail olan Zirar bin Zümre, Hz Ali’nin şehadetinin ardından Muaviye'nin yanına vardığında, Muaviye kendisinden Ali'yi anlatmasını istedi; Zirar her ne kadar Muaviye'den kendisini bundan muaf tutmasını istediyse de Muaviye israrcı oldu ve illa da konuşmak zorunda olduğunu kendisine bildirdi.
Bunun üzerine Zirar şöyle dedi: "Mademki konuşmak zorundayım, ben onun hakkında bildiğimden başkasını söylemeyeceğim. And olsun Allah'a ki Ali, çok geniş ufuklu ve gayet güçlü birisi idi. Sözleri son söz olurdu. Adalet üzere hükmederdi, her tarafından ilim fışkırıyordu, bütün varlığı hikmet haykırıyordu, dünya ve ziynetlerinden olabildiğince uzak duruyordu, gece ve karanlığına ise gayet yakın idi.
And olsun Allah'a bolca gözyaşları dökerdi ve uzun süre tefekkür ederdi. Elbiselerin eskisi, yemeklerin en katıksızı en çok hoşlandığı şeydi. And olsun Allah'a ki o bizden biri gibi idi, soru sorduğumuzda cevap verirdi, yanına vardığımızda bizimle konuşmaya başlardı, davet ettiğimizde davetimize icabet ederdi.
And olsun Allah'a ki, onun bizi bunca kendisine yakınlaştırmasına ve bize gayet yakın durmasına rağmen, biz onun şahsiyetinin azameti karşısında eziklik hisseder ve huzurunda konuşma cesaretini kendimizde bulamazdık.
O, din ehlini büyük tutardı, fakirleri pek severdi. Güçlü olanlar onu batıla çekme hayaline kapılamazdı, güçsüz olanlar ise onun adaletinden emin idi.
Allah'ı şahit tutarak diyorum ki, gecenin karanlığını serdiği ve yıldızların batmaya yüz tuttuğu bir anda onun ibadet mihrabında dikilip sakalını eliyle tutarak yılan sokmuş birisi gibi sağa sola kıvrandığını ve hüzne kapılmış biri gibi gözyaşı dökerek şöyle dediğine şahit oldum: "Ey dünya bana mı kastetmişsin, beni elde etme şevkine mi kapılmışsın! Asla, asala! Git benden başkasını aldat! Ben seni üç talakla boşamışım, artık sana dönüşüm yok. Senin ömrün pek kısa, yaşamın pek aşağı, değerin ise pek azdır. Ah! Azığın azlığından, yolculuğun uzunluğundan, yolun korkunçluğundan!
Bu arada Muaviye elinde olmadan gözyaşı dökmeğe başlamıştı, yanındakiler de ağlamaya koyulmuşlardı.
Bu esnada Muaviye eliyle gözyaşlarını silerek şöyle dedi: "Allah Ebu'l Hasan'a rahmet eylesin, and olsun Allah'a ki o böyle birisi idi.
Peki, ey Zirar şimdi ona ne kadar üzülüyorsun? Zirar ise şu cevabı verdi: "Benim ona olan hüznüm biricik yavrusu kucağında katledilen annenin hüznü gibidir; ne gözyaşları diner ne de hüznü biter."[100]
Evet, en azılı düşmanı Muaviye'nin de itiraf ettiği gibi, Hz. Ali (a.s) böyle ve hatta bu anlatılandan çok çok yüce birisi idi. İbadet açısından Allah Resulünden sonra hem nitelik hem de nicelik açısından insanların en çok ve en üstün ibadet edeni idi. "Rabbim, derdi; ben sana ne korkudan, ne de beklentiden dolayı ibadet ediyorum, seni ibadet etmeğe layık bulduğum için sana ibadet ediyorum."[101]
İlim açısından Allah Resulünün; ilim ve hikmetinin yegâne kapısı olarak tanıttığı kişi idi. Sahabeler içinde minbere çıkarak: "Ey insanlar, beni kaybetmeden önce bana sorun; Resulullah beni ilimle beslemiştir. Bana sorun, çünkü ilklerin ve sonların ilmi bendedir, eğer benim için bir kürsü kurulursa, ben Tevrat ehline Tevrat'ta olanla hükmederim, öyle ki, eğer Tevrat konuşursa, Ali doğru söylemiştir, o Allah'ın bende indirdiğiyle hükmetmiştir, der; İncil ehline de İncil'de olanla hükmederim, öyle ki eğer İncil konuşursa, Ali doğru söylemektedir, o Allah'ın bende indirdiğiyle hükmetmiştir, der; Kur'an ehline de Kur'an'da olanla hükmederim, öyle ki eğer Kur'an konuşursa Ali doğru söylemiştir, o Allah'ın bende indirdiğiyle hükmetmiştir, der….Beni kaybetmeden önce sorun. Tohumu yarıp yeşerten ve canları yaratan Allah’a and olsun ki, birer birer kuran ayetlerini bana sorsanız, ben her ayetin gece mi gündüz mü, Medine'de mi Mekke'de mi, sefer de mi sefer dışında mı indiğini, nasih ve mensuhunu, mühkem ve müteşabihini, tevil ve tenzil manasını size bildiririm…."[102] "Beni kaybetmeden önce bana sorun. Zira ben, sizin yeryüzünün yollarına olan aşinalığınızdan daha çok göklerin yollarına aşınayım"[103] deyip de sorulan hiçbir soru altında kalmayan tek kişi Hz. Ali idi. Aslında hangi güzel vasfı ele alırsak alalım, Hz. Ali (a.s) bütün güzel vasıflarda böyle idi. Allah Resulünden sonra hiç kimse onun dengi değildi ve güzel vasıflarda hiç kimse onunla boy ölçüşemezdi.
Hz. Ali (a.s)'ın yaşam tarzı ve sahip olduğu yüce vasıfları açısından bu tespitleri yaptıktan sonra, Kur'an-ı Kerim'i, bir de Allah Teâlâ'nın seçkin kıldığı, geçmiş ümmetlere ait ilahi önderlerin seçkin kılınma sebebi açısından incelediğimizde, onların seçilme sebepleri olarak, yaşam tarzları ve sahip oldukları yüce vasıfların öne çıktığnı görmekteyiz. Örneğin bunların başında Allah Teâlâ'nın, "seçkin kıldığı kulları" olarak tanıttığı peygamberleri gelmektedir. Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de bu ilahi şahsiyetleri seçkin kıldığı kulları olarak tanıtırken, aynı zamanda onların seçiliş sebeplerini de açıkladığını görmekteyiz. Bu ilahi şahsiyetlerden söz eden bütün Kur'an-ı Kerim ayetlerinde bunu görmek mümkündür. Sözün uzamasını önlemek amacıyla burada bu yöndeki örnekleri açıklamıyoruz ve konuyla ilgili bilgi edinmek isteyen değerli okurları özellikle ilahi şahsiyet ve peygamberlerin seçiliş nedenlerinden toplu halde söz eden, Meryem, Enbiya ve Saffat surelerini, bu yönüyle gözden geçirmelerini tavsiye ediyoruz.
