Vahhabîlik İnancının Kurucuları ,Vahhabîlik ve Hanbelî Mezhebi

Cuma, 03 Ocak 2014 14:42

 

Her ne kadar İran’ın ve Osmanlı’nın eski dönem yazarları^, Muhammed b. Abdulvahhab’ın[1] Hanefî mezhebine mensup olduğu görüşünü öne sürmüş olsalar bile,[2] onun talim ve tedrisat üslûbu ve Hanbelî mezhebinde geçirdiği başarılı süreç, apayrı bir görüntü çizmektedir. Tabi bununla birlikte babasının ve kardeşinin büyük Hanbelî âlimlerinden olmaları, aynı zamanda takipçilerinin de kendilerini Hanbelî mezhebinden tanıtmaları hasebiyle Vahhabîlik fırkasının temelinde Hanbelî mezhebinin yattığı ve bu fırkanın ilham kaynağının Hanbelî mezhebi olduğu şüphesiz bir gerçektir.

Dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta ise, Vahhabîliğin kurucularından olan Ebu Muhammed Berbeharî, İbn Bute, İbn Teymiyye, İbn Kayyum ve Muhammed b. Abdulvahhab gibi isimlerin, Hanbelî mezhebinin hatırı sayılır âlimlerinden olmalarından dolayıdır ki, Vahhabîler kendilerini Ehlisünnet Ve’l-Cemaat ve Hanbelî mezhebine mensup kişiler olarak tanıtmaktadırlar.

Subhi Mahmasanî konuyla ilgili olarak şöyle yazmıştır:

“...Hanbelî mezhebi diğer Ehlisünnet mezhepleri arasında en az cemaate sahip olan mezheptir. Bu mezhebin kurucuları ise kendisinden sonra yaşamış olan İslâm’ın iki büyük âlim ve müçtehidi İbn Teymiyye ve öğrencisi olan İbn Kayyum’dur. Aradan geçen uzun yıllardan sonra Hicrî on ikinci yüzyıla gelindiğinde, Muhammed b. Abdulvahhab bu mezhep üzerinde birtakım fikrî ve akidevî görüş değişikliklerine giderek kendi kuracağı mezhebin temel taşlarını oluşturmuş ve ardından Vahhabîlik adı altında yeni bir mezhep kurmuştur. Halen bu mezhebe mensup insanlar, Suudi Arabistan’da yaşamaktadırlar.”[3]

Fakat Doktor Zeki’nin yazdığına göre Vahabîleri Hanbelîlerden ayıran iki önemli unsur vardır:

Birincisi, Ehlisünnet mezhepleri olan Malikî, Hanefî, Şafiî ve Hanbelî dışındaki mezhep imamlarına taklidi kesinlikle yasaklarlar. Bunlardan biri de Şia mezhebidir ki kesinlikle kabul etmezler.

İkincisi ise, Vahhabîler fer’î olan meselelerde Ahmed b. Hanbel dışındaki diğer üç imamın da görüşlerini Kur’ân ve Sünnet’e uygun olması kaydıyla kesin hükmetmeleri hâlinde amel ederler. Özellikle Ahmed b. Hanbel’in görüşünü benimseme gibi bir zorunluluk görmezler.

Konuyla ilgili olarak Doktor Zeki şöyle devam ediyor:

“Vahhabî mezhebi de diğer mezhebî, siyasî, içtimaî gruplar gibi bir asimilasyona uğramış ve bu asimle yelpazesi talim ve amel noktasına kadar uzamıştır.”

“Bunlardan birisi de Vahhabîlerin önde gelen isimlerinden biri olan Abdulaziz Âl-i Suud ile Şiî fırkalarından olan Zeydî mezhebine mensup padişah İmam Yahya arasında 1934 tarihinde Yemen’de baş gösteren savaş ve ardından ikili arasında imzalanan barış anlaşmasıdır. Bu barış anlaşmasında, Abdulaziz Âl-i Suud tarafından İslâm kardeşliğine ve kral Yahya’nın Yemen’in şer’î hâkimi olarak kalmasına dair şartların kabulü, yukarıda belirtilen Vahhabî geleneğine (dört mezhep imamları dışındaki hiçbir imamın kabulü mümkün değildir prensibine) ters bir görüntü çizmiş olup, açık bir itirafın vesikası hâline gelmiştir.”[4]

Tabii bunların dışında Hanbelîler ile Vahhabîler arasında daha birçok farklılıklar da vardır. Örneğin, Ahmed b. Hanbel ve taraftarları her ne kadar Vahhabîlerin yasakladığı bazı şeyleri yasaklayarak onlarla görüş birliği içinde olsalar dahi, hatta özellikle Berbeharî döneminde yasaklama konusunda aşırı derecede sert tutumlar sergilemiş olsalar bile, hiçbir zaman İslâm’ın diğer fırkaları ve mezheplerine karşı küfür ile ithamda bulunmaz, İslâm beldelerini de Daru’l-Küfr (Küfür Beldesi) olarak ilân etmez ve bundan kesinlikle sakınırlardı. Aynı şekilde Hanbelîler, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ziyaretine veya diğer İslâm büyüklerinin mezarlarını ziyarete gidenleri tekfir etmez ve müşrik ithamıyla yargılamazlardı.

VAHHABÎLER İLE HARİCÎLER ARASINDAKİ BENZERLİKLER

Araştırmacılara göre, Vahhabîlik ile Haricîlik arasında gözle görülür derecede benzerlikler bulunmaktadır ve bu benzerlikler, Vahhabîliğin, Haricîliğin ve Haricîlerin düşüncesinin bir devamı niteliği taşıdığı kanaatini doğurmaktadır. Bilindiği üzere Haricî fırkası, Sıffin Savaşı esnasında yaşanan Hakemiyet (hakemlik) olayında meydana gelmiş bir gurup olmakla birlikte inanç sistemi birkaç esas üzerine şekillenmiştir:

1- İmam Ali’nin (a.s) Osman’ın, Muaviye’nin, Cemel ashabının, Tahkim ashabının ve hakemlik olayını kabul eden herkesin kâfir olduğu.

2- Yukarıda sayılan ve küfür ile itham edilen şahısların kâfir olmadıklarını savunanların kâfir oldukları.

3- İmanın sadece kalp ile olmadığı, bilâkis emir ve yasaklara uymanın da imanın gerçeklerinden ibaret olduğu.

4- Zalim hükümdara karşı kıyam etmenin ve böylesi durumlarda ayaklanmanın vacip olduğu.

Bunlar, onların önemli özelliklerinden sadece birkaç tanesidir.[5]

Yukarıda sayılan tüm bu maddeler ile birlikte bu ifrat ve tefrit topluluğu, zamanla tüm Müslümanları küfürle itham eder ve kılıçtan geçirilmesi görüşünü savunur bir hâl almaya başladılar.

Merhum Allâme Emin, değerli eseri olan “Keşf’ul-İrtiyab Fî Etbâi Muhammed b. Abdulvahhab” adlı kitabında “Vahhabîlik ile Haricîlik Arasındaki Benzerlikler” başlığı altında geniş bir bölüm ayırarak konuyu ele almıştır. Bizler burada birkaç paragrafla yetiniyoruz:

1- Haricîlerin “Allah’tan başka hüküm koyan yoktur.” sloganı, her ne kadar hak bir söz ise de, bundan maalesef batıl irade edilmiştir. Çünkü Haricîler bundan kendi kötü emelleri doğrultusunda istifade etmişlerdir. Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) buyurduğu gibi: “Evet! Bu söz Allah’ın hak sözüdür, yalnız bu hak sözü batıl bir şekilde kullanmaya çalıştılar.” Haricîlerin bundan kastı ise, hiç kimsenin yönetici ve hâkim olamayacağı ve dinî hiçbir konuda hakemiyete (hakemliğe) baş vurulamayacağıdır. Bu yüzdendir ki Sıffin’de meydana gelen “hakemlik” olayını küfür ve günah üzere bilmektedirler. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim’e bakıldığında, insanların ihtilâflı oldukları konularda aralarında belirleyecekleri hakeme başvurmaları öğütlenmiştir. Meselâ:

“Kadın ile kocası arasında meydana gelen ihtilâftan dolayı korkuya kapıldığınızda, kadının ve erkeğin ailesinden birer hakem seçin.”[6]

Başka bir ayette ise:

“Sizden iki adil şahit seçin ki adaletle hükmetsinler.”[7]

Aynı şekilde Vahhabîlerin şu sloganlarını da hatırlatmakta fayda vardır:

“Dua, şefaat, tevessül, yardım istemek sadece Allah’tandır; başkasından istenemez.”

Her ne kadar bu sözler doğruyu ifade etse bile, Vahhabîler bu sözleri farklı şekillerde değerlendirerek kendilerine has yorumda bulunmaktadırlar.

Evet; dua, şefaat, tevessül ve yakarış sadece Allah’adır. Gerçek manada çağrılan sadece Allah’tır ve tüm sıkıntılardan, kötülüklerden kurtulmak ve doğru dürüst bir hayat sürmek uğruna açılan niyaz elleri tümüyle Allah’a yöneliktir. Yardım edecek O’dur; hayat veren, şifa veren, dertlere derman, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacını karşılayan ve şefaat sadece ve sadece O’nun emriyle gerçekleşmektedir. Fakat bu noktada Vahhabîlerin kastettiği şudur: “Bir insan, yüce Allah’ın kendisinin aziz ve değerli kıldığı kimseler ile O’na yönelmemeli, onlara kesinlikle ihtiyaç duymamalı ve hiç kimseyi de Allah ile arasında aracı olarak veya kıyamet günü şefaatçi olmaları için kabul etmemelidir.”

2- Haricîler ile Vahhabîler arasındaki ikinci benzerlik de şöyledir: Haricîler dış görünüşe fazlasıyla önem verir, namaz ve Kur’ân tilâvetleri hususunda çok ihtimam gösterirlerdi. Hatta Haricîlerin alınlarında aşırı secdeden dolayı yağ bezeleri oluşmuş ve kendilerini bin bir türlü meşakkate sokarak Allah’ın rızasını kazanmaya çalışırlardı. Bakın Haricîler hakkında Hz. Ali (a.s) ne güzel buyurmaktadır:

“Benden sonra Haricîler ile savaşmayın. Zira hakkı aramak uğruna batıla saplananlarla, batılı isteyip de ona bulaşanlar bir değildirler.”[8]

Haricîler, günah ve haramlardan kesinlikle sakınan kimselerdi. Öyle ki onlardan birisi kılıç ile bir domuz öldürüp kanını yere akıttığında, diğeri tarafından hemen itiraza maruz kalarak, “Yeryüzünde fesat işledin!” şeklinde uyarılarla karşı karşıya kalırdı. Veya bir başkası yol üzerinde yerde bulduğu bir hurmayı ağzına koyup yemek istediğinde, diğeri alelacele koşar ve ağzından hurmayı çekip çıkarıp, “Haram yedin!” diye itiraz ederdi.

Vahhabîler de aynen böyledirler. Görüntü itibariyle aşırı taassupçu ve dinî meselelerde ise zoru seçerler. Namazı tam vaktinde kılmaya ehemmiyet gösterip Allah’a karşı yapılan ibadetlerle kendilerini yorar ve sürekli hakkı arar bir görüntü çizerler; ancak yanlış bir yol seçmişlerdir kendilerine. Haramlar ve günahlar konusunda o kadar titiz davranırlar ki, hatta şer’î hükmü kendileri için kesinlik kazanmadığından dolayı telgrafı kullanmazlar.

Aşırı derecede taassup ehli olduklarına dair bir başka olay ise, benim (Allâme Emin) kendi gördüğüm bir Vahhabînin alışveriş esnasındaki tavrıdır. Cebindeki yeni riyaller ile eski riyalleri ayrı tutarak harcıyor ve eski riyal verip yeni paralarla çok cüzi bir miktarda fark ödeyerek yapılacak değişime ise faiz hükmü geçerlidir diyerek şiddetle karşı çıkıyordu. Paraları değiş tokuş yapan adam oradan ayrılıp gitmek istediğinde, Vahhabînin yanına gelerek, “Dualarında beni de unutma olur mu?” diyerekten vedalaştı. Vahhabî şahıs ise, “Allah seni hidayet etsin!” dedi. Ve ardından bana dönerek, “Bu gördüğün adam Yahudi idi işte.” dedi.

3- Vahhabîler ile Haricîler arasındaki üçüncü benzerliğin şu olduğunu söyleyebiliriz: Haricîler kendileri dışındaki Müslümanları kâfirlikle itham eder ve büyük günahlara bulaşmış insanların ebedî cehennem ateşinde yanacakları inancını taşırlardı. Aynı şekilde kendileri dışındaki Müslümanların canını ve kanını mubah sayarak onların çocuklarını esir alır ve “Eğer İslâm ülkesindeki büyük günahların önünü almazsanız, İslâm ülkesi küfür ülkesine döner.” diye feryat figanlar ederlerdi. Acımasızlık ve taassup gözlerini o kadar bağlamıştı ki, Peygamber sahabîsi olan Abdullah b. Habbab’ı dahi oruçlu bir hâlde ve boynuna Kur’ân sayfalarını asılmış bir vaziyette Hz. Ali’ye bağlı olduğundan dolayı acımasızca öldürdüler ve eşinin de karnını parçaladılar. Kendisine ise, “Boynunda asılı olan bu Kur’ân’ın hükmünce seni öldüreceğiz.” dediler. Sonunda onun başını bir akarsuyun kenarında bedeninden ayırdılar ve kanını akarsuya akıttılar. Aynı şekilde esir olarak alınan kadınları Haricîler kendi aralarında bir mal gibi alıp satarlardı ve …

Vahhabîlerin de buna benzer birtakım inançları vardır. Haricîlerde olduğu gibi kendileri dışındaki Müslümanları müşrik sayar ve onların kanını ve malını helâl bilirler. Müslüman ülkeleri ve Müslümanları küfür ve küfrün ülkesi olarak addeder ve onlardan bir an önce o beldeleri terk ederek hicret etmelerinin vacip ve zarurî olduğu görüşünü empoze etmeye çalışırlar. Namazı bilerek terk eden ama namazın dindeki esasını inkâr etmeyen birini ölüme mahkum ederler.[9]

Süleyman b. Abdulvahhab, kardeşi Muhammed b. Abdulvahhab’a reddiye olarak yazmış olduğu kitabında şöyle söylemektedir:

“İbn Kayyum’a göre Haricîlerin iki önemli özelliği vardı ve bundan dolayıdır ki diğer Müslümanlardan ayrı düştüler. Öncelikle Sünnet’ten bir hayli uzaklaştılar ve Sünnet olmayanı sünnet olarak kabul ettiler. İkincisi ise, Müslümanları düştükleri çeşitli günahlardan dolayı kâfir ilân ettiler ve bundan dolayı onların kanını ve malını helâl bilerek İslâm beldelerini küfür beldesi olarak ilân ettiler. Buna göre tüm Müslümanların bu iki yanlış olan görüşten uzak durmaları, yerinde olacaktır. Zira bu iki esasın neticeleri şunlardır: Müslümanlara kin beslemek, onlara lânet ederek, azarlayarak kan ve mallarını helâl saymak. Öyleyse her türlü bidatten uzak durulmalı ve bu iki özelliğin Haricîlere mahsus olduğu bilincine varıp gözle görülür derecede Vahhabîlikte de aynısının bulunduğu unutulmamalıdır.”

4- Daha önce de akait konularında anlatıldığı üzere, Haricîler şüpheli konularda bazı ayetlerin zahirinden çıkardıkları hükümler doğrultusunda hareket ederek insanların büyük günahlara duçar olduğu kanısına vardıkları gibi, Vahhabîler de aynı şekilde birtakım ayetlerin zahirî görüntüsünü baz alarak Allah’a “vesile” ile yaklaşma ve yardım isteme konularıyla ilgili olarak haram ve şirk fetvaları vermişlerdir.

5- Haricîlere göre İslâm hükümdarlarına karşı kıyam, savaş, öldürme helâldir ve bu inanca göre hükümdarların hepsi delâlet ehlidir. Aynı görüş Vahhabîlerde de mevcuttur.

6- Haricîlerin ölümden kesinlikle korkuları yok idi ve onlar ölüme kucaklarcasına koşarlardı ve ölümden sonra doğrudan cennete gidecekleri inancı kendilerine hâkimdi. Derler ki: Haricîlerden birisi savaş esnasında düşmanın mızraklarından biriyle yaralandı ve kendini mızrağa doğru hızla iterek şöyle seslendi: “Ya Rabbi! Benden razı olman için sana doğru bir an önce ulaşmak üzere çabalıyorum.”

Vahhabîler de aynı şekilde savaş meydanlarında cansiperane bir şekilde savaşır, fedakârlıklar gösterirler; çünkü onlara göre düşman ile savaşta ölenler doğrudan cennete gireceklerdir. Bundan dolayıdır ki savaşlarda sürekli şu şiiri söylerler:

“Ben gidiyorum doğrudan cennete / Söyle ey zalim, senin mekânın nere?”

7- Haricîler hakkında anlatılan tüm bu özelliklerin dışında en belirgin hasletleri ise, aşırı derecede cahil ve dar görüşlü insanlar olduklarıdır. Zira onlar her ne kadar yol üzerinde buldukları hurmayı yemeği haram bilseler ve çölde bir domuzun kanının akıtılmasını fitne ve fesat olarak telakki etseler bile, Hz. Peygamber’in (s.a.a) sahabîsini oruçlu ve boynuna Kur’ân sayfaları asılı olmasına rağmen katlini vacip ederek öldürülmesini reva görürlerdi. Bununla da yetinmeyip tüm Müslümanları kâfir gözüyle görüp büyük günahlara duçar olanları da küfür ile itham ederlerdi. Günlerden bir gün yolculuk esnasında Haricîler ile bir grup Müslüman karşılaştılar. Haricîler onlara şöyle sordu: “Kendinizi tanıtır mısınız?” Sorunun muhatabı olan Müslümanlar arasında zeki birisi şöyle yanıt verdi: “Müsaade ederseniz bu soruya ben cevap vereyim.” Ardından sözlerine şöyle devam etti: “Biz kitap ehli insanlar değiliz. Sadece size sığınarak Allah’ın kelâmını dinlemeye geldik. Daha sonra da bizi güvenli bir yere ulaştırmanızı istiyoruz.”

Kendi aralarında konuşmaya başlayan Haricîler, “Peygamber’in emrini ayaklar altına atamayız. Birkaç ayet Kur’ân-ı Kerim’den okuyun dinlesinler ve ardından yanlarına birkaç görevli tayin edin de onlara güvenli bir yere varana kadar eşlik etsin.” dediler.

Bu konuşmanın ardından Allah Resulü’nün sahabîsi olan Abdullah b. Habbab’a şöyle dediler: “Ali b. Ebu Talib hakkında görüşün nedir, söyler misin?” Bu sorunun ardından Habbab, Hz. Ali’yi (a.s) övücü sözler ile cevap vermeye başlamıştı ki sözünü keserek ona şöyle dediler: “Sen de o öldürülen şahsın müritlerindensin demek!” Bu sözlerin ardından yukarıda anlatıldığı gibi Habbab’ı ve eşini acımasızca şehit ettiler.

Vahhabîler için de yukarıda sayılan özellikler geçerlidir. Haricîler gibi kendi aralarında ırkçılık ve kabilecilik sevdalarına tutulan bu fırkanın mensuplarını, aynı zamanda dar görüşlü insanlar oluşturmaktadır. Onlar bir taraftan Allah’ı zikretmeyi ve Allah’ın sevgili kullarına selâm ve rahmet göndermeyi haram sayar, telgrafı kullanma konusunda dahi helâl veya haram olduğuna dair delil yetersizliğinden şüpheyle yaklaşır, tütün ürünlerinin tümünden istifade etmeyi haram sayarak kullananlar hakkında müeyyide cezalar uygular, fakat öte taraftan da Müslümanları kâfir ilân etmekten geri kalmazlar. Tüm Müslümanları kâfir ve müşrik sıfatlarıyla itham etmekle birlikte, canlarını ve mallarını helâl sayar; öldürülmelerini ise, sadece ve sadece şefaat konusunda Allah’ın yeryüzü hüccetlerine tevessül ettiklerinden dolayı yeterli bir delil sayarak gerekli görürler.

8- Haricîler hakkında Allah’ın Resulü Hz. Muhammed (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: “Nasıl ok yaydan çıkıyor ise, onlar da dinden öyle çıkacaklar.”

Bir diğer hadiste ise Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Haricîler dinî meselelerde o kadar aşırı gidecekler ki sonunda okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklardır.”

İmam Ahmed b. Hanbel’in kendi Müsned’inde de belirttiği üzere Vahhabîler hakkında da birtakım hadisler bulunmaktadır.[10] Hadis genel manasıyla şöyledir:

İbn Ömer şöyle dedi: Allah Resulü (s.a.a) buyurdu ki: “Allah’ım! Şam şehrini bizim için mübarek kıl. Allah’ım! Yemen şehrini de bizim için hayırlı kıl.”

O esnada orada bulunanlar şöyle dediler: “Allah’ım, Necd beldesini de bizler için mübarek kıl.”

Ardından Allah Resulü tekrar Şam ve Yemen hakkındaki dualarını yeniledi. Orada bulunanlar aynı şekilde Necd beldesini de Peygamber’in duasına katmak istediler. Bu esnada Allah Resulü şöyle buyurdu: “Hayır! Bu belde hayırlı ve mübarek bir mekân olmayacaktır. Zira bu belde birçok kargaşalar, fitneler ve tüyler ürperten hadiselere gebe kalacaktır. Şeytanın boynuzlarının baş göstereceği yerdir işte burası!”

Yukarıda belirtilen hadisi, Buharî kendi Sahih’inde “el-Fiten” bölümünde İbn Ömer’den naklen ve Tirmizî de Sahih’nin “el-Menakib” bölümünde beyan etmişlerdir.

Yine Ahmed, Müsned’inde Abdullah b. Ömer’den ve Müslim, Sahih’inde Peygamber’in, yüzünü doğuya doğru dönmüş bir vaziyette iken şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: “Biliniz ki, fitne tam oradan çıkacaktır. Biliniz ki, fitne işte bu yönden şeytanın boynuzlarının görünmesi misali çıkacaktır.”[11]

Buharî de Sahih’inin “el-Fiten” kitabının, “Fitnenin Doğudan Çıkacağı” bölümünde İbn Ömer’den şöyle rivayet eder: Resulullah minbere doğru ilerledi ve ardından şöyle buyurdu: “Fitne işte buradandır, kargaşa buradandır; şeytanın boynuzunun çıkacağı yerdir orası.” Başka bir ifadeyle: “Güneşin baş göstereceği yerdir orası!”

Başka bir hadiste yine Buharî, İbn Ömer’den şöyle nakletmektedir: Resulü Ekrem (s.a.a) doğuya doğru yolda yürürken şöyle buyurdu: “Fitnenin çıkacağı yer burasıdır. Şeytanın boynuzunu çıkaracağı yerden fitne çıkacaktır.”

Yine Müslim kendi Sahih’inde Salim b. Abdullah ve onun babası vasıtası ile Hz. Peygamber’in doğuya doğru yönelerek şöyle buyurduğunu nakleder: “Fitne oradadır. Şeytanın boynuzları oradan yükselecektir.”[12]

Bu tabir “Kamus” adlı kitapta şöyle açıklanmıştır: “Şeytan’ın boynuzu ve iki boynuz tabirinden maksat, şeytanın dostları ve yolunu izleyenlerdir ya da maksat Şeytan’ın gücü ve yeryüzüne musallat olup yayılacağıdır.”

Kastalanî de şöyle söylemektedir: “Şeytan, güneşin doğduğu vakit başını güneşe doğru yaklaştırır. Bunu yapmasının sebebi ise güneşe tapanların aynı zamanda kendisine secde etmiş olmalarını sağlamak içindir.”

Yine Müslim kendi Sahih’inde şu iki hadisi nakleder:

“Küfrün başı doğu semtindedir.”

“İman Yemen’dedir ve küfür ise doğudan yükselecektir.”

Yukarıda belirtilen hadislere bakıldığında, Necd tabirinin yer aldığı birinci hadis, gerçekte diğer hadislerdeki doğu ve Şeytan’ın boynuzun doğacağı yer tabirlerini açıklamaktadır. Dolayısıyla bunların bir yerdeki değerlendirilmesinden, doğudan maksadın Necd olduğu anlaşılmaktadır şüphesiz. Zira Necd bölgesi Medine’nin doğusunda yer almaktadır. Yine tüm hadislerin toplamından elde edilen sonuca göre, Hicaz’ın karşıtı olarak kullanılan “Doğu”dan maksat Necd’dir.

Buna göre, bazı Vahhabîlerin, “Necd kelimesinden maksat, Irak’tır. Çünkü Irak Hicaz’dan daha yüksek bir coğrafî konuma sahiptir. Üstelik Necd kelimesinin lügat anlamı da bunu destekler. Çünkü Necd lügatte yüksek yer anlamındadır.” şeklindeki sözleri herhangi bir delile dayalı olmayan yersiz ve tutarsız bir iddiadan öte değildir. Zira kayıt getirilmeden kullanılan her yerde Necd’den maksat, yüzyıllardır tarih kitaplarının açıkça beyan ettiği, şairlerin hakkında şiirler söylediği ve üzerinde Necd Kralları diye bilinen padişahların hükümet sürdürdüğü yerleşim alanı olan Necd bölgesidir.

Sıhahu’l-Lügat’ta şöyle beyan edilmiştir: “Necd, ‘Gavr’ adıyla da bilinen Arap bölgelerinden bir bölgedir. Gavr, Tehame bölgesini de kapsamakla birlikte Tehame’den Irak’a kadar yüksek olan bölgeden ibarettir.”

Misbah’da ise şöyle anlatılmaktadır: “Necd meşhur bir bölgedir, Arap beldelerinden Irak topraklarına kadar uzayan bir bölgedir. Her ne kadar Arap Yarımadası’ndan sayılsa bile, Hicaz’dan değildir.”

Yukarıda belirtilen Ehlisünnet’in dilbilimcilerinin görüşlerine istinaden ortaya çıkan sonuç; Irak’ın Necd’den farklı olduğu, Hicaz, Yemen ve Şam ile aynı olmadığı görüşüdür. Necd olarak kastedilen bölge Tehame’nin paralelinde bulunan ve diğer bir adıyla Gavr denilen bölgedir. Bununla birlikte Allah Resulü’nün sahabîlerinin de Hicazlı olmakla birlikte orada ikamet etmiş ve “Necd’imizi de mübarek kıl ya Rabbi!” şeklindeki sözlerinden de Necd’in Hicaz olmadığı net olarak anlaşılmaktadır.

Kısaca, Vahhabîlerin Hicaz’ın doğusunda ikamet ettikleri yerleşim birimidir Necd. Buna göre Vahhabîlerin “Necd’den maksat Irak’tır.” şeklindeki sözleri, hiçbir dayanağı olmayan uydurma bir sözden başka bir şey değildir.

Kamusu’l-Emkine ve’l-Buka adlı eserde şöyle yazılıdır: “Necd, Hicaz’ın doğusunda bir yerleşim birimidir ki iki bölgeye ayrılmıştır: Hicaz Necdi ve Arız Necdi. Karmetîler, yalancı Müseyleme ve Vahhabîler bu bölgeden türemişlerdir ve oranın merkezi ise Riyad’dır ve ortalama nüfusu otuz binin üzerindedir.”

Buna göre Hz. Resul-i Ekrem’in (s.a.a) buyurduğu, “Şeytanın boynuzu, fitne ve kargaşa Necd’den çıkacaktır.” hadisi, yalancı Müseyleme, Karmetîler ve Vahhabîlere delâlet etmektedir.

Bu hadisten yola çıkarak çok iyi bir inceleme ve analiz sonucu hadisin Vahhabîlere işaret ettiğini bildiren birçok bilim adamının içinde Muhammed b. Abdulvahhab’ın öz kardeşi Şeyh Süleyman b. Abdulvahhab da bulunmaktadır. Kendisi bu hadisi rivayet ettikten sonra şöyle devam ediyor: “Söylüyor ve şahadet ediyorum ki, Peygamber doğru söylemiştir ve risaletini tamamlamıştır.”

İbn Teymiye şöyle diyor: “Doğu’dan maksat Medine’nin doğusu olan ve yalancı Müseyleme oradan zuhur edip peygamberlik iddiasında bulunduğu yerdir. Bu, Hz. Peygamber’in vefatından sonra meydana gelen ilk çirkin olay idi ve bir kısım insanlarda bu çirkinliğin ardından gittiler.”

Peygamberimizin (s.a.a), “İman Yemen’de, fitne ve kargaşa ise doğudadır.” şeklindeki buyruğu ve sürekli tekrar ederek üstüne basa basa vurguladığı bu anlamdaki sözler gelecekte insanların karşılaşacağı sorunlar karşısında daha iyi düşünüp hatalara düşmemesi için söylenen nasihatlerdi aslında. Çünkü peygamber (s.a.a) mükerrer defalar Hicaz ehli için dua etmiş fakat Necd ehli için ise dua etmekten kaçınmıştır. Dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Eğer Mekke, Medine, Yemen ve Hicaz şehirlerinde yaygın olan örf ve ananelerin en din dışı, şirk ve küfür olarak sayılıyorsa, neden Peygamber bu bölgeler hakkında dua etti de Necd hakkında böyle bir hayır duasında bulunmaktan özellikle kaçındı? Hâlbuki iddiaya göre söz konusu örf ve ananeler Necd bölgesinden tamamen ortadan kaldırılmıştır. Maalesef Vahhabîler kendi yerleşim birimlerini İslâmî beldeler olarak yorumlayıp diğer İslâm şehirlerini ise küfür beldesi saymaktadırlar. Acaba bu inanç ve bu yol, Resulullah’ın sözleri ve duası ile çelişmiyor mu?

Bir diğer dikkat edilmesi gereken nokta ise, Resulullah’ın (s.a.a) önemli ve önemsiz birçok hadiseyi daha önceden haber vermesidir. Bununla birlikte eğer ileriki dönemlerde Necd bölgesinde ve yalancı peygamber Müseyleme’nin nesli gün gelip Necd’i iman beldesi yapacaklardı ise ve seçkin ümmet oluşturacaklardı ise şayet, acaba Allah’ın Resulü (s.a.a) onlar hakkında da hayır duası etmekten kaçınır mıydı?

Maalesef görülüyor ki Vahhabîler Allah Resulü’nün sözlerinin tersine fitne ve kargaşa dolu beldelerini iman beldesi ve Allah Resulü’nün iman beldesidir diye tarif ettiği yerleşim birimlerini ise, küfür beldesi ilân etmiş ve oralardan göç etmeyi de farz kılmışlardır.[13]

Mana itibariyle bakıldığında âdeta Vahhabîler hakkında söylenmiş daha birçok haberler vardır ki, bunlardan birisi Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Zu’l-Huveysara et-Temimî hakkındaki şu sözleridir: “Bu adamın neslinden öyle insanlar dünyaya gelecek ki onlar Kur’ân okuyacaklar, fakat okudukları Kur’ân onların gırtlaklarından aşağı gitmeyerek yüreklerine işlemeyecektir. Onlar okun yaydan çıkması misali dinden çıkacaklardır. Müslümanları öldürecek ve putperestleri özgür bırakacaklardır. Eğer ben o dönemde olursam, onların hepsini ortadan kaldıracağım.”

Bilindiği gibi, Haricîlerin elebaşlarının bir kısmı Temim kabilesinden idiler. Yani Zu’l-Huveysara adlı şahsın kabilesinden. Aynı şekilde Muhammed b. Abdulvahhab da Temim kabilesinden olup yukarıda zikredilen hadis o ve onun akrabalarını da kapsamaktadır.

9- Haricîler, kâfirler ve müşrikler hakkında inen ayetleri Müslüman ve müminlere uyarlarlardı. Vahhabîler de aynı şekilde müşrikler hakkında inen ayetleri müminlere tatbik etmektedirler.

Hulasat’ul-Kelâm adlı eserde şöyle beyan edilmiştir: Sahih-i Buharî’de Abdullah b. Ömer’den Resulullah’ın Haricîleri şöyle tanıttığı rivayet edilir: “Onlar kâfirler hakkında inen ayetleri müminler hakkında yorumlarlar.”

Yine İbn Ömer’den Buharî dışında başka bir eserden Hz. Peygamber’in şu hadisini nakledilir: “Ümmetim için korktuğum en tehlikeli şey, birisinin Kur’ân’ı tilâvet etmesi ve ayetleri kendisiyle alakalı olmayan kimseler hakkında yorumlamasıdır.”

İbn Abbas’tan şöyle rivayet edilmiştir: “Haricîler gibi olmayınız ki, onlar Kur’ân’ı tilâvet ederlerdi, fakat yorum ve tefsirini ise kıble ehli olan Müslümanlar hakkında yaparlardı.” Halbuki o ayetler, kitap ehli ve müşrikler hakkında nazil olmuştu. Onlar bu ayetlerin manasını anlamadılar ve birçoklarının kanlarını dökerek mallarını yağmaladılar ve şu anda da Vahhabîleri görüyoruz ki onların yaptığı işlerin aynısını yapmakla meşguldürler.

10- Bir zamanlar Haricîler Müslümanları öldürüp, putperest ve müşrikler için ise şehirde can güvenliklerini sağlayarak yaşamalarına izin veriyorlardıysa, bugün Vahhabîler de aynı uygulamayı yapmaktadırlar. Tarihe bakıldığı zaman görülecektir ki Vahhabîler hiçbir zaman Yahudilerle savaşmamış ve onlardan hiçbirini öldürmemişlerdir. Öldürdükleri ise maalesef sadece ve sadece sürekli Müslümanlar olmuştur. Hâlbuki onlar hiçbir günaha sebebiyet vermemiş masum ve günahsız insanlardı.

Tarih sayfaları Vahhabîlerin işlediği cinayet ve katliamlara şahitlik etmektedir. Onlar Mekke, Medine, Taif, Kerbela, Yemen ve Necef gibi daha birçok İslâm beldelerini kuşatarak insanları acımasızca öldürmüşlerdir. Bununla birlikte küfrün ve fesadın yeryüzünü bir sis bulutu misali kapladığı dönemlerde küfre karşı savaşıp İngilizleri ve diğer fitne unsurlarını ortadan kaldırmaktansa, Müslümanların kanını dökmeyi kendilerine vazife edinerek birçok katliamlar yapmışlardır.

11- Haricîler hakkında İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Ne zaman onlardan bir dal koparsa, yerine başka bir dal çıkar.” Haricîler sürekli ortadan kaldırıldılar, fakat daha sonra yeniden ve başka mekânda ortaya çıktılar. Vahhabîler de aynı şekilde Şerif tarafından dağıtıldı, Muhammed Ali Paşa tarafından kök söktürüldü ve İbrahim Paşa’nın evlâtları tarafından onların varlığı yerle bir edilmesine rağmen tekrar başka bir yerde fitne ve kargaşa yuvaları oluşturdular.[14]

Hicretin kırkıncı yılında tehlikeli bir yanlıştan dolayı meydana gelen Haricîlerin varlığı bir buçuk asırdan fazla sürmedi ve halifeler dönemindeki kendi yanlış uygulamaları sonucunda kendilerinin ve taraftarlarının öldürülmelerine ve ortadan kaldırılmalarına sebep oldular. Abbasî hanedanlığının ilk yıllarında ise artık tamamen tarih sayfasından silinip gittiler. Ancak bu tehlikeli yol, ardında büyük yaralar ve izler bıraktı.

Haricî akımı ve idolü maalesef diğer çeşitli İslâm fırkalarına da sıçramasına rağmen hiçbir zaman Vahhabîlik gibi olmadı. Zira onlar Haricî kimliğinin âdeta gerçek sahibi olarak yeryüzü sahnesinde İslâm adına büyük facialar işlemek ve İslâm’ın kalbinde henüz kapanmayan yaraları kanatmak uğruna yerlerini almışlardır. Buna göre her ne kadar Haricîler tarih sayfasından silinse de, Haricî akımı, fikri ve ideolojisi İslâm coğrafyasının damarlarında bir virüs misali dolaşmaktadır.

 

 

[1]- Nasihu’t-Tevarih, c.1, s. 119-120, Kacar Cildi; Ravzatu’s-Safa, Nasirî, c.9, s. 381, Mesir-i Talibi, s.408

[2]- Suleyman Faik Bek, Tarih-i Bağdat, s. 154

[3]- Subhi Mahmasani, Felsefetu’t-Teşri, s. 45-48

[4]- el-Muslimun Fi’l-Âlemi’l-Yevm, c.3, s. 63-64, Vahhabîlerin Nakli ile, s. 298-299

[5]- Fazl b. Şazan, el-İzah, s. 48 ve sonrası. Tahran Üniversitesi Bas., Dr. Meşkur, Tarih-i Mezahib-i İslâmî, s.41

[6]- Nisâ, 35

[7]- Mâide, 95

[8]- Nehcü’l-Belâğa, Kısa Sözler, 61

[9]- Resailu’l-Hediyyeti’s-Seniyye adlı eserin ikinci risalesi, s.65 ve 86.

[10]- Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c.2, s.118

[11]- Sahih-i Müslim, c.2, s.559

[12]- Sahih-i Müslim, c.2, s.560

[13]- es-Savaiku’l-İlahiyye Fi’r-Reddi Ale’l-Vahhabiyye, s. 43-44

[14]- Keşfu’l-İrtiyab, s.112-117 (Üçüncü Mukaddime’den)

Yeni Makale ve Video öğeleri

Yeni Kitaplar