Hukuk Risalesi

Cuma, 03 Ocak 2014 07:20

 

Hüccet’ül-İslâm Muizzî

 

İmam Ali b. Hüseyin Zeynelâbidin (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Allah sana rahmet etsin; bil ki yüce Allah’ın, senin her hareketinde, duruşunda, gittiğin yerde, azalarını hareket ettirmende ve kullandığın aletlerde seni kuşatmış hakları vardır. Bu haklardan bazıları bazılarından daha büyüktür. Allah’ın sana farz kıldığı, bütün hakların esası ve kaynağı olan en büyük hak ise O’nun kendi hakkıdır.”

Şia hadis âlimleri, sağlam kanallarla İmam Zeynelâbidin’den (a.s) rivayet edilen bu risaleyi, hadis kitaplarında nakletmişlerdir. Ebu Hamza Somalî, “Hukuk Risalesini” rivayet edenlerin son halkasıdır.

İmam Zeynelâbidin’in (a.s) bu risalesi, “Tuhaf’ul-Ukûl” kitabında da nakledilmiştir. Bu hukuk risalesi, elli tür hakkı içermektedir.

Ümeyyeoğulları, mukaddes İslâm dininin kanun ve yasalarını açıkça ortadan kaldırmak, İlâhî öğretileri saptırmak ve dinî gerçekleri saklı tutmak için ellerinden geldiğince çaba harcıyorlardı.

İşte böyle bir dönemde İmam Zeynelâbidin (a.s) imamet sorumluluğunu üstlenmiş ve Allah’ın dinini korumak ve İlâhî yasaları ihya etmek için farklı yöntemler kullanıyor ve hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyordu.

İmam Zeynelâbidin (a.s), bir yandan Allah’ın huzurundaki ibadet ve namazıyla, dua, yalvarış ve yakarışıyla insanlara ubudiyet ve kulluk yolunu öğretiyor, öte yandan da İlâhî hakikat ve öğretileri tahrife karşı koruyacak liyakatli insanları eğitiyordu.

Böylece İmam Zeynelâbidin (a.s), zamanının gafletzede toplumunu bilgilendirerek onları gaflet uykusundan uyandırıyordu.

İmam Zeynelâbidin (a.s), insanın yaratılışının beyhude ve abes olmadığına, kendi başına salıverilmediğine, sorumluluk ve yükümlülüğü olmayan bir varlık olmadığına özellikle vurgu yapıyordu; insanın Allah’a karşı, kendine karşı ve diğer insanlara karşı sorumluluk ve yükümlülükleri olduğunu ve bu sorumlulukların yerine getirilmesi gerektiğini söylüyordu.

İmam Zeynelâbidin (a.s), hem 54 duadan oluşan ve dinî öğretiler hazinesi olan “Sahife-i Seccadiye” kitabında, hem de hacmi küçük olmasına rağmen içeriği çok yüce olan ve İmam (a.s) tarafından öğrencisi Ebu Hamza Somalî’ye öğretilen “Hukuk Risalesi”nde bahsini ettiğim konulara ağırlıklı olarak ehemmiyet vermiştir. O hazretin şehadetinden 1330 yıl geçmiş olmasına rağmen bu değerli risale, bugün de insanî erdemler yolunu aydınlatmaktadır.

İmam Zeynelâbidin (a.s), bu risalenin giriş bölümünde, insanın bütün davranışlarında yüce Allah’a karşı sorumlu olduğunu ve olgunluk bulma yönünde bu sorumlulukları İlâhî haklar kabul ederek yerine getirmesi gerektiğini buyurmaktadır.

Hukuk risalesine giriş bölümünün son cümlesi ise şöyledir:

“Üzerine farz kılınan hakları eda etmek için Allah’ın yardımda bulunduğu, tevfik ve sebat bağışladığı kimseye ne mutlu!”

İmam Zeynelâbidin (a.s), bu hukuk risalesinde hakları beyan ederken en önde gelen ve en büyük hakkın, Allah’ın hakkı olduğunu hatırlatarak şöyle buyurur:

1- “Yüce Allah’ın senin üzerinde olan hakkı, O’na tapman ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamandır. İhlâsla bu işi yaptığında Allah, dünya ve ahiret işlerinde sana yeterli olmayı ve dünyada sevdiğin şeyi senin için korumayı taahhüt eder.”

Hukuk risalesinde yer alan ilk hak, Allah’ın hakkı olarak ifade bulmuştur ve aktardığım bu pasajın yorumu bağlamında iki maddeden oluşan bir giriş sunmak durumundayım:

a) “Hak” kelimesi farklı manalarda kullanılmıştır; ama bu kelime, İmam Zeynelâbidin’in (a.s) hukuk risalesinde “yetki ve iradeden kaynaklanması gereken iş” anlamında kullanılmaktadır. Çünkü kutsal dinimizde insan, Allah’a karşı, kendine karşı ve toplumun diğer fertlerine karşı yerine getirmesi gereken bazı sorumluluklarla yükümlü tutulmuştur.

Bundan dolayıdır ki İslâm dininin hukukî yasa ve ilkeleri, hukukçular nezdinde “insanın sosyal yaşamını kuşatan tümel ve zorunlu yasalar bütünü” olarak tanımlanan hukuk sisteminden daha kapsamlıdır.

Bu açıklama ile almak istediğim sonuç, İmam Zeynelâbidin’in (a.s) hukuk risalesinde kullanılan “hak” sözcüğünün, farz ve vacib anlamına geldiğidir.

“Allah’ın hakkı”, yüce Allah’a karşı yapmakla yükümlü olduğumuz hususlardır; dinî öğretiler açısından yerine getirmekle yükümlü tutulduğumuz hususlar ise Allah’a kulluk ve ibadet etmektir.

b) İbadet ve kulluk, aşağıda sıralayacağım üç şeyden dolayı gerçekleşir:

1- Kulluk ve ibadet, mabudun katında olan hayırlara ve güzelliklere ulaşmak için yapılır.

2- Kulluktan kaçınma veya itinasızlıkta bulunma sonucu ortaya çıkacak kötülüklerden korkulduğu için mabuda ibadet edilir.

3- Mabut, ibadete lâyık görüldüğü için huzurunda gönül saygısı ve içtenlikle kulluk sunulur.

Gerçek şu ki yüce Allah, bütün hayırların iyesi olan tek maliktir.

Üstün tek güç sahibidir ki hiçbir güç, O’nun güç ve kudreti karşısında dayanamaz.

Tek nimet vericidir ki rızk bağışlar, affeder, diriltir, şefkatlidir, her şeyden mutlak anlamda müstağnidir…

Hayır manası içeren bütün isimler, Allah’a mahsustur. Buna binaen, bir hayır ve iyiliğe ulaşmak için ibadet eden insanın, ibadet ve kulluğunu Allah’a yönlendirmesi ve O’na tapması gerekmektedir. Çünkü bütün hayır ve iyilikler, O’nun elindedir ve ibadete lâyık olan O’dur.

Her şeye güç yetiren ve ezici tek muktedir Allah’tır ki hiçbir güç, O’nun gücü karşısında dayanamaz.

Tek hesap sorucu ve intikam alıcı, Allah’tır ki O’nun izni olmaksızın kimseye ve hiçbir şeye bir kötülük ulaşmaz. O hâlde kulluk ve ibadete lâyık olan tek güç, Allah’tır. Çünkü O’nun yüceliği karşısında kulluk etmemek ve secdeye kapanmamak, gazabına vesile olacaktır ve bu da insana ulaşacaktır.

İnsan, mabudun sahip olduğu kemallerden dolayı ona ibadet eder. Öyleyse ibadet ve kulluğa lâyık olan tek varlık, yüce Allah’tır. Çünkü yüce Allah, var olabilecek bütün kemallerin sahibidir.

Mabudun sahip olduğu kemalin kaynağı, ya cemalidir ya da celâli. Kemalin kaynağı cemal olduğu durumda, can onun cezbesinde kalır; celâl olduğu durumda ise akıl, huzurunda toprağı öper ve kalp de kendini unutur.

Bunların hangisi nazara alınacak olursa olsun, yüce Allah, bunların en mükemmeline ve düşünülebilecek zirvesine sahip olan, tek varlıktır.

Sonuç şu ki yüce Allah, tek mabuttur ki O’ndan başka mabut yoktur ve bütün güzel isimler O’na mahsustur.

“Allah ki, O’ndan başka tanrı yoktur. En güzel isimler, O’nundur.” (Tâhâ, 8)

Bu açıklama ile de ortaya çıkan sonuç şundan ibarettir: İbadet ve kulluğu gerektiren üç nedenin hangisi düşünülecek olsa, ibadet ve kulluğun, hak mabudun hakkı olduğu görülmektedir ki O’ndan başka tanrı yoktur.

Müminlerin Emiri Ali (a.s), ibadet eden kulları şöyle tanımlamaktadır:

“Bir topluluk, mükâfat kazanmak için Allah’a ibadet eder ki bu, tüccarların ibadetidir; bir topluluk, korktukları için Allah’a ibadet eder ki bu, kölelerin ibadetidir ve bir topluluk da şükretmek amacıyla Allah’a ibadet eder ki bu da, özgürlerin ibadetidir.”

İmam Zeynelâbidin (a.s), Allah’ın hakkını şöyle beyan etmektedir:

“Yüce Allah’ın senin üzerinde olan hakkı, O’na tapmandır…”

İmam’ın (a.s) bu buyruğuyla vurgu yaptığı hususlar şundan ibarettir: Allah’tan başka tanrı yoktur; âlemlerin Rabbi Odur; insanın sahibi O’dur ve insan O’nun kuludur; bu Rabbin dışında hiç kimse de ibadet ve kulluğa lâyık değildir.

İbadetin hakikati ise kulun, sahibi olan Allah’ın huzurunda olanca gönül saygısı ve içtenlikle durmasıdır. Çünkü ibadet, ululanmak ve kibirlenmekle uzlaşmaz ve uyuşmaz. Yüce Allah, bu geçeğe şöyle vurgu yapmaktadır:

“Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler, yarın hor hakir cehenneme gireceklerdir.” (Mü’min, 60)

İbadetin ruh ve hakikati, gönül saygısından kaynaklanan teslimiyet olduğuna göre ibadet ve kulluk, ululanmak ve kibirlenmekle bağdaşmaz.

Bu risalede, Allah’ın hakkı, bütün hakların temel ve kaynağı olduğu için ilk hak olarak beyan edilmiştir.

İmam Seccad’ın (a.s) da buyurduğu gibi ibadet, ancak ve ancak Allah’ın hakkıdır. Çünkü evrenin malik ve müdebbiri, Allah’tan başkası değildir. Bu demektir ki Allah’tan başka mabut yoktur.

“Allah’tır Rabbiniz. O’ndan başka tanrı yoktur. Her şeyin yaratıcısı O’dur. O hâlde O’na kulluk edin…” (En’am, 102)

Kur’an-ı Kerim, dört peygamberden şöyle nakletmektedir:

“Ey kavmim, Allah’a kulluk edin; O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur.” (A’raf, 59, 65, 73, 85)

“Allah’la birlikte başka bir tanrıyı daha çağırma; O’ndan başka tanrı yoktur…” (Kasas, 88)

Bu doğrultuda Allah’a ibadet ve kulluk sunan bir insan, ibadet ve kulluğuyla birkaç noktayı da kanıtlamış olur:

1- Mutlak manada kemal mefhumu içeren sıfat ve vasıflarla Allah’a övgüde bulunmak. Bu gerçek, yüce Allah’a mahsus olan mutlak ilim, mutlak kudret, mutlak irade… gibi vasıflarla örneklendirilebilir.

2- Sınırlılık, bilgisizlik, güçsüzlük, yok oluculuk, cimrilik, haksızlık ve zulüm etme… gibi her tür noksanlık ve eksiklik içeren vasıflar karşısında yüce Allah’ı tenzih ve tesbih etmek.

3- Bütün hayır ve nimetlerin asıl sahibi ve gerçek kaynağı olan yüce Allah’a şükretmek.

4- Yüce Allah’ın huzurunda tam anlamıyla teslimiyet sunmak ve gerçek manasıyla itaat etmek, O’nun Allah ve insanın ise kul olması hasebiyle, kayıtsız ve şartsız olarak Allah’a itaat edilmesi gerektiğini itiraf etmek.

Bu sıraladığım hususlar, ibadet ve kulluğun ruh ve cevherini teşkil etmektedir. İbadetin ruhunu oluşturan bu hususların hiçbirinde yüce Allah’ın ortağı yoktur. Çünkü yüce Allah’ın dışında mutlak manada kamil yoktur; O’nun dışında eksiklikten ve noksanlıktan münezzeh bir zat yoktur; gerçek nimet verici ve bütün nimetlerin asıl kaynağı O’dur; tam anlamıyla itaat edilmeyi ve huzurunda teslim olunmayı hak eden tek varlık O’dur.

Peygamberlere, imamlara, şer’î hâkimlere, baba-annelere ve öğretmenlere… itaatin gerekliliğinin temeli, Allah’a itaat olmalı ve Allah’ın rızasını kazanma yönünde gerçekleşmelidir.

İşte budur kulun yüce Allah’a itaati. Bu itaat, Allah’tan başka hiçbir varlık hakkında ne geçerli ve ne de caizdir. Bundan ötürüdür ki İmam Seccad (a.s), “Yüce Allah’ın senin üzerinde olan hakkı, O’na tapmandır.” buyurduktan hemen sonra şöyle buyurmaktadır: “Ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamandır.”

Bu konuya daha önce de dikkat çekmiş ve ibadetin ruhunun, ululanmak ve kibirlenmekle bağdaşamayacağını belirtmiştim. Çünkü gönül saygısı ve alçakgönüllülük, ibadetin olmazsa olmazlarından biridir. Fakat ibadet bağlamında mabuda ortak koşma olayı, mümkün ve olanak dahilindedir. Çünkü birkaç kişinin ortaklaşa bir köle almaları elbette ki mümkündür. Böyle bir durumda, ortakların köle üzerindeki mülkiyet hakkı, sermayeleri nispetinde olacaktır ve de aldıkları kölenin itaati hususunda ortak olacaklardır.

Bu ortaklık, köle hakkında geçerli olduğu gibi mabuda ibadet hususunda da geçerlidir. Yani bir mabuda ibadet ederken, yapılan ibadette mabuda ortak koşma imkânı vardır.

İşte bu imkân ve olanaktan dolayıdır ki Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

“Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine (yaptığı) ibadette hiç kimseyi ortak etmesin.” (Kehf, 110)

Bu ayet-i şerife uyarınca ibadette ortak koşmak, olanak dahilinde farz edilmiştir ki ondan nehyedilmiştir. Açıktır ki ancak gerçekleşme imkânı olan bir şey nehyedilebilir. İmam Seccad (a.s) da, bu olasılığı nazara alarak ortak koşmaktan sakındırmakta ve şöyle buyurmaktadır: “Ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamandır.”

Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de şirkin büyük bir zulüm olduğunu vurgulamaktadır:

“Hani Lokman oğluna öğüt vererek demişti: Yavrum, Allah’a ortak koşma; çünkü ortak koşmak, büyük bir zulümdür.” (Lokman, 13)

Tevhit inancının farklı derece ve aşamaları olduğu gibi, onun karşıtı olan şirkin de, farklı merhaleleri vardır. Tevhidin bütün merhalelerini kat etmeyen biri, gerçek muvahhit sayılmayacaktır.

Tevhidin aşamaları ise şöyle sıralanabilir:

1- Tevhid-i Zatî: Yüce Allah’ın zatını bir ve tek olarak tanımak.

2- Tevhid-i Sıfatî: Yüce Allah’ın zatıyla sıfatlarının aynı ve bir olduğunu ve bu sfatların birbirlerinden ayrı olmadığını ve tek olduğunu bilmek.

3- Tevhid-i Ef’alî : Evrene hüküm süren düzen ve sünnetlerin, sebep ve sonuçların tümüyle Allah’ın işi olduğunu ve Allah’ın, nedensellik ilkesinin geçerliliğine olan iradesinden kaynaklandığını bilmek.

Tevhidin bu üç aşaması, amelî tevhidin veya diğer tabiriyle ibadette tevhidin altyapısını oluşturmaktadır. Amelî tevhit veya diğer adıyla ibadette tevhit; tek ve bir Allah’a tapmak, emirleri karşısında teslim olmak ve de itaat etmekten ibarettir.

Amelî tevhidi şöyle de açıklamak mümkündür: Amelî tevhit, Allah’a itaat etmek, O’na doğru hareket etmek ve O’nu, bütün isteklerin zirvesi olarak bilmektir; Allah için harekete geçmek, Allah için hizmet etmek, Allah için yaşamak ve Allah için ölmektir.

Hz. İbrahim (a.s),şöyle açıklamaktadır, amelî tevhidi:

“Ben yüzümü, o gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.” (En’am, 79)

Kur’an-ı Kerim yine bir başka ayetinde, Hz. İbrahim’den (a.s) şöyle nakleder:

“Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. Bana bu emredildi ve ben teslim olanların ilkiyim.” (En’am, 162-163)

Şirkin de birtakım aşama ve türleri vardır ki bunlara kısaca değinmekle yetineceğim:

Açık şirk ve gizli şirk. İbadette şirk, itaatte şirk.

Nefsin isteklerine uymak, bir nevi itaatte şirk olarak yorumlanmaktadır.

Her hâlükârda, şirkin her tür ve kısımlarından Allah’a sığınıyoruz.

Yüce İslâm Peygamberi (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:

“Ey insanlar, şirkten sakının; çünkü şirk, karıncanın hareketinden daha gizlidir.”

Yüce Peygamber (s.a.a) şöyle devam etti: “Ey Allah’ın Resulü (s.a.a), karıncanın hareketinden daha gizli olan şirkten nasıl kaçınalım? diye soracak olursanız, şöyle demelisiniz: Allah’ım, bildiğimiz şirke düşmekten sana sığınıyor ve bilmediğimiz hakkında ise bağışlanma diliyoruz.”

İmam Seccad (a.s), hukuk risalesindeki buyruğuna şöyle devam etmektedir:

“İhlâsla bu işi yaptığında Allah, dünya ve ahiret işlerinde sana yeterli olmayı ve dünyada sevdiğin şeyi senin için korumayı taahhüt eder.”

İbadette ihlâsın büyük bir yeri ve önemi vardır; çünkü ihlâs, niyet ve ameli her türlü yanlıştan arındırmak ve aynı zamanda da niyet-amel birlikteliğiyle sadece Allah’a yönelmektir.

Müminlerin Emiri Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“İhlâs, din ve yakinin gayesi ve amelin de ölçüsüdür.”

İmam Sadık (a.s) da bu hususta şöyle buyurmaktadır:

“Kul her hareket ve duruşunda niyetini arındırmalıdır; bundan yoksun olduğu takdirde gaflette olacaktır ve gafilleri ise Allah, ‘Onlar, dört ayaklılar gibidir; hatta daha sapık.’ olarak tanıtmaktadır.”

Bütün işlerin, yalnız ve ancak Allah için yapılması gerektiğine dikkat etmeliyiz. Nefis arındırılmadıkça, sürekli olarak kontrol altında tutulmadıkça, yüce Allah’a tevekkül edilmedikçe ve sığınılmadıkça ihlâsı kazanmak mümkün olmayacaktır.

Müminlerin Emiri Ali (a.s), bu bağlamda şöyle buyurmaktadır:

“Ameli arındırmak, amel etmekten daha çetindir; niyeti fesat ve eğrilikten arındırmak, amel edenler için uzun cihaddan daha zordur.”

İhlâsın amel üzerinde çok büyük etki ve getirileri vardır; bunların en önemlisi, ihlâs üzere amelde bulunmaya ve Allah’a kulluk sunmaya azmeden kimsenin kalbindeki hikmet pınarlarının diline akacağı gerçeğidir.

Yüce İslâm Peygamberi (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:

“Kimse yoktur ki kırk gün Allah için ihlâslı davransın da kalbinden diline hikmet pınarları akmasın.”

İhlâsın etkilerinden birini de, İmam Seccad (a.s), “Hukuk Risalesi”nde şöyle beyan etmektedir:

“İhlâsla bu işi yaptığında Allah, dünya ve ahiret işlerinde sana yeterli olmayı ve dünyada sevdiğin şeyi senin için korumayı taahhüt eder. “

Allah’ım, amellerimizde ihlâslı olmayı bizlere de nasip eyle!

2- “Senin üzerinde olan kendi hakkın ise, kendini tamamiyle Allah’ın itaatine vermen, dilinin, kulağının, gözünün, elinin, ayağının, karnının ve şehvetinin hakkını eda etmen ve bu yolda Allah’tan yardım dilemendir.”

İmam Zeynelâbidin’in (a.s) “Hukuk Risalesi”nde beyan ettiği ikinci hakkın tefsir ve yorumu bağlamında, öncelikle iki noktaya değinmem gerekecektir:

1- İmam’ın buyruğunda geçen “nefs” kelimesi, farklı manalarda kullanılmaktadır. “Hukuk Risalesi”nde ise bu kelimeden, “insanın insanî kişiliğini oluşturan güç, yetenek ve donanımlarını da kapsayan özü” kastedilmiştir.

2- İnsan, kendi hakkını eda edebilmesi için öncelikle kendini tanımak zorundadır. Bütün aza, güç ve yetenekleriyle Allah’ın itaatinde olması gereken insan, kendini tanıyamamış ise, bu hakkı nasıl yerine getirecektir?

Bu iki nokta, insanın kişiliğinin tanımlanmasını gerektirmektedir. Bu konuyla bağlantılı olarak ve gerekli miktarda bilgi sunmam gerekmektedir.

İslâmî dünya görüşünde insan, çok ilginç bir kişiliğe sahiptir. Kur’an açısından, mantıkla veya psikolojiyle veyahut da sosyoloji ile tanımlanamayacak kadar girift ve derin bir varlıktır insan.

Kur’an-ı Kerim’de insan, hem en yüce övgünün ve hem de en büyük yerginin muhatabıdır.

Kur’an’ın tanımladığına göre insan, âlemi emri altına alabilecek ve melekleri de hizmetinde tutabilecek veyahut da aşağıların da aşağısına yuvarlanabilecek yapıya sahip bir varlıktır.

İnsan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir.

İnsan, bir varlığın sahip olabileceği en büyük bilimsel kapasiteye sahiptir.

İnsan, öz yaratılışı itibariyle Allah’ı tanıyan bir varlıktır.

İnsanın zatı, maddî etkenlere sahip olduğu gibi manevî ve İlâhî etkene de sahiptir.

İnsanın yaratılışı belli bir hesaba dayandırılmıştır.

İnsan seçilmiş ve üstün tutulmuş bir varlıktır.

İnsan, bağımsız ve özgür bir kişiliğe sahiptir.

İnsan, Allah’ın emanetini taşımaktadır.

İnsan, sorumluluk ve yükümlülüğü olan bir varlıktır.

İnsan, yaratılışsal bir üstünlük ve keramete sahiptir.

İnsan, fıtrî ilham uyarınca iyi ve kötüyü anlayan ve ahlâkî vicdan taşıyan bir varlıktır.

İnsanın istekleri bitmez tükenmez; yüce Allah’ın sonsuz ve sınırsız zatına ulaşmadığı sürece de elde edeceği her şeyden bilâhare soğuyacaktır.

İnsan, ancak ve sadece Allah’ı anmakla huzur bulabilen bir varlıktır.

İnsan, yalnızca kendi yaratanına kulluk etmek için yaratılmıştır ve görevi de Allah’ın emrine itaat etmektir.

Kendini anlamak ve helâk olmaktan da kurtarmak isteyen insan, Allah’a itaat etmelidir.

Kur’an-ı Kerim, bir yandan yüce insanî değerlerin örneklerini teşkil eden bu değerlere dikkat çekerken, öte yandan da insanı birtakım karşıt değerler hususunda uyarmış ve onu en büyük yergilerin muhatabı kılmıştır. Bu gerçek ise, ayetler ışığında şöyle örneklendirilebilir:

“Gerçekten de insan çok zalim, çok cahil ve Rabbine karşı da çok nankördür.” (İbrahim, 34 – Ahzab, 72)

“İnsan, kendini mustağni gördüğünde haddini aşar ve insan çok acelecidir.” (Alak, 7 – İsra, 11)

“İnsan, haris ve tamahkâr yaratılmıştır; bir kötülük ulaştığında sızlanır ve bir nimet verildiğinde ise cimrilik eder.” (Mearic, 20)

Kur’an-ı Kerim’in insan hakkındaki yergilerinden bazılarıdır, bunlar.

İnsan çok boyutlu bir varlık olduğundan ve en yüce makama ulaşabilecek güce sahip olduğundan dolayı İslâm dini, insanın “kendi”ni tanımasına ve yaratılış dünyasındaki konumunu kavramasına büyük önem vermiştir. Bu tanıma ve kavramanın hedefi ise, insana lâyık olan o yüce makama ulaşmaktan ibarettir.

İnsan, kendi geleceğini oluşturma ve şekillendirme alanında çok etkin bir role sahiptir. İnsanın bu bağlamda üstlendiği rol, hem bilince ve hem de özgürlüğe dayalıdır. Bu demektir ki, insan hem kendini ve çevresini çok iyi bir şekilde tanımaktadır ve hem de akıl ve iradesini özgürce kullanarak, geleceğini dilediği şekilde biçimlendirme gücüne sahiptir. İnsana getirilen yorum uyarınca insan, sorumluluk kabullenme yeteneğine sahip olan bir varlıktır. Yani insan, kendisi için koyulan kanun ve yasalara uyum sağlayabilen ve bu çerçevede yaşamını sürdürebilen bir varlıktır. Kanun ve yasalara uyum sağlamak, Allah’a itaat etmekten ibarettir.

Bu giriş noktaları uyarınca insan, ancak Allah’a itaat etmekle “temiz ve arınmış” hayata ulaşabilir. Elbette ki bütün bunların altyapısı, Allah’a “iman”dır.

Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

“Erkek ve kadından her kim inanmış olarak iyi bir iş yaparsa, muhakkak ona temiz (hoş) bir hayat yaşatacağız ve yapmakta oldukları işlerin daha güzeli ile mükâfatlarını mutlaka vereceğiz.” ( Nahl, 97)

Bir başka ayet ise, şöyle buyurmaktadır:

“… ve her kim Allah’a ve Peygamberi’ne itaat ederse, gerçekten o, büyük murada ermiştir.” (Ahzab, 71)

Kur’an-ı Kerim’de “itaat” konusunda pek çok ayet vardır ve ben onların ikisiyle yetindim.

Dikkat edilmesi gerekir ki ne kulun itaat etmesi, Allah’a yarar sağlayacaktır ve ne de muhalefet etmesi O’na zarar dokunduracaktır. Çünkü yüce Allah, mutlak ve bizzat müstağnidir.

Müminlerin Emiri Ali (a.s), takva ehlinin sıfat ve özelliklerini beyan ettiği hutbenin başında şöyle buyurmaktadır:

“Noksan sıfatlardan münezzeh yüce Allah, insanı yarattı; yarattığı vakit onların itaatlerinden de müstağni idi, muhalefet etmelerinden de. Çünkü muhalefet edenin itaatsizliği, O’na bir zarar vermez; itaat edenin itaati, O’nu faydalandırmaz.”

Müminlerin Emiri Ali (a.s), “Ey insan, o engin kerem sahibi Rabbine karşı ne aldattı seni?” (İnfitar, 6) ayetini okuduktan sonra şöyle buyurdu:

“Kalbine uyuşukluk getiren hastalığı, azim ve iradenle tedavi et; gözündeki gaflet uykusunu da uyanıklığınla yok et. Allah’a itaat et ve O’nu anmaya alıştır kendini… O Allah ki ne lütuf ve ihsanını esirgemiştir senden ve ne de işlediğin günahlarını aşikâr etmiştir. Göz açıp kapama süresince dahi Allah’ın verdiği nimetten mahrum kalmamışsın. Gizli tuttuğu günahlarını açıp ağartmamıştır ve de sana yönelen belâyı kendi lütfüyle defetmiştir. Hele bir de Allah’a itaat edecek olsan, (bunların kat kat fazlasını vereceğini) bilmez misin?”

Aslında Allah’a itaat etmekle kendi nefsimizin yüceliğine yardım etmiş, ebedî cennete yaklaşmış, azap ve zahmetten uzaklaşmış oluruz.

Yüce Allah Resulü (s.a.a), Veda Haccı’nda şöyle buyurmuştur:

“Ey insanlar! Andolsun Allah’a, sizi cennete yakınlaştıracak ve cehennem ateşinden uzaklaştıracak tek bir şey vardır ki onu da size emretmişim.”

Bundan dolayı eğer üzerimizde bulunan “kendi” hakkımızı eda etmek istiyorsak, kendimizi Allah’ın emrine sunmalı ve itaat etmeliyiz.

İmam Zeynelâbidin (a.s), bir duasında şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ım! Muhammed’e ve Muhammed evlâtlarına rahmet ve salât eyle ve bizi, iyilerin makamlarında kendi tevfikinle itaat yolunu kendilerine kolaylaştırdığın kimselerden kıl; onlar ki sana hizmet etmekle hayat buldular, sana yakınlaştılar, üstün tutuldular ve süslendirildiler.”

 

Yeni Makale ve Video öğeleri

Yeni Kitaplar