Ayrıca Kur'an-ı Kerim'i, Allah Teâlâ'nın seçkin kılıp da kitap, hikmet ve nübüvvet gibi özel donanımlarla donattığı kullarıyla olan ilişkisi ve bunun karşısında seçkin kılmadığı normal halkla olan ilişkisi açısından gözden geçirdiğimizde görüyoruz ki, Allah Teâlâ, seçkin kıldığı kullarını, hidayet önderleri olarak tanıtıyor ve diğer insanların onların izinden gitmesini emrediyor. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: " Sabredip ayetlerimize kesin olarak inanmalarından ötürü, aralarından, onları buyruğumuzla doğru yola götüren önderler yaptık"[104]
Geçmiş ümmetlerdeki Allah Teâlâ'nın seçkin kullarının durumu böyleyken, Hz. Ali (a.s)'ın bu ümmet arasındaki konumu ve ümmetin onun karşısında takınması gereken zorunlu tavrın ne olması gerektiği de bizzat Kur'an-ı Kerim'in bu beyanlarından açıkça anlaşılmaktadır.
Buna ilaveten, bu hususun hem Kur'an-ı Kerim'de hem de Allah Resulünün açık beyanlarında hiç kimseye kuşku mahalli bırakmayacak şekilde açık ve net olarak izah edildiğini görmekteyiz. Nitekim bu yöndeki ilahi belgelerin bir kısmına önceki bölümde değindik. Aslında bunun aksini düşünmek ve söylemek, ilim yerine cehaletin, takva yerine fasıklığın, erdem yerine rezaletin öne geçip önderlik yapmasını istemek ve söylemek anlamında olur ki, hiçbir selim akıl sahibi birisinin bunu kabul edip söylemesi mümkün değildir.
Ayrıca, böyle bir düşünce, başta İslam dini olmak üzere bütün ilahi dinlerin temel öğretileriyle çelişmektedir ve başta Kur'an-ı Kerim olmak üzere bütün ilahi kitapların içeriğine terstir.
İşte bunun için Hz. Ali (a.s), haklı olarak kendisini tanıtırken: "Ben ve soyumun pak ve hayırlı kişileri, küçük yaşta iken insanların en uysalı, büyüdükten sonra ise en bilginleriyiz. Allah bizimle yalanı defeder. Bizimle kuduz köpeğin dişlerini kırar. Bizimle sizlerin zorluklarını giderir. Bizimle boynunuzdaki düğümü çözer. Cenab-ı Allah bizimle başlatır ve bizimle sona erdirir"[105] buyurmuşlardır.
Keza kendisinin de baş köşesinde yer aldığı, Allah Resulünün Ehlibeytini anlatırken şöyle buyurmuşlardır: "Onlar ilmin hayatıdır, bilgisizliğin ölümü. Hilimleri ilimlerinden haber vermekte, sessizlikleri, söylediklerindeki hikmetleri bildirmektedir. Hakka karşı durmazlar, onda aykırılığa düşmezler. Onlar İslâm'ın direkleridir; onlar halkın sığınaklarıdır, hak onlarla yerini bulur; batıl, onlarla yerinden edilip dili kökünden kesilir. Onlar, dîni, onun hükümlerini kavramak ve onlara riâyet etmek suretiyle anlamışlardır; duymak ve rivâyet etmek yoluyla değil. Çünkü ilm’i rivâyet edenler çoktur; ona riâyet edenlerse pek azdır."[106]
Yine şöyle buyurmuşlardır: "Onlar (Ehlibeyt) O'nun (Allah Teâlâ'nın) sırrının saklandığı yer, dininin güvencesi, bilgisinin heybesi, kitaplarının korunağı ve dinin dağlarıdırlar. Dininin belini onlarla doğrultmuş; titreyişini onlarla gidermiştir.
Başkalarına gelince onlar, kötülük tohumlarını ektiler; yalan ve aldatmalarla da onu suladılar; helâk olup gitmeyi ise derip, devşirdiler. Bu ümmetten hiç kimse Muhammed sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem'in Ehlibeytiyle kıyaslanamaz; onların sunduğu nimetlerden yararlananlar, hiç bir zaman onlarla eşit kılınamaz. Onlar dinin temelidirler, yakinin direğidirler; aşırılığa giden onlara dönmeli, geride kalan ise onlara varmalıdır. Velâyet hakkının tüm özellikleri onlara aittir, vasiyet ve veraset de onlardadır."[107]
Yine şöyle buyurmuşlardır: "Nerede o yalan üzere bizden -Ehlibeyt'ten- ayrı olarak kendilerini ilimde derinleşmiş sayanlar. Allah'ın bizim derecemizi yüceltip, onları ise alçaltmış olduğu için; bize ihsan edip, onlardan esirgediği için; bizi mehrem kılıp onları uzaklaştırdığı için, bizi kıskanarak bu zanna kapılıyorlar?! Oysaki hidayet ancak bizimle istenebilir ve körlük ancak bizimle giderilebilir. Bilin ki İmamlar Kureyş'in Hâşimî soyundandır. İşler onlardan başkasıyla düzene girmez, başkaları da böyle bir liyakate sahip değildirler."[108]
Yine şöyle buyurmuşlardır: " Biziz, nübüvvet ağacı ve vahyin indiği yer; meleklerin inip çıktığı yer. Biziz, ilim mâdenleri, hikmetlerin kaynakları. Bize yardım eden, bizi seven, rahmeti bekler; bize düşman olan, bize buğzeden ise, azâbı bekler."[109]
Yine şöyle buyurmuşlardır: "Bize sarılan, bize ulaşır; bizden ayrılan, geri kalır ve helâk olur; emrimize uyan, öne geçer ve mutluluğa erer; bizim gemimizden başka bir gemiye binen ise boğulup gider."[110]
Yine şöyle buyurmuşlardır: "Kim bizi gönlüyle sever, diliyle yanımızda olur, kılıcıyla düşmanımızla savaşırsa, o, cennette bizimle, bizim derecemizde olacaktır. Kim gönlüyle bizi sever, diliyle bize yardım eder, fakat eliyle bize yardım etmez, düşmanımızla savaşmazsa; cennette bizimledir, fakat bizim derecemizden aşağı bir derecededir.
Biz hakka çağıranlarız; halkın imâmlarıyız: Gerçek dilleriyiz. Kim bize itâat ederse kurtuluşa erer. kim bize karşı gelirse helâk olup gider.
Biz Hıtta'nın kapısıyız. O kapı selâmet kapısıdır. Kim ondan girerse esen kalır, kurtulur; kim buna karşı gelirse helâk olur.[111]
Biziz, Allah kullarına yönelik onun güvenilir elçileri, şehirleri hakka yüceltenler biziz; dost olan bizimle kurtulur, düşmanlık eden ise bu nedenle helâk olur.
Biziz, peygamberlik ağacı, vahyinin indiği yer, meleklerin gelip gittiği yer, hikmetlerin kaynakları, ilmin mâdenleri.
Biziz, Rasûl-i Ekrem'in elbisesi, onun dostları, ona hizmette bulunanlar, ona varılacak kapılar. Evlere ancak kapılardan girilir; kapılardan başka bir yerden girenler ise hırsızdır ve cezâlandırılır."[112]
Yine şöyle buyurmuşlardır: "Andolsun Allah'a ki tebliğ edilen emirleri, tamamlanan vaadleri, söylenen tüm sözleri bildim ben. Hikmetin kapıları biz Ehlibeyttedir; işlerin, aydınlatıcı ışıklarıyız biz."[113]
Yine kendisiyle ilgili şöyle buyurmuşlardır: "Onların (sahabelerin) gücü kuvveti yokken ben kalktım ve yardıma koştum: onlar başlarını cübbelerinin altına gizlediklerinde ben kendimi meydana attım; onlar sözden kalmışlarkenkonuşamazken ben konuştum; onlar durakalmışken ben Allah ışığıyla karanlıkları aştım. Fakat yine de en hafif konuşanları bendim; kendini en fazla göstermemeye çalışan bendim. Gemi salıverip atımı koşturdum, atımı koşturdum; ödülü alıp koştum.
Fırtınaların kıpırdatamadığı bir dağ gibiydim; kasırgaların söküp atamadığı bir dağ. Yüzüme söylemek için kusurumu gören bir göz olmadı; ardımdan beni kınamak ise hiç kimsenin haddi değildi. Zayıf düşen, benim yanımda yüce ve üstündü; ona zulmedenden onun hakkını alırdım. Kuvvetli olan, benim yanımda zayıftı; mazlûmun hakkını alırdım ondan. Allah'ın kazâsına razı olduk; emrine teslim olup itâatte bulunduk. Allah'ın elçisine, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, yalan isnâd ettiğimi hiç gördün mü? O'na iftirâda bulunduğumu hiç gördün mü? And olsun Allah'a O'nu ilk gerçekleyen doğrulayan kişiyim ben; O'na yalan isnâd eden kişi olmam ben. Ne yapacağıma baktım, verdiğim sözü hatırladım, tuttum ve biat ettim"[114]
Yine kendileri hakkında şöyle buyurmuşlardır: "Allah yolunda, kınayanların sözlerine aldırış etmeyen topluluktanım ben; yüzleri gerçeklerin yüzleridir; sözleri hayırlı kişilerin sözleri. Geceyi kullukla geçirip mâmur ederler; gündüzü hidâyetle geçirip kendilerine uyanlara kılavuz olurlar. Onlar, Kur'an tutanağına sarılmışlardır; Allah'ın buyruklarını Rasûlünün sünnetlerini ihya ederler. Ne ululanırlar, ne de yüce görürler kendilerini; hıyânette bulunmazlar, bozgunculuk etmezler. Kalpleri cennetlerdedir, bedenleri kullukta."[115]
Yine kendileri hakkında şöyle buyurmuşlardır: "Andolsun ki, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'ın ashabından olup, ondan duyduklarını unutmayanlar, bilirler, ben bir an için bile ne noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın emrini reddettim, ne de Rasûlü'nün emrini. Allahın bana lütfettiği erlikle yiğitlerin durakladıkları, ayakların geriye çekildiği yerlerde canımla, başımla onu korudum. Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, elimden geldiği kadar canımı ona siper ettim; bütün gücümle düşmanlarıyla savaştım, nefsimle onu korudum; o da benden başka hiç kimseye nasip olmayan ilmini bana lütfetti.
Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah vefât ettiği zaman başı göğsümdeydi, ağzının yârı avcıma aktı, onu yüzüme sürdüm. Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, onu yıkamaya koyuldum; melekler yardımcılarımdı. Ev halkı ve civârı feryatla dolmuştu. Meleklerin bir kısmı inerken diğer bir kısmı çıkıyordu.
Sesleri hâlâ kulağımdadır; ona salavât getiriyorlardı, bu, onu kabrine yerleştirinceye dek devam etti. Hayâtında da, ölümünde de ona benden yakın olan kimdir?
Haktan ve hak ehlinden ayrılma; ayağın sürçmesin, çünkü biz Ehlibeyti bırakıp başkasına sarılan helâk olur, dünyâsını da yitirir, âhiretini de."[116]
Rabbim, bizi, başta Hz. Ali olmak üzere, Resulunün pak Ehlibeytini senin ve Resulünün tanıttığı gibi tanıyan ve dünyada ve ahirette onların safında yer alıp onların izinden giden kullarından
[1] - Meryem, 58.
[2]- Bkz. En'am Suresi, 83. ayetten 90. ayete kadar.
[3]- Nisa/54.
[4]- Ankebut/27.
[5]- Enbiya/72-73.
[6]- Hud/71-73.
[7]- Nisa: 69
[8] - Kehf: 65-66-67.
[9] - Neml: 40.
[10] - Şevahidü't-Tenzil Hakim Heskani el-Hanefi'nin c. 1. s. 43, 45, 46 hadis no: 58, 60, 65, üç tarikten ve Menakib-i Ali bin Ebu Talib, İbn-i Meğazili eş-Şafii'nin, s. 328, hadis no: 375.
[11] - Şevahidü't-Tenzil, c. 1. s. 42,43, Tefsir-i Selebi, c. 2, s. 279, Bakara Suresi'nin 274. ayetinin tefsirinde ve Menakib-i Ali bin Ebu Talib İbn-i Meğazili, s. 280.
[12] - Şevahidü't-Tenzil, c. 1. s. 42.
[13] - Bkz. Aynı kaynak, c. 1. s. 40, İhkak-ü'l-Hak. C.1 s. 2.
[14] - Sevaikü'l-Muhrika, s. 196, Tarih-i Dimeşk, c. 42, s. 364, Tarih-i Beğdat, c. 6, s. 221, Yenabiü'l-Meveddet, c.1, s. 377, hadis no: 15.
[15] - Menakib-i Harezmi, s. 188, Mecmeü'z-Zevaid, c. 9, s. 112, Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 190.
10- Maide: 55-56.
[17]- Tâhâ/25. ayetten 35. ayete kadar.
[18]- Tâhâ/36.
[19]- Maide/55, 56.
[20]- Mecme-ül Beyan, c.3, s.210, El Gadir, c.2, s. 52, El Mizan, c.6 s.19.
[21]- Bkz. Şevahit-üt Tenzil, Haskani Hanefi'nin s. 161, Menakib-i Ali bin Ebu Talib İbn-i Meğazili Şafii'nin s. 311, Kifayet-üt Talib, Genci Şafii'nin s. 228, 250, 251, Zehair-ül Ukba Muhibbiddin Taberi'nin s. 88, 120, El Menakib Harezmi Hanefi'nin s. 178, Tarih-i Dimeşk İbn-i Asakir Şafii'nin c. 2, s. 409, El Fusul-ül Mühimme İbn-i Sabbağ El Maliki'nin s. 123, 108, Ed-Dürr-ül Mensur Suyutu'nin c. 2, s. 293, Feth-ül Kadir Şefkani'nin c. 2, s. 53, Et- Teshil liulum-it Tenzil Kalbi'nin c. 1 s. 181, Keşşaf Zemehşeri'nin c. 1 s. 649, Tefsir-üt Taberi Teberi'nin c. 6, s. 288, 289, Zad-ül Mesir İbn-i Cevzi Hambeli'nin c. 2, s. 383, Tefsir-ül Kurtubi c. 6, s. 219, 220, Feth-ül Beyan fi Mekasit-ül Kur'an c. 3, s. 51, Esbab-ün Nüzul Vahidi'nin s. 148 ve Türkçe tercümesi s.161, Tefsir-ül Celaleyn s. 213, Tezkiret-ül Havvas Sıbt bin Cevzi Hanefi'nin s. 18, 208, Nur-ül Ebsar Şeblenci'nin s. 71, Yenabi-ül Meveddet Kunduzi Hanefi'nin s. 115, Tefsir-ül Kebir Fahri Razi'nin c. 12 s. 20, Tefsir-i İbn-i Kesir c. 2, s. 71, Ahkam-ül Kur'an Cessas'ın c. 4, s. 102, Mecme-üz Zevaid c. 7, s. 17, Ensab-ül Eşraf Belazuri'nin c. 2, s. 150, El Havi lil Fetava Suyutu'nin c. S. 139, 140, Kenz-ül Ummal c. 6, s. 391, 405 ve c. 15, s. 146, 95, Riyaz-ün Nazre c. 2, s. 273 Müsned-i Ahmet bin Hanbel c. 5, s. 38, Metalib-üs Sual İbn-i Talha Şafii'nin s. 31, Feraid-üs Simtayn c. 1 s. 11, 190 ve....
[22]- Al-i İmran/173.
[23]- El-Keşşaf, c. 1, s. 649, Beyrut baskısı.
[24]- Bu konuda bkz. Yakubi, Tarih, c.2, s.82-83; Halebi, İnsanu'l-Uyun, c.3, s.236; Buharî, Sahih, c.5, s.120; İbn Kayyım, Zadu'l- Mead, c.3, s.48; Belazuri, Fütuhu'l-Büldan, c.1, s.77; İbn Sa'd, Tabakatu'l-Kübra, c.1, s.-357; İbn Hişam, Sire, c.2, s.232-233; M. Asım Köksal, age., c.8, s.111. Hz. Peygamber'in (s.a.a) diz çökerek, "Ya Rabbi! Bunlar, benim ev halkımdır." dediğine ilişkin özellikle şu iki kaynağa bakılmalıdır: Halebi, İnsanu'l-Uyun, c.3, s.236; Yakubi, Tarih, c.2, s.82
[25] - A'lamü'l-Kur'an, c. 28, s. 3, Yenabiü'l-Mevedde, c. 2, s. 260,
[26] - Beyyine: 7.
[27] - Tezkiretü'l-Havvas, İbn-i Cevzi'nin s. 27, El-Menakib, Harezmi'nin, Şevahidü't-Tenzil Ebu İshak Heskani'nin, Tefsir-i Teberi, c. 3, s. 146, Fusulü'l-Muhimme, İbn-i Sebbağ el-Maliki, s. 150, Ed-Dürrü'l-Mensur, c. 6, s. 379, Sevaikü'l-Muhrika, s. 96, Fethü'l-Kadir, c. 5, s. 464, Ruhu'l-Meaani, c. 30, s. 207, Nuru'l-Ebsar, Şeblenci'nin ve Yenabiü'l-Mevedde Kunduzi'nin.
[28] - Şevahidü't-Tenzil, c. 2, s. 257, Sevaikü'l-Muhrika, s. 96, Nuru'l-Ebsar, s. 70, 101, Dürrü'l-Mensur, c. 6, s. 379.
[29] - Şevahidü't-Tenzil, c. 2, s. 259.
[30] - Dürrü'l-Mensur, c. 6, s. 379, ayrıca bakınız: Harezmi'nin, el-Menakib, Ebu Naim İsfahani'nin Kifayetü'l-Hisam, Teberi'nin tefsiri, İbn-i Sebbağ el-Maliki'nin, Fusulü'l-Muhimme, Allame Şevkani'nin Fethü'l-Kadir ve Kunduzi'nin Yenabiü'l-Mevedde kitabları.
[31] - Yenabiü'l-Mevedde Kunduzi'nin s. 74, Firdevsü'l-Ahbar Hafız Eba Şuca Şirveyh bin Şehridar ed-Deylemi el-Hemadani'nin c. 2, s. 305, Muhtasar-i Tarih-i Dimeşk İbn-i Menzur'un c. 17, s. 318 ve el-Ğadir, c. 6. s. 193.
[32] - El-Menakib, İbn-i Meğazi'linin, s. 88, Feraidü's-Simteyn, el-Hamyuni'nin Beyrut baskısı, c. 1, s. 44.
[33] - el-Ğadir, c. 6, s. 22.
[34] - El-Müstedrek Ala's-Sahiheyn c. 3, s. 483.
[35] - el-Haridetü'l-Ğaybiyye fi şerhi Kasidetü'l-Ayniyye Abdul Baki Efendi El-Amri'nin s. 15.
[36] - Kifayetü't-Talib Hafiz Genci'nin s. 407.
[37] - Risaletü'n-Naks Alal Osmaniye Ebu Cafer el-iskafi'nin s. 290, Feraidü's-Simteyn Hemyoni'nin, c.1,s. 39, Mecmeü'z-Zevaid, Heysemi'nin, c. 9,s. 105, Lisanü'l-Mizan İbn-i Hacer Askalani'nin, c. 3, s. 283, Yenabiü'l-Meveddet, s. 82 ve 129.
[38] - Feraidü's-Simteyn, 47. bab'da dört tarikle rivayet edilmiştir.
[39] - Meinakib-i Al-i Ebu Talib, c. 1, s. 291, Üsdü'l-Ğabe, c. 4, s. 18, Menakib-i Harezmi, s. 53, Tarih-i Dimeşk, c. 1, s. 81, hadis no: 114, Kenzü'l-ummal, c. 13, s. 122, ELMüstedrek, c. 3, s. 112.
[40] - Şerh-i Nehcü'l-Belağe, c. 1, s. 30.
[41] - el-Hesais, Nisai'nin, s. 3, El-Müstedrek, Hakim'in, c. 3, s. 112, Sünen- ibn-i Mace, c. 1, s. 57, Tarih-i Teberi, c. 2, s. 213, Şerh-i Nehcü'l-Belağe, c. 4, s. 120 ve…
[42] - Kifayetü't-Talib fi Menakib-i Ali bin Ebu Talib, s, 121, Miuzanü'l-İtidal, c. 4, s. 99.
[43] - el-Musennef, Fezailü'-Sahabe, Tarih-i ibn-i esakir, c. 2, s. 280, Menakib-i ibn-i Meğazili, s. 212, Menakib-i Harezmi, s. 245 ve…
[44]- Müsned-i Ahmet bin Hanbel, 2903 numaralı hadis, Hâkim, "Müstedrek-üs Sahiheyn" adlı kitabının 3. cildinin 132. say-fasında, Ahmed bin Hanbel, "Müsned" adlı kitabının 5. cildinin 25. sayfasında, Nesai Şafii, "Hasaisi Emir'ül Müminin" adlı kitabının 61 ve 64. sayfalarında, Genci Şafii, "Kifayet-üt Talibin" kitabının 240. sayfasında, Harezmi Hanefi, "El-Menakib" adlı kitabının 72. sayfasında, İbn-i Hacer, "El-İsabe" adlı kitabının 2. cildinin 509. sayfasında, Kunduzi Hanefi, "Ye-nabi-ül Meveddet" adlı kitabının 34. sayfasında, İbn-i Asakir, "Tarihi Dimeşk" adlı kitabının Hz. Ali'ye ait bölümünün 1. cildinin 183, 243, 250 ve 251. sayfalarında, Muhibbiddin Taberi Şafii, "Riyaz-ün Nazre" adlı kitabının 2. cildinin 269 ve 270. sayfalarında, Belazuri, "Ensab-ül Eşraf" adlı kitabının 2. cildinin 106. sayfasında, Sahih-i Buhari'nin 3430 ve 4066 numaralı hadisleri, Sahih-i Müslim'in 4418, 4419, 4420 ve 4421 numaralı hadisleri, Sahih-i Tirmizi'nin 2658 ve 2666 numaralı hadisleri, Sünen-i İbn-i Mace'nin 112 ve 118 numaralı hadisleri, Müsned-i Ahmet bin Hanbel'in 1384, 1408, 1423, 1427, 1450, 1465, 1498, 1514, 1522, 10842, 14111, 25834 ve 26195 numaralı hadisleri.
Ayrıca bu hadisi Hâkim, "Müstedrek-us Sahiheyn" adlı kitabının 2. cildinin 337 ve 3. cildinin 109. sayfalarında, Taberi, "Tarih-ut Taberi"nin 3. cildinin 104. sayfasında nakletmişlerdir.
Yine İbn-i Asakir, "Tarih-i Dimeşk" adlı kitabının Hz. Ali'ye ait bölümünde bu konuda yüzü aşkın hadis nakletmiştir. Bu cümleden 30, 125, 148, 149, 150, 251, 272, 273, 274, 276, 277, 278, 279 vs. numaralı ha-disleri zikredebiliriz.
Yine Belazuri, "Ensab-ül Eşraf" adlı kitabının 2. cildinin 106. sayfasında, İbn-i Hacer, "El-İsabe" adlı kitabının 2. cildinin 507 ve 509. say-falarında, Nesai, "Hasais-i Emir'ül Müminin" adlı kitabının 76,77, 78, 79, 80, 81, 82, 83, 84 ve 85. sayfalarında, İbn-i Meğazili, "Menakıb-i Ali bin Ebu Talib" adlı kitabının 27. sayfasında, Harezmî Hanefi, "El-Menakıb" adlı kitabının 60, 74, 83, 84 ve... sayfalarında, Suyuti, "Tarih-ül Hulefa" adlı kitabının 168. sayfasında, Kunduzi El-Hanefi, "Yenabi-ül Meveddet" adlı kitabının 35, 44, 49, 50 vs. sayfalarında, Genci Şafii, "Kifayet-üt Talib" adlı kitabının 281, 282, 283 ve.. sayfalarında, Tebarani, "Mucem-us Sağır" adlı kitabının 2. cildinin 22 ve 54. sayfalarında, Bağavi, "Mesabih-üs Sünnet" adlı kitabının 2. cildinin 275. sayfasında, İbn-i Esir, "Cami-ül Usul" adlı kitabının 9. cildinin 468 ve 469. sayfalarında, Suyuti, "Cami-üs Sağır" adlı kitabının 2. cildinin 56. sayfasında bu hadisi nakletmişlerdir vs..
[45]- Tâhâ/24.
[46]- Tâhâ/24. ayetten 35. ayete kadar.
[47]- Tâhâ/36.
[48]- Müstedrek, c. 3, s. 14, Sevaik-ül Muhrika, s. 73.
[49]- Bakınız; Tarih-i Taberi, c. 319, İbn-i Esir'in El-Kamil fit-Tarih adlı kitabı, c. 2, s. 63 Bu hadis konusunda daha önce bahsetmiş ve kaynaklarına işaret etmiştik.
[50]- Sevaik-ül Muhrika, s. 103, 171, Menakib-i Harezmi Hanefi, s. 246, Yenabi-ül Meveddet, s. 304, Üsd-ul Ğabe İbn-i Esir'in c. 1, s. 206 ve bakınız, Müstedrek-us Sahihayn, c. 3, s. 159, Sevaik-ül Muhrika, 11. bölüm vs.
[51]- Bakınız; El Ğadir, c. 3, s. 19.
[52]- Bakınız; Mecme-uz Zevaid, c. 9, s. 121, Şerh-i Nehc-ül Belağa, İbn-i Ebu-l Hadid'in, c. 13, s. 257.
[53]- Bakara Sûresi/189.
[54]- Bakınız; Şevahit-ut Tenzil, Haskani El-Hanefi'nin, c. 1, s. 96, El-Müstedrek, c. 3 s. 4 ve 133, Tarih-i Teberi c. 2 s. 99, Tarih-i Yakubi c. 2 s. 29, El-Kamil fit Tarih c. 2 s. 103, Zehair-ül Ukba s. 87, Mecme-üz Zevaid c. 6, s. 51 ve c. 7, s. 27 ve c. 9, s. 120, Tarih-i Dimeşk Hz. Ali''e ait bölümü c. 1, s. 184, Kifayet-üt Talib, s. 239 ve 242, Yenabi-ül Meveddet, s. 38 vs.
[55]- Tebakat-i İbn-i Sa'd, c. 2, s. 51, 263, Menakib-i Harezmi, s. 29.
[56]- Bakınız; Hasais-ül Aleviyye, Nisai'nin, Müstedrek-ül Hakim c. 3 s. 112, Sünen-i İbn-i Mace, c. 1, s. 44, hadis no: 117, Tarih-i Teberi c. 2 s. 310 vs.
[57]- Bakınız; Hasais-ül Emir'ül Mü'minin Nisai'nin, s. 86, Mecme-uz Zevaid, c. 9, s. 134, Er-Riyaz-un Nezre, c. 2, s. 300 vs.
[58]- Müstedrek-us Sahihayn, c. 3, s. 125, Kifayet-ut Talib, s. 203 Yenabi-ül Meveddet, s. 87. Müsned-i Ahmet, hadis no: 18484, 1429, Müsned'in hamişinde basılmış olan Müntehab-ül Kenz-ül ummal, c. 5, s. 29 vs.
[59]- Bakınız; Tarih-ül Hulefa, Suyuti'nin ,s. 172, Mecme-uz Zevaid, c. 9, s. 115, İhkak-ül Hak, c. 5, s. 549 Mişkat-ül Mesabih, c. 3, s. 245, Mesabih-us Sünnet , c. 2, s. 276, Müntehab-ül Kenz-ül Ummal, c. 5, s. 29 vs.
[60]- Menakib-i Ali bin Ebu Talib, İbn-i Meğazili Eş-Şafii'nin, s. 252 ve Yenabi-ül Meveddet, Kunduzi Hanefi'nin, s. 87.
[61]- Bakınız; Sahih-i Tirmizi, c. 5, s. 303, hadis no: 3661, Mecme-uz Zevaid, c. 9, s. 115 vs.
[62] - Bu hadisi, Ahmet bin Hanbel "Müsned" adlı kitabının 2903 numaralı hadisinde nakletmiştir. Yine bu hadis, "El-İsabe"nin hamişinde basılmış olan "El-İstiab" kitabının c. 3 s. 28, İbn-i Hacer'in "El-İsabe" adlı kitabının c. 2 s. 509, Kunduzi Hanefi'nin "Yenabi-ül Meveddet" adlı kitabının s. 55 ve s. 182, Hâkim'in "El-Müstedrek" adlı kitabının c. 3 s. 134, İbn-i Asakir'in "Tarih-i Dimeşk" adlı kitabının Hz. Ali'nin hayatı bölümünün c. 1 s. 384 ve benzeri birçok muteber hadis kaynaklarında yer almıştır.
[63] -Bu hadis, Müsned-i Ahmet bin Hanbel'in 19081 numaralı hadisi ve Sünen-i Tirmizi'nin 3645 numaralı hadisidir. Bu hadisi aynı zamanda Nesai, "Hasais-i Emir-ul Mü-minin" adlı kitabının 97. sayfasında, Harezmî Hanefi, "El-Menakıb" adlı kitabının 92. sayfasında, İbn-i Hacer, "El-İsa-be" adlı kitabının 2. cildinin 509. sayfasında, Şeblenci, "Nûr-ul Ebsar" adlı kitabının 158. sayfasında, İbn-i Asakir, "Tarih-i Dimeşk" adlı kitabının Hz. Ali'ye ait bölümünün 1. cildinin 381. sayfasında, Bağavi, "Mesabih-us Sünnet" adlı kitabının 2. cildinin 275. sayfasında, İbn-i Esir, "Cami-ul Usul" adlı ki-tabının 9. cildinin 470. sayfasında, Kunduzi Hanefi, "Yenabi-ul Meveddet" adlı kitabının 53. sayfasında, Sibt bin Cevzi, "Tezkiret-ul Havvas" adlı kitabının 36. sayfasında, İbn-i Tal-ha Şafii, "Metalib-us Sual" adlı kitabının 1. cildinin 48. sayfasında nakletmişlerdir. Ayrıca bakınız; "Kenz-ul Ummal kitabı" c. 15 s. 124, Riyaz-un Nezre c. 2 s. 225 vs.
[64] -Bu hadisi yine Ahmet bin Hanbel "Müsned" adlı kitabının 21883, 21889, 21958, 21979 ve 21950 numaralı hadislerinde ve Buhari "Sahih-i Buhari" ismini alan hadis kitabının 4003 numaralı hadisinde farklı ibarelerle nakletmiştir. Onların bazısında Hz. Resulullah sinirlenerek: "Ben kimin velisi isem, Ali de onun velisidir" buyurmuş, bazısında da Ali'ye karşı bir kin beslenilmemesi gerektiğini ve Ali'nin humustan hakkının bundan da fazla olduğunu vurgulamıştır.
[65] -Hasais-i Aleviyye, s. 17.
[66] -Kenz-ül Ummal, c. 15, 118.
[67]- Al-i İmran/34.
[68]- Yenabi-ül Meveddet, Kunduzi Hanefi'nin, s. 272 İstanbul baskısı, Mecme-uz Zevaid, c. 9, s. 128, Sevaik-ül Muhrika, İbn-i Hacer'in, s. 103 vs.
[69]- Kenz-ül Ummal, c. 6, s. 394, Nezmi Dürer-is Simtayn, Zerendi Hanefi'nin, s. 119 ve Tarih-i Bağdat, Hatib-i Bağdadi'nin, c. 4, s. 329
[70]- Kenz-ül Ummal, c. 6, s. 397, Mecme-uz Zevaid, c. 9, s. 109.
[71] - Bakınız, Ahmet bin Han-bel'in "El-Müsned" adlı kitabının 21867 numaralı hadisi ve bakınız, Nesai'nin Hasais-i Emir'ül Mü'minin, s. 22, Dürr-ül Mensur, c. 5, s. 182, İb-i Meğazili Şafii'nin Menakib-i Ali bin Ebu Talib adlı kitabı s. 24, İbn-i Asakir'in Tarihi-i Dimeşk adlı kitabının Ali /as./'a ait bölümü, c. 1, s. 365, Harezmi Hanefi'nin El-Menakib adlı kitabı, s. 79, Kunduzi Hanefi'nin Yenabi-ül Meveddet adlı kitabı, s. 33 ve 36, Şevkanı'nin Feth-ül Kadir adlı kitabı c. 4, s. 263 ve Riyaz-un Nezre, c. 2, s. 224 vs.
.
[72]- El-Gadir, c.1, s. 9-11-14, Dürr-ül Mensur c. 2, s. 259, Tarih-ül Hulefa, s. 114, Tarih-i Hatip Bağdadi, c. 8, s. 290, Müsned, c. 1, s. 119 hadis no:633, 915 Yenabi-ül Meveddet, Bölüm 4. Şerh-i Nehc-ül Belağa İbn-i Ebi-l Hadid c.1, s. 362, El-İmame ve's Siyase İbn-i Kuteybe'nin c. s. 11, 143, El Menakib Harezmi'nin s. 224, Kifayet-üt Talib Genci Şafii'nin s. 386, Tarih-i Dimeşk, Ali bin Ebu Talib bölümü c. 2, s. 7, Ensab-ül Eşraf Belazuri'nin c. 2, s. 156 ve...
[73] - Bkz. Sahih-i Müslim, c. 1, s. 61, Sünen-i Nesai, c. 6, s. 117, Sahih-i Tirmizi, c. 8, s. 306 vs.
[74] - Bkz. Sahih-i Müslim, Ensar ve Ali'yi sevmek imandandır bölümü.
[75] - Bkz. Sahih-i Elbani, c. 1, s. 298, Sahih-i Müslim, c. 1, s. 61, Sünen-i Nesai, c. 2, s. 271, Sahih-i Tirmizi, c. 2, s. 301, Sütnen-i ibn-i Mace, s. 114, Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 84, 95, 128 vs.
[76] - Bkz. Tarih-i İslam Zehebi, c. 3, s. 1, s. 485, c3, s. 634, Müstedrek7'-Sahiheyn, c. 3, s. 129.
[77] - Fezail-i Ahmed bin Hanbel, s. 42, Sahih-i Tirmizi, c. 5, s. 637, Hesais Nesai s. 29, Mucem-i Kebir Teberani, c. 1, s. 352, Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 130, Tarih-i Cürcan, s. 169, Hilyetü'-evliya, c. 6, s. 339, Ahbar-i isbahan, c. 1, s. 232, Tarih-i Beğdat, c. 3, s. 171, ve c. 9, s. 369, c. 11, s. 376, Menakib-i Harezmi, s. 59, Menakib-i ibn-i Meğazili, s. 156, Tarih-i İbn-i Esakir, İmam Ali bölümü, c. 2, s. 105, Tezkiretü'l-Havvas, s. 44, Tezkiretü'l-Huvvaz, c. 2, s. 1042, Üsdü'l-Ğabe, c. 4, s. 30, Camiü'l-Usul, c. 8, sz. 653, Kifayetü't-Talib, s. 144, Zehairü'l-ukba, s. 61, Siyeri A'lamü'n-Nübela, c. 13, s. 232, Mucem-i Ricali'l-Hadis c. 4, s. 151 vs.
[78] - Sahih-i Buhari c. 5, s. 22, 23, 171, Sahih-i Müslim, c. 5, s. 195 ve c. 6, s. 121, 122 Muhammed Ali Sabih'in bastığı, Tarih-i Dimeşk, imam Ali bölümü, c. 1, s. 157, 205, Sünen- Tirmizi, c. 5, s. 596, Feraid-ü's-Simteyn, c. 1, s. 259, Mecmeü'-Zevaid, c. 6, s. 151, Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 38, 437, Uyun-u'l-Eser, c. 2, s. 132, Müsned-i Ahmed, c. 2, s. 384, Ensabü'l-Eşraf Belazuri'nin, c. 2, s. 93, Tebakat-i ibn-i Sa'd, c. 2, s. 110, Müsned-i Ebu Davud, et-Teyalisi, s. 320, Mucemü's-Sağir Tebarani'nin c. 2, s. 100, Sünenü'l-Kübra, Beyhaki'nin c. 9, s. 106,131, el-Bidaye ve'n-Nihaye, c. 4, s. 182, Tari-i Teberi, c. 3, s. 12, Tari-ü'l-islam, Zehebi'nin c. 2, s. 194 vs.
[79]- Müstedrek-üs Sahihayn, c. 3, s. 129, Kenz-ül Ummal, c. 6, s. 153 hadis no: 2527, Menakib-i Ali bin Ebu Talib, İbn-i Meğazili Şafii'nin, s. 84, El-Menakib, Harezmi Hanefi'nin, s. 111, Tarih-i Dimeşk, Ali bin Ebu Talib bölümü, c. 2, s. 476 hadis no: 996, 997, Yenabi-ül Meveddet, s. 72, 185, 234, 250, Mizan-ül İtidal, c. 1, s. 110 vs.
[80]- Müstedrek-üs Sahihayn, c. 3, s. 138, Kenz-ül Ummal, c. 6, s. 157 hadis no: 2628, Mucem-üs Sağir, Tebarani'nin, c. 2, s. 88, Menakib-i Ali bin Ebu Talib, İbn-i Meğazili Şafii'nin, s. 65, Mecme-üz Zevaid, c. 9, s. 121, Üsd-ül Ğabe, c. 1, s. 69, c. 3, s. 116, Tarih-i Dimeşk, Ali bin Ebu Talib bölümü, c. 2, s. 257 vs.
[81]- Kenz-ül Ummal, c. 6, s. 157 hadis no: 2625, Şerh-i Nehc-ül Belağa, İbn-i Ebi-l Hadid'in, c. 2, s. 450, Hilyet-ül Evliya, Ebu Naim'in ,c. 1, s. 63, Mecme-üz Zevaid, c. 9, s. 132, Kifayet-üt Talib, Genci Şafii'nin, s. 210, Yenabi-ül Meveddet, Kunduzi Hanefi'nin, s. 313 vs.
[82]- Cami-üs Sağir, Suyuti'nin, s. 107, Müstedrek-üs Sahihayn, c. 3, s. 226, Tarih-i Dimeşk, Ali bin Ebu Talib bölümü, c. 2, s. 464, Şevahit-üt Tenzil, Heskani Hanefi'nin, c. 1, s. 334, Üsd-ül Ğabe, c. 4, s. 22, vs.
[83]- Kenz-ül Ummal, c. 6, s. 156.
[84]- Kenz-ül Ummal, c. 6, s. 153, Yenabi-ül Meveddet, s. 185, 247, Cami-üs Sağir, Suyuti'nin, c. 2, s. 56 vs.
[85]- Hz. Resulullah bu tabiri Beraat Sûresi'nin inmesinin ardından Ebu Bekr’i bu sureyi Mekke müşriklerine iblağ etmekle görevlendirdiği sırada buyurmuştur. Peygamberin bu görevlendirmesinden sonra Allah Teala tarafından Ebu Bekr’i geri çağırması ve bu görevi Ali'ye vermesi gerektiğine dair emir gelmiş ve Hz. Resulullah Ali /as./'ı göndererek Ebu Bekri geri çağırtmıştır. Bu olayın tafsilatı bütün hadis ve tarih kaynaklarında yer almıştır. Örnek olarak bakınız: Sünen-i İbn-i Mace, c. s. 92, Kenz-ül Ummal, c. 6, s. 153, hadis no: 2531, Müsned-i Ahmet bin Hanbel, c. 1, s. 151, Sahih-i Tirmizi, c. 5, s. 300 hadis no: 3803 vs.
[86]- Müstedrek-üs Sahihayn, c. 3, s. 121, Tarih-i Dimeşk, Ali bin Ebu Talib bölümü, c. 2, s. 268, Riyaz-ün Nezre, c. 2, s. 220, Yenabi-ül Meveddet s. 205 vs.
[87]- Müstedrek-üs Sahihayn, c. 3, s. 128, Menakib-i Harezmi, s. 234, Nur-ül Ebsar-ı Şeblenci, s. 73, El-Mizan, Zehebi'nin, c. 2, s. 613 vs.
[88]- Kenz-ül Ummal, c. 6, s. 155 hadis no: 578, c. 3, s. 128, Yenabi-ül Meveddet , s. 149, 150, El- İsabet, İbn-i Hacer El Askalani Şafii'nin, c. 1, s. 541 vs.
[89]- Kenz-ül Ummal, c. 6, s. 217, hadis no: 3819, Hilyet-ül Evliya, c. 1, s. 86, Kifayet-üt Talib, Genci Şafii'nin, s. 214, Mecme-üz Zevaid, c. 9, s. 108, Yenabi-ül Meveddet, s. 126, 313 vs.
[90]- Kenz-ül Ummal, c. 6, s. 156, Tarih-i Dimeşk, Ali bin Ebu Talib bölümü, c. 3, s. 170 hadis no: 1207, El-Menakib, Harezmi'nin s. 57.
[91]- Kenz-ül Ummal, c. 6, s. 157 9 hadis no: 2631, Yenabi-ül Meveddet, s. 99, Tarih-i Dimeşk, Ali bin Ebu Talib bölümü, c. 2, s. 417, Feraid-üs Simtayn, c. 1, s. 148, Şevahit-üt Tenzil, Haskani'nin, c. 1, s. 293 vs.
[92]- Sevaik-ul Muhrika, s. 74.
[93] - Şerh-i Nehcül'l-Belağa İbn-i Hadid'in c. 1, s. 17.
[94] - Sefinetü'l-Bahar c. 3, s. 239.
[95] - el-Kuna vel'-Elkab İmam Şafii biyografisi bölümü.
[96] - Şerh-i Nehcü'l-Belağa, İbn-i Hadid'in c. 1, s. 5
[97]- El-Müstedrek, c. 3, s. 107, Şevahidü't-Tenzil, c. 1, s. 26, Tarih-i Medineti Dimeşk, c. 42, s. 418, Nezmi Dürer-i Simteyn, s. 80, Tehzibü't-Tehzib, c. 7, s. 297, Yenabiü'l-Meveddet, c. 1, s. 9, c. 2, s. 370, Keşf-ul Gumme, s. 48 vs.
[98] - Nehcü'l-Belağa'da İnsan-i Kamil, c. 1, s. 2.
[99] - Nehcü'l-Belağa'da İnsan-i Kamil, c. 1, s. 2.
[100] - Şerh-i Nehcü'l-Belağa ibn-i Ebu'l-Hadid'in c. 18, s. 226, Ğazai'l-Elbab Sefarayi'nin c. 3, s. 544, el-İstiab c.1, s. 341.
[101] - Biharü'l-Envar, c. 41, s. 14, Tezkiretü'l-Havvas, İbn-i Cevzi'nin s. 144.
[102] - Marifetü'l-İmam c. 1, s. 21, Biharü'l-Envar, c. 10, s. 118.
[103] - Ğürerü'l-Hikem, c. 1. s. 61.
[104] - Secde: 24.
[105]- Kenz-ül Ummal, c. 6, s. 396, Müstedrek-üs Sahihayn, c. 1, s. 269, Sevaik-ül Muhrika, s. 78 vs.
[106] - Nehcü'l-Belağa, 239. hutbe.
[107] - Nehcü'l-Belağa, 2. hutbe.
[108]- Nehc'ül-Belâğa, hutbe, 142.
[109] - Nehcü'l-Belağa, 109. hutbe.
[110] - "Ehlibeytim Nûh'un gemisine benzer. O gemiye kim bindiyse kurtuldu; kim baş çekti, binmediyse boğuldu gitti." (Hadis. Câmi, 2, s.136).
[111] - "Bir vakit şu şehre girin, nimetlerinden, nerede dilerseniz orda bol bol yiyin; kapısından secde ederek girin, bağışla deyin ki biz de suçlarınızı örtelim; iyilikte bulunanların sevâbını daha da arttıracağız demiştik." (2, Bakara, 58) "Hani o zaman onlara, bu şehirde yerleşin ve dilediğiniz yerde dilediğiniz şeyi yiyin ve bu makam suçların döküldüğü makamdır deyin; kapıdan yerlere kapanırcasına eğilerek girin de suçlarınızı örtelim; iyi hareket edenlerin mükâfâtını da fazlasıyla verelim denmişti." (7, A'raf, 161)
Bu iki âyet-i kerimede, "Suçların döküldüğü makam, yurt "Hıtta" diye geçer. Hadis-i Şerifte, "Ehlibeytim aranızda Nuh kavmi içinde Nûh'un gemisine benzer. Kim o gemiye bindiyse kurtuldu; kim binmediyse helâk oldu ve İsrâiloğulları içindeki Hıtta'ya benzer" ve sonunda "Kim oraya giderse yarlıgandı" ilavesiyle geçer (Süyûti'nin "Dürr'ül-Mensûr"un-dan, "Kenz'ül-Ummâl"den, "Mecma'uz-Zevait"den naklen "Fedâil'ül-Hamse" 2, s.57-59).
[112] - Nehcü'l-Belağa özlü sözler bölümü.
2. Sûrenin (Bakara) 189. âyet-i kerimesinde evlere kapılardan girilmesi emredilmiştir. Rasûl-i Ekrem "Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır; ilim isteyen kapıya gelsin", "Ben hikmet eviyim, Ali kapısıdır", "Ali ilminin kapısıdır, benden sonra benim uğruna gönderilip tebliğ ettiğim şeyleri size apaçık bildiren kişidir; onu sevmek imandır; ona buğzetmek ise nifaktır" buyurmuşlardır (Tabarânî, Câmi'us-Sagıyr, Müsted-rek'üs-Sahihayn, Tirmizi, İbn-i Cerir, Kenz'ül-Ummâl ve Deylemî'- den naklen "El-Murâcaât", s. 188).
[113] Nehcü'l-Belağa, 120. hutbe.
[114] - Nehcü'l-Belağa 37. hutbeden.
[115] - Nehcü'l-Belağa 192. hutbeden.
[116] - Nehcü'l-Belağa özlü sözler bölümü.