Dinin alanı, kapsamı, hedefi, ilim, akıl ve yeniliklerle uzlaşıp uzlaşmadığı, anlaşılıp anlaşılamayacağı, nasıl bir dil kullandığı, tefsir edilip edilemeyeceği, bu tefsirlerin ne kadar muteber sayılabileceği, herkesin yaşadığı zamanın şartlarına göre dini yorumlayıp yorumlayamayacağı, dinî anlayışın zamana göre değişip değişemeyeceği, Allah inancının bir tecrübeden ibaret olup olmadığı vb. onlarca yeni konu, bugün her yerde olduğu gibi, Müslüman toplumlarda da zihinleri karıştırıp duran konulardır.
Bu konulardan bir kısmı din karşıtlarınca ortaya atılmış olmakla birlikte, büyük bir kısmı bizzat dindarlar, dini savunmak gayreti içinde olanlar tarafından gündeme getirilmiştir. Daha çok Hıristiyanlığa karşı, ama bütün bir dine yönelik saldırılar ve bu saldırılara tepki biçiminde batı dünyasında ortaya atılan tartışmalar, çoğu defa Müslüman aydınlar tarafından aynıyla İslâm hakkında da söz konusu edilmiş, hatta bazen iyi niyetli birçok yazar, dini savunmak adına tevhid dini hakkında haksız, yersiz ve İslâm’la ilgisi olmayan yorumlarda bulunmuşlardır. Örneğin rasyonel veya akılcı felsefenin sorgulamaları karşısında tahrif edilmiş Kitab-ı Mukaddes’in akılla, mantıkla uzlaşmayan öğretilerini savunamayan Hıristiyan ilahiyatçılar, dinî inancın akıl ve mantıkla değil, ancak duygu ve tecrübeyle kazanılabileceği tezini ileri sürüp, kendi akıllarınca Allah’a olan imanı, saldırılardan kurtarmayı denerken, aslında dine ağır bir darbe indirdiklerinin farkında olmamışlar. Bundan daha kötüsü ise, batı dünyasında bir asırdan daha çok süre önce ortaya atılmış bu teorilerin son yıllarda Müslüman aydınlar tarafından İslâm hakkında yoğun bir biçimde ileri sürülmesidir.
Bu gerçeği dikkate alarak dergimizin önceki sayılarında kaleme aldığımız “Din Nedir?” ve “Dinin Menşei” başlıklı makalelerin bir devamı olarak dinin kapsamı üzerinde durmaya çalışacağız.
Nelerin dinin kapsamı alanına girdiği ve nelerin dinin kapsama alanı dışında kaldığı, başka bir ifadeyle dinin hangi konularla doğrudan ilgilendiği ve hangi konularla ilgilenmediği veya dolaylı olarak ilgilendiğiyle bağlantılı olarak çeşitli görüşler ileri sürülmüş, konuya çeşitli görüş açılarından yaklaşılmıştır. Yine dinin, insanın ihtiyaçlarına cevap verebilme gücü ve kapsamı konusunda da düşünürler, kendi bakış açılarından çeşitli görüşler ortaya koymuşlardır.
Bu yaklaşım ve görüşler farklı zaman dilimlerine göre çok doğal olarak çeşitli açılardan farklılıklar göstermiş, beşerin ihtiyaçlarına paralel olarak dinden beklentileri de her çağa göre farklılıklar oluşturmuştur. Meselâ tarıma dayalı uygarlık çağı olarak tanımlanan M.Ö. 8000 yılından M.S. 1750 yılına kadar geçen zaman aralığında insanın ihtiyaçları ve buna orantılı olarak dinden beklentileri, açıktır ki 18. yüzyıldan itibaren başlayan ve hâlâ devam eden sanayi (teknoloji) çağı insanının ihtiyaçları ve dinden beklentilerinden farklı olmuştur. Ve yine dünyanın bazı ülkelerinde görülen teknoloji çağı üstü yeni dönem insanının ihtiyaçları ve dinden beklentilerinin bir önceki çağ insanınınkinden ayrıntılarda farklı olması doğaldır. Ancak bütün bu farklılıklar, acaba insanın dine olan ihtiyacı ve dinden beklentilerini azaltabilmiş midir? Yoksa bilimsel ve teknolojik gelişme ve ilerlemelerle birlikte dine duyulan ihtiyaç da giderek artmış değil midir?
Batı dünyasında teknoloji çağıyla birlikte ortaya atılan felsefî görüşler doğrultusunda beşerî akılcılık İlâhî akılcılığın, beşerî tecrübe vahye dayalı nebevî tecrübenin yerine oturmuşsa da, huzur arayan insanlığın ihtiyaçlarına maalesef cevap verememiştir, zaten vermesi de mümkün değildir. İnsanın karmaşık bir varlık olarak ihtiyaç ve beklentilerine sadece bilimsel ve teknolojik ilerlemelerle cevap verilemediği, insanın maddî bir varlık olmanın ötesinde manevî değerlere sahip, kemal ve olgunluk arayan bir varlık olduğu anlaşıldıkça dinin önemi, dünyevî ve uhrevî hayatla ilgili işlevi, ister istemez daha bir kabul görmüştür. Ama bu gerçeğe rağmen yine de dine birtakım sınırlayıcı kalıplar çizilmiş, huzur arayan insanın, dinin gerçek mahiyeti ve kapsamı ile tanışması, hayatını İlâhî ölçüt ve değerlere göre düzenlemesi engellenmiş ve hâlâ da insafsızca ve bazen amansız baskılarla engellenmektedir
İnsanın hangi ihtiyaç ve beklentilerinin din aracılığıyla gerçekleşebileceği konusunun bilinmesi, hiç kuşkusuz fertlerin ve toplumun dindarlığı üzerinde belirleyici bir role sahiptir. Dindarlıktan maksadımız; taklide değil, araştırmaya dayalı, babalarımızdan öğrendiğimiz değil, kendi çabalarımızla, hür iradeyle, taassuptun arınmış olarak elde ettiğimiz dindarlıktır. Çünkü bilişim ve iletişim çağında küçülmüş olan dünyada öteki toplumlarla daimî ve yakın ilişkiler içerisinde yaşayan fertler olarak bilmeliyiz ki, ister dinî, ister gayri dinî olsun, herhangi bir düşünce ve akımın sebat, devamlılık ve işlerlik kazanmasının ilk şartı, kapsama alanının ve öne çıkan sorulara cevap verebilme, problemleri, krizleri çözebilme gücünün belirginleştirilmesi ve aydınlatılmış olmasıdır. Bu özellik sayesinde ancak din, kendi sistemini kurmuş olarak işlerliğini artırmış ve kırılganlık riskini azaltmış olur.
Rönesans’tan sonra batıda din konusunda sergilenen yaklaşımları, önceki makalelerimizde genişçe ele almıştık. Dini, kayıt altına girmek; ifade edilmesi imkânsız olanı ifade etmeye çalışmak; illüzyon (vehim); halkın afyonu (uyuşturucu); bilimin ilerlemesini engelleyen müphem bir kavram gibi ifadelerle tanımlayan toplum ve ruh bilimcilerden, dine, doğru bir kapsama alanı belirlemeleri beklenemez elbet. Bunun karşısında din yanlısı batılı düşünür ve ilahiyatçılar, dini savunmaya yönelik görüşlerinde, dinin işlev ve kapsamını gerektiği gibi ortaya koyamamışlardır. Her biri geniş çaplı inceleme ve değerlendirmeleri gerektiren bu farklı görüşlere değinmek yerine, bırakmış oldukları pratik sonuçları iki şıkta özetlemek mümkündür:
- Din, toplumdan soyutlandırılarak sadece kişisel hayata girebilme izni alabildi. Dinin tek ve yegane sorumluluk ve görev alanı, bireyin tamamen kişisel olan imanına -o da kendi iradesiyle seçmiş olduğu- bekçilik yapmakla sınırlandırıldı.
- Dinin işlevleriyle ilgili yapılan incelemeler sonucunda dinin toplumsal işlev ve rolü yeniden dikkate alınmaya başlandı. Din, yeniden kişisel alandan toplumsal alana taşındı. Ancak bu, dine yine de cephe arkası veya nasihatçi ihtiyar dede rolü biçilmek suretiyle gerçekleşti. Siyaset alanında öteki sahalardan daha çok kendini gösteren bu eğilimle, gerçekte dinin kutsallığı korunmak istendi. Böylece ihtiyaç duyulduğunda toplumları yatıştırmak, tahrik etmek, kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmek için din toplumsal bir araç olarak kullanılageldi.
Batıda ve İslâm dünyasında batılı düşünürleri taklit eden çevrelerce dine biçilen rol, belirlenen sınırlamalar ve bunların dayandıkları felsefî ve fikrî akımların her biri, başlı başına bir incelemeyi gerektirdiği için, biz bunu başka bir fırsatta, “Din-İlim İlişkisi” konusunda ele almayı düşünüyoruz. İslâm dünyasında dindar çevrelerde son yıllarda dinin kapsamı ve işlevi konusunda ileri sürülen görüşlere gelince, bunları birkaç grupta toplamak mümkündür:
1- Ulemadan bir grup ve bazı tasavvuf fırkaları, din konusundaki sınırlı ve dışa kapalı tanıma esasınca dini, dünya hayatına yabancı, sadece ve sadece ahiret hayatına uygun, ahiretle uyumlu bir olgu biçiminde yorumlamaktadırlar.
2- Dindar aydınlardan bir grup ise, batıdan etkilenmiş olarak din-dünya ayrılığını ileri sürmüş ve böylece dinin kutsallığını, saygınlığını koruduklarına inanmaktadırlar.
3- Bir grup ulema ve Müslüman aydın ise, dinin dünyevî yönüne haddinden fazla vurgulama yapmış ve dinî değerlerin dünya hayatının her yönünde uygulanması için bazen dinî kavramları sembolik yorumlara tâbi tutmuşlardır. Dinin dünya hayatından uzaklaştırılmasını insanlık ve toplumlar için büyük bir kayıp olarak gören Müslüman düşünürlerden merhum Dr. Ali Şeriatî, bu grup aydınlardan olup İslâm’ın kapsamı hakkında şöyle der:
“İslâm, tek kelimeyle dünyadaki çok boyutlu yegane dindir... Kur’an-ı Kerim, Tevrat ve İncil’i de kapsamına alan tek İlâhî kitaptır. Felsefe, hikmet, kıssalar inançlar, kişisel ve ruhsal ahlâk sistemi; toplumsal, iktisadî ve siyasal hükümler; kişisel ve toplumsal ilişkiler; maddî ve manevî hayatın adabı; dünya ve ahiret; yaratılış felsefesi ve İlâhî hikmetten tutun sağlık, adabımuaşeret, yemek, içmek, yatmak ve normal hayatla ilgili kurallara; nefsî olgunluk ve kişisel terbiyeden tutun savaş emrine, maddî hayatı iyileştirmek için gayret sarf etmeye, toplumdaki tutumlara, özgürlük, uygarlık, ilim, servet, lezzet ve güzelliğe kadar... ibadet ve kulluğa davet, sabır, Allah’a aşk ve muhabbet ve kalp aydınlığından tutun daimî hazır bulunma emrine, kuvvet ve atlar toplamaya; savaş, seferberlik, intikam ve... kadar her şeyi din kendi özel yöntemiyle kapsam alanı içine almıştır...”[1]
4- Müslüman aydınlardan bir grup ise, üçüncü gruptakilerin aksine dinin dünya hayatındaki rolünü en aza indirgemek yönünde görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlara göre din, ahiret hayatı yanında dünya hayatına de değinmiştir. Ama bu mümkün olan en alt seviyededir. Bunlar dinin ahlâk, inançlar, ahkâm, dünya görüşü, dünyayı tanıma, devlet sistemi ve toplum konusundaki sözlerini kabul etmekle birlikte, bunun yeterli düzeyde olmadığını, hatta dinin kıyamet ve ahiret hakkında en alt düzeyde söz sarf ettiğini ileri sürerler. Bunlara göre dünya işleri, daha çok yöntemle ilgilidir ve dinin bu sahada ortaya koyacak bir şeyi yoktur. Bu grubun en belirgin örneği, Dr. Abdulkerim Suruş olup bu konudaki görüşünü şöyle açıklar:
“Fıkhın zenginliği hüküm vermededir, program sunmada değil. Hüküm vermedeki zenginliği de yeterli olmayıp en alt düzeydedir. Şunu da eklemeliyiz ki, en azdan maksat, bu hükümlerin insan hayatının şartlarıyla en az düzeyde uzlaşabilir ve uygulanabilir olmasıdır... Dinler, bu cümleden olarak İslâm dini, ne tabiat ilimlerini (deneysel ilimleri) öğretmek için gelmiştir, ne de sosyal ilimleri. Sosyal ilimleri beyan ve tanımlamak konusunda da dininin rolü alt düzeydedir... Bu ilimlerin yöntemi, temelleri ve konuları dinden bağımsız olarak tanımlanmaktadır. Bu bile, bu ilimlerin dinden öz ve nitelik açısından ayrıldığının en açık işaretidir. Özetle belirtmek isterim ki, dünya görüşü ve inançlar konusunda da dinin işlevi en düşük düzeydedir.”[2]
5- Aydınlardan bir grup da, dine ahiretle ilgili bir kapsama alanı çizmişlerdir. Bunlara göre dinin dünya işlerine değinmesi, özle ilgili olmayıp arazîdir (ilineksel). Dinin bu işlevi bile, yönetim ve idare alanında olmayıp irşat, nasihat ve korumaya yöneliktir. Bu gruba örnek olarak, Mehdi Bazergan gösterilebilir. Önceleri İslâm’ın dünya hayatındaki işlevini ortaya koymak için fizik kanunları gibi deneysel kanunlardan yararlanmaya kadar ileri giden Mühendis Mehdi Bazergan, ömrünün son yıllarında ileri sürdüğü görüşlerinde şöyle der:
“Dinî metinlerde, surelerde ve başka hiçbir yerde, ‘Biz, Kur’an-ı Kerim’i size hükümet, iktisat ve müdüriyet dersi vermek veya dünya işlerini, toplumsal hayatı ıslâh etmek için gönderdik’ diye bir ifade geçmemektedir. Sadece genel olarak denilmiştir ki: Kendi aranızdaki ilişkilerde adalet, hizmet ve ıslâha yönelin; salih amel işlemediğiniz takdirde sadece Allah’a iman etmeniz, sizi cennete götürmez...”[3]
6- İslâm ulemasından bir grup ise, dinin temel söylem ve hedefinin ahiret olduğunu ve dünya işlerine değinmesinin arazî (ilineksel) olduğunu beyan etmekle birlikte, bu arazîliğe gereken dikkat ve önemin verilmemesi durumunda asıl hedefe ulaşılamayacağını vurgulamışlardır. İmam Humeynî, Allâme Muhammed Hüseyin Tabatabaî, Seyyid Kutup, Allâme Muhammed Taki Caferî ve birçok diğer alim ve düşünür, bu görüş üzerinde durmuşlardır.
İmam Humeynî (r.a) şöyle der:
“Enbiyanın getirmiş olduğu şeylerin hepsi, onların hedefinin özünü oluşturmaz. Devlet kurmak enbiyanın gönderiliş hedefinin özü, kendisi değildir. Devlet kurmak da dahil bütün öteki işler, enbiyanın temel hedefinin gerçekleşmesine bir başlangıç ve uygun ortamı hazırlamak içindir. Enbiya tevhidi yaymak, insanların evreni tanımasını sağlamak için gönderilmiştir. Onların bütün arındırmaları, ıslâhları, öğretileri ve çabaları halkı, her yeri sapasarmış zulüm ortamından kurtarmak ve nura, aydınlığa kavuşturmak içindir.”[4]
Allâme Muhammed Hüseyin Tabatabaî (r.a) şöyle der:
“Dinin hedefi, toplumu ıslâh etmektir... Ve dinin var oluş felsefesi insanı ruhsal ve bedensel olarak kemale ulaştırmak, insanın dünyevî ve uhrevî saadet ve mutluluğunu sağlamaktır. Dinî toplum, hem maddî ve hem de manevî açıdan terbiye edilmiş, yetişmiş toplum demektir.”[5]
Allâme Muhammed Taki Caferî (r.a) şöyle der:
“Dinin mahiyeti, yüce yeteneklerin tümünü yüce İlâhî kemale ulaşma yolunda filizlendirmektir. Dinin en büyük ve en yüce hedefi, halkın tümünü düşünce, akıl, makul özgürlük, keramet ve şeref sahibi olmaya sevk etmektir. Din, özü itibariyle fikrî donukluk, zorlama, zillet ve ihanetle hiçbir şekilde uzlaşmaz.”[6]
Dinin kapsam alanıyla ilgili görüşleri genel hatlarıyla böylece aktardıktan sonra dinin hangi ihtiyaçları temin ettiği, insanın hangi beklentilerine cevap verdiği konusuna geçebiliriz. Bunun için ise önce insanın ihtiyaçlarının neler olduğu genel başlıklar altında ortaya koyacak ve dinin bu ihtiyaçların her birine nasıl yaklaştığı ve ne derecede cevap verdiği konusundaki incelememizi sürdüreceğiz. Makalenin bundan sonraki bölümünde Seyyid Hüseyin Humayun’un Meşhed şehrinde yayınlanan “Endişe-i Havza” adlı derginin 2002 yılı sonbahar sayısında aynı başlık altında yayınlanan makalesinden sıkça iktibaslar yaptığımızı hatırlatmayı vazife biliriz.
İNSANIN İHTİYAÇLARI VE DİNİN BU İHTİYAÇLARA YAKLAŞIMI
1- İnsanın araçlara (aletlere) olan ihtiyaçları:
En ilkel hayattan en modern toplumsal hayata kadar hayatını sürdürebilmek için araçlara daima ihtiyaç duyan insan, bundan sonra da araçlara ihtiyaç duyacaktır. Uygarlığın ilerlemesiyle birlikte bu araçlar da değişmiş, gelişmiş ve gittikçe karmaşık bir durum almıştır. İlkel insan avlanmak ve kendini savunmak için yontulmuş taşları ve sivriltilmiş ağaç dallarını kullanırken tarım çağı insanı toprağı işlemek için taşa ve ağaca ilâveten demirden aletleri kullanmış, hayvanı hizmetine almıştır. Teknoloji çağında ve bazı toplumların içinde bulundukları teknoloji sonrası dönemde araçlara olan ihtiyaç o kadar artmıştır ki, bu araçlar olmaksızın hayatın normal seyrinde sürmesi imkânsız hâle gelmiştir. Örnek olarak bilgisayar, uydu ve internet sistemleri bugün geniş çaplı bilişim ve iletişim aracı olarak kullanılmanın yanında bazı güçlerin dünya üzerindeki sultalarını sürdürmeleri açısından da vazgeçilemez araçlardandır.
Din, insanın araçlara olan ihtiyaçlarını sağlaması için çaba sarf etmesi gerektiğine dolaylı olarak değinmiş olmakla birlikte, bu araçları nasıl elde etmesi gerektiğinden söz etmez. İlmin farz olduğunu her fırsatta vurgulayan din, bu araçların hazırlanması veya elde edilmesi işini insanın aklına bırakmıştır. Çünkü bütün bu araçlar insan aklının faaliyeti, ayrı bir ifadeyle aklın kullanılması ve olgunlaşmasıyla gerçekleşir.
Araçlar bağlamında günümüz insanının önemli ihtiyaçlarından biri de, bu araçları kullanma, yerine göre uygulama ve uyarlama ihtiyacıdır. Meselâ bir insan en son teknolojiyle donatılmış bir bilgisayara sahip olsa da, bu sistemi kullanmasını bilmedikten, gerekli temel bilgilere sahip olmadıktan sonra bir işine yaramayacaktır. Hayatın tıp ve ekonomiden tutun askerî teknolojiye kadar her alanına yayılmış bu araçları kullanmaya dair ihtiyaçlara dinin cevap vermesini beklemek akla ve mantığa uygun değildir. Bu gibi ihtiyaçlar da, aynen araçların elde edilmesi konusunda olduğu gibi, insan aklına havale edilmiştir.
2- Yöntembilimsel (metodolojik) ihtiyaçlar:
Çeşitli dönemlerde ve özellikle de teknoloji çağından itibaren insanın en temel ihtiyaçlarından biri yöntembilimsel ihtiyaçlardır. Bu ihtiyacın ortaya çıkması ve sağlanması, insanlığa büyük hizmetlerde bulunmuş ve gelecekte de birtakım problemlerin çözümü bu ihtiyacın giderilmesiyle gerçekleşecektir. Metodolojik ihtiyaçlar, herhangi bir ilim dalında izlenen sistematik yol, uyulan kurallar ve dayanılan temeller olarak tanımlanabilir. Meselâ fıkıh usûlü veya hukuk metodolojisi ve bu daldaki yeni görüşler sayesinde İslâm hukukunda önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Bunun gibi fen ilimleri dallarında on yedinci yüzyıldan itibaren izlenen metodoloji ve günümüze kadar bu dalda kaydedilen metodolojik devrimler ışığında insanlar mekanik, iletişim, ulaşım, enerji, sağlık, hizmet ve insan hayatını ilgilendiren birçok dalda beklenenin ötesinde ilerlemeler kaydetmiştir. Bundan sonra da yöntembilimsel devrimler sayesinde daha nice ilerlemelere tanık olunacaktır. Fen dallarında sonuçları somut olarak gözlemlenen metodolojik devrimlere sosyal ilim dallarında da rastlanmaktadır. Meselâ Molla Sadreddin Şirazî (1573-1640), o dönem ilim hayatında hissedilen ihtiyaca bir cevap olarak istidlâl (çıkarım) yönteminde yaptığı değişiklik yardımıyla “vücudun asaleti”, “cevherî hareket” ve “cismanî mead” gibi yepyeni felsefî teorileri ispatlamayı başarmıştır. Ve yine batı dünyasında Kant, Descartes, Hegel ve diğer düşünürlerin ortaya koydukları felsefî akımlar, yöntemde yapılan devrimler ışığında gerçekleşmiş ve her dönem insan toplumunun felsefî ihtiyaçlarına cevap vermiştir.
Yaşadığımız dönemde de insanlığın karşı karşıya bulunduğu savaşlar; birkaç güçlü ülkenin dünya üzerindeki ekonomik sultası; eğitim, sağlık, gıda, çevre sağlığı, güvenlik, hukuk vb. dallardaki eşitsizlik ve adaletsizlik gibi konuların çözüme kavuşturulması için hiç kuşkusuz uluslararası çapta yeni yöntem bilimsel devrimlere ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü şimdiye kadar izlenen yöntemler, maalesef bütün bir insanlığı ve dünya barışını her yönden tehdit etmektedir. Bu devrimin gerçekleşmesi ise, insan aklı, düşüncesi ve özgür seçimine gerekli güven ve saygınlığın gösterilmesiyle mümkündür.
Din, bu yöntem ve mekanizmaların nasıl elde edilebileceği konusu üzerinde durmaz. Yani radyum atomlarının parçalanarak nasıl nükleer enerji elde edilebileceği veya bulutların nasıl yağmur yağdırmaya müsait hâle getirilebileceği, dinin üzerinde durduğu konulardan değildir. Din, bu gibi ihtiyaçların sağlanması konusunu insan aklına havale etmiş, aklın önemini vurgulamış ve insanları düşünmeye, akıllarını kullanmaya çağırmış ve buna teşvik etmiştir.
3- Bedensel maddî ihtiyaçlar:
Yemek, içmek, cinsel içgüdülerin doyurulması, fiziksel güç elde etmek, estetik ve dengeli bir bedene sahip olmak vb. şeyleri, insanın bedensel maddî ihtiyaçlarından olup, bütün bunlar insanın teorik ve pratik çabaları sonucu temin edilir.
Din, bu ihtiyaçların sağlanması konusuna da doğrudan değinmez. Allâme Muhammed Taki Caferî bu konuda şöyle der:
“İslâm, çoğu konularda seçme hakkını insana bırakmıştır. Yani insanlar duyuları ve akıllarını çalıştırarak ve bedensel güç kullanarak temayülleri ve meşrû isteklerini temin ederler.”
4- Makul manevî-dünyevî ihtiyaçlar:
Kalkınma, güvenlik, hüviyet, bağımsızlık, özgürlük, sabır, düzenlilik ve yasallık, sanat, ahlâk, dayanışma, işbirliği, birlikte yaşama, barış, insanlığa hizmet, özveri, adalet, yaratıcılık vb. konuları, manevî-dünyevî ihtiyaçlar başlığı altında toplamak mümkündür.
Dinin üzerinde en çok durduğu, vurgulama yaptığı ve insan ihtiyaçlarına cevap vermeye önemle özen gösterdiği alan, bu konulardır. Dinin bu alandaki işlevi ve sorunlara, ihtiyaçlara cevap verme yeteneğiyle ilgili olarak saydığımız konulardan bazılarına kısaca değinmek istiyoruz:
Güvenlik:
Din, üç yoldan kişisel ve toplumsal güvenliği sağlamak ve yerleştirmek rolünü üstlenir:
- Din, hak ile çıkarın karşı karşıya gelmesi durumunda hakka öncelik tanır. Çeşitli çıkarların zıtlaştığı durumlarda hakkı ortaya koyana, hakkı canlı tutmaya çalışana öncelik verir. Din, çıkarları hak eksenine göre yorumlar, hakkı çıkar eksenine göre değil. Din, böylece siyasal, askerî, ekonomik, kültürel ve itikadî alanlarda kişisel, grupsal ve bölgesel çıkarlardan kaynaklanan gerginlik, çatışma ve savaşları en aza indirger. Halbuki dinin hâkim olmadığı çağımız dünya düzeninde hak ve adalet, çıkar eksenine göre yorumlanmakta; hukuk, müstekbir güçlerin haksız davranışlarını uluslararası çevrelerde tevil etmek yönünde kullanılmakta; insan hakları, şer güçlerin çıkarlarına göre tanımlanmaktadır. Bunun en açık örneği ise, şeytanî müstekbir güçlerin başını çeken ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik son tecavüzleri ve işgal hareketidir.
- Din, en temel öğretisi olan âlim (her şeyi bilen), nâzır (her şeyi gözetleyen) ve müntakim (öç alan) Allah’a inanç sayesinde, kişisel ve toplumsal güvenliği tehdit eden davranış ve faaliyetleri önler. Meselâ hırsız ve katilin bu dünyada yargılanmasına ilâveten ahirette de cezalandırılacağına dair inancın toplum düzeyinde yerleşmesi, hiç kuşkusuz toplumda terör, hırsızlık ve toplumsal güvenliği tehlikeye sokan davranışları azaltacaktır.
- Din, toplum fertlerinin ruhunda oluşturacağı güçlü bir kontrol mekanizması, yani takva sayesinde insanları haksız davranışlarda bulunmaktan alıkoyar, insan hayatının hayvanî hayata dönüşmesini önler.
Bu üç yol veya aşamanın istenilen sonuçlar vermesi, şüphesiz dine toplumu yönlendirme ve gerekli kurumları oluşturma fırsatının tanınması durumunda mümkündür. Yoksa dini vicdanlara hapsetmek ve emirlerine uymayı irtica olarak tanımlamakla, açıktır ki dinden bu evrensel işlevini ifa etmesi beklenemez.
Dayanışma:
Din, toplumda birlik-beraberlik, işbirliği, dayanışma ve düzenin oluşturulmasında önemli bir rol ifa eder ve bu rolünü çeşitli yollardan gerçekleştirir. Bu cümleden olarak:
1- İbadî-toplumsal şiar ve merasimlerin dayanışma ve insicamın oluşmasındaki etkileri teorik önerilerden kat kat daha güçlüdür. Çoğu insan herhangi bir çıkar beklemeksizin toplumsal kurumlara malî, bilimsel ve kişisel yardım ve yatırımlarda bulunmaya yanaşmaz. Halbuki dinî merasim ve gelenekler sayesinde ortada herhangi bir çıkar konusu olmaksızın birtakım toplumsal kurumlar ve faaliyetler kendiliğinden vücuda gelir; fakir ve zengin, öğrenci ve âlim, halk ve idareciler arasında yardımlaşma, dayanışma ruhu pratik olarak oluşur. Cemaat, cuma ve bayram namazları, hac merasimi, sevinç ve matem merasimleri (Hz. Peygamber’in -s.a.a.- mübarek velâdetleri ve İmam Hüseyin’in -a.s.- şehadet günü merasimleri vb.) bu dayanışmanın en açık örnekleridir.
2- Güç, iktidar, bilginlik, zenginlik, dış güzellik, belli bir sınıfa bağlılık vb. sıfatlara sahip kişi ve gruplar kendi hâllerine bırakılarak başkalarından bağımsız olarak değerlendirildikleri takdirde, bu özelliklerden yoksun kişi ve toplumlara eksik ve bayağı varlıklar olarak bakmakta, onların hayatları ve haklarını sömürmeyi yasal hakları olarak görmektedirler. Bugün başta ABD olmak üzere müstekbir güçlerin dünya haklarına yönelik tavırları, bunun açık bir örneğidir. Onlara göre moderniteyi yakalayamamış toplumlar kültür, ilim, siyaset, ekonomi ve yaşama tarzında modern olanları taklit etmelidirler; aksi durumda yok olmaya, en azından susmaya mahkûmdurlar. Bu düşünce tarzı doğal olarak milletlerin işbirliği, yardımlaşma ve dayanışmalarını azaltmaktadır. Halbuki din, insanı tanımlarken bilginlik, takva ve hizmeti onun asil özelliklerinden saymaktadır.
Dinin tanıttığı insan, hukuk ve inançlardan haberdar olarak bilinçli şekilde toplumsal hayatı tercih eder; takvasıyla toplumsal ilişkilerdeki davranışlarını adalet, kanaat ve vicdan esasına dayandırır; hizmet aşkı ile başkalarını sömürmeyi bırakarak işbirliği ve dayanışma ruhunu toplumda ihya eder. Bu üç sıfatla donanmış dindar insan, her coğrafyada, her kültür ve uygarlıkta faaliyet gücüne sahip olarak her türlü sultacılık, haksız servet edinme ve kendini üstün görme hastalığına karşı durmayı başarır. Dayanışma ruhunun toplum düzeyinde tahakkuk etmesinin ilk şartı bu üç özelliğin birlikte olmasıdır; aksi taktirde, yani birinin eksik olması durumunda, beklenen hedefe ulaşılması zorlaşır. Bu da, dinin toplumsal dayanışma ve düzenin en güçlü payandası olduğunun en açık delilidir.
Kendini tanıma ve yapılandırma:
Din, insanın kendisini tanıyarak sahip olduğu güçlerini her yönüyle yapılandırmasını, eğitmesini sağlar. Kendini tanıma ve yapılandırma sıfatlarına sahip insan, kendine güven kazanır; kişisel ve toplumsal açılardan kendine inanma, güvenme duygusunu güçlendirir. Kendi varlığının önemine inanmanın olumlu etkilerinden bazılarını şöylece sıralayabiliriz:
1- Kişisel ve toplumsal bakımdan kendine güven duygusu sayesinde direniş ve sabırlılık kazanılır. Bu iki sıfata sahip kişi ve toplumlar, zafer ve bağımsızlıklarını temin etmiş olurlar.
2- Kişisel ve toplumsal olarak kendi varlığına güven duygusunun doğması ve yerleşmesiyle kişi ve toplumlar kendi kapasite ve yeteneklerine yönelirler. Bilimsel ve pratik yeteneklerin tespit edilip kullanılmaya başlanmasıyla yaratıcılık, olgunluk ve kalkınma sıfatları yeşermeye başlar. Din, böylece toplumlara yaratıcılık, bağımsızlık ve kalkınma ruhu kazandırır.
3- Din, kişisel ve toplumsal düzeyde kendine güven duygusu icat etmekle ilim ve marifetin gelişmesi ve olgunlaşmasına katkıda bulunur. Toplum fertleri arasında marifetin yaygınlaşması ve bilimsel düzeyin artması, insanın seçme gücüne ve dolayısıyla özgürlük sıfatı kazanmasına katkıda bulunur. Din, insanı özgürlüğe kavuşturur ve Allah’tan başkasına kulluk zincirlerini kırarak, zihinsel olarak da yeniden doğmasına gerekli uygun ortamı hazırlar.
Adalet:
Din, adaletin gerçekleşmesi için iki yöntemden yararlanır:
1- Zulme karşı mücadele: Tarih, dinin bu mücadelesiyle dolu olup, din kültürünün önemli yanlarından biri, hiç kuşkusuz zulme karşı mücadelede tecelli etmiştir. Din, halk kitleleri arasında zulme karşı mücadele motivasyonunu pompalamak suretiyle onları zorba güçlere karşı seferber etmiş, tarihin de tanıklık ettiği üzere zalim grup ve rejimleri alaşağı ederek ve toplumu kanun eksenine çekerek yeniden düzen ve huzuru sağlamıştır ve bu rolünü ilelebet sürdürecektir.
2- Din, hukukî, toplumsal, itikadî ve ahlâkî kanunlar sistemiyle adaletin tahakkuk etmesine en çok katkıda bulunmuştur. Din; “düzen”, “kanun” ve “adalet”i birlikte gerçekleştirmek ister. Yani, “adalet esasına dayalı düzen ve kanun” ile “kanun ve düzen gölgesinde adaleti uygulamak”, dinin iki önemli ve canlı sloganıdır. Din, adaleti yerleştirmek suretiyle kişisel ve toplumsal hayata izzet, keramet ve hedef bahşederken hayata anlamlılık kazandırır.
5- Uhrevî ihtiyaçlar:
Yaşama yöntemi, ahiret hayatı, kıyamet, yeniden diriliş, azap, mükâfat vb. gibi kavramlar, sadece din tarafından cevaplandırılan konulardır. Başka bir ifadeyle ahiret hayatının anlamı, vaziyeti, niteliği gibi sorular, din tarafından açıklığa kavuşturulur.
*****
Buraya kadar yaