Hüccet’ül İslâm İbrahimîyan
İnsan beden ve ruh, aşina ve yabancı, ayb ve gayb bileşimi bir varlıktır. İnsan için aşina olan, ruh; yabancı olan ise bedendir. Şair bu gerçeğe şöyle temas etmektedir:
Öz işinle uğraş, sana ne elden?
Başka vadilerde ev kurmak neden?
Kim sana yaddır bil! Bu hakî tenin!
Bundan dolayıdır senin kederin
Miski tene değil, canına payla
Misk nedir? Allah’tan, adından başka!
Misk içre olsa da şu beden eğer
Ölüm günü iğrenç kokusun verir.
Başka bir deyişle:
Tenin yarısı ayb yurdundan
Diğer yarısı da gayb yurdundan
İnsanın bedeni yemekle beslenir ve güçlenir; yemeği terk etmekle de zayıflar, erir gider. İnsanın ruhu da aynen bedeni gibi kendine uygun gıda ile gelişir/beslenir; onu terk etmekle de yıpranır gider.
İnsan ruhu, semavî kelâmı dinlemekle ve kökü gayb âleminde olan sözleri duymakla beslenir/gelişir; çünkü gayb kökenli ruh, ancak gayb kökenli gıdayla beslenir ve olgunlaşır.
İrfan ehli şairler, bu gerçeğe şöyle değinmişlerdir:
Hayvan ot yiyerek gelişir sade
İnsansa gelişir izzet, şerefle
İnsan olgunlaşır kulak yoluyla
Hayvansa gelişir yemek, içmekle
Öz işinle uğraş, hikmet rızkı ye
Gönlün olgunlaşsın izzet, şerefle.
]İrfan ehlinin sözünde geçen canavar ve hayvan gibi terim ve sözcükler, hakî bedeni ima etmektedir. [
İşte bundan dolayıdır ki yüce Allah, sürekli olarak semavî hikmet ayetlerini insanın can kulağına tilâvet etmeleri için peygamberler göndermiştir.
Kur’ân-ı Kerim bu bağlamda şöyle buyurmaktadır:
“Allah, müminlere kendilerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı büyük bir lütufta bulundu. Bu peygamber onlara Allah’ın ayetlerini okuyor, onları arıtıyor, onlara kitap ve hikmeti öğretiyor. Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân, 164)
İnsan, vahiy kelâmını dinlemek ve içeriği hakkında yoğunlaşmak ve düşünmekle ebedî mutluluk ve olgunluğunu kazanabilir; bundan uzak durması ve mahrum kalması durumunda ise ebediyen mutsuz ve bedbaht olacaktır.
Kur’ân-ı Kerim’in buyurduğuna göre cehennem ehli, ateşe düşüşlerini iki nedene dayandıracak ve şöyle diyeceklerdir:
“Ve derler ki: Eğer duysaydık yahut akıl etseydik, yakıp kavuran cehennem ehli olmazdık.” (Mülk, 10)
Aziz İslâm Peygamberi’ne (s.a.a) verilen en büyük nimet Kur’ân-ı Kerim olmuştur. Yüce Allah, İslâm Peygamberi’ne (s.a.a) bahşettiği nimetleri sıralarken, bunların en önemlisinin Kur’ân ve Fâtiha Suresi olduğunu şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki biz sana, tekrarlanan yedi ayeti ve pek büyük olan Kur’ân’ı verdik.” (Hicr, 87)
Bağışlayıcı ve cömert Peygamberimiz (s.a.a), -kendisinden başka kimsenin lâyık olmadığı- bu yüce nimeti, hiçbir ücret beklentisinde olmaksızın ümmetine bağışlamıştır.
Altyapısını hazırlamış ve filizlenmeye elverişli canlar dışında kimsenin Kur’ân’dan yararlanamayacağını da göz ardı etmemek gerekir.
Şairin de dediği gibi:
Gerçeği duymakla adam olunmaz
Her kuşun lokması incir olamaz.
Kur’ân-ı Kerim bu gerçeğe şöyle dikkat çekmektedir:
“Ve biz, Kur'ân’dan, inananlara şifa ve rahmet olan ayetleri indirmedeyiz ve bunlar, zalimlerin ancak ziyanlarını arttırır.” (İsrâ, 82)
Bir başka şair bu gerçeği şöyle dile getirmiştir:
Varlık letafetinde şüphe olmayan yağmur
Bağda lale yeşertir, çöl de diken göğertir.
Buna binaen insanın yapması gereken en önemli işlerden biri, Kur’ân’ın semavî sofrasında oturup ilâhî ayetler gıdası ve yağmuruyla ruhunu doyurması ve sirab etmesidir. Kur’ân’dan nasibini almamış olan can ise, can bile değildir.
Bunun şiir diline aksetmiş hâli şöyledir:
İnekte, merkepte bir başka can var
İnsan türündeyse başka bir can.
İmam Muhammed Bâkır (a.s), Kur’ân-ı Kerim’in tilâveti hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Bir gecede on ayet okuyan kimse, gafillerin dışında tutulur; elli ayet okuyan kimse, zikredenler zümresinde anılır; yüz ayet okuyan kimse, ibadet ehlinden hesap edilir; iki yüz ayet okuyan kimse, huşu ehli olarak yazılır; üç yüz ayet okuyan kimse, kurtuluşa erenlerden sayılır; beş yüz ayet okuyan ise, müçtehitler zümresine yazılır.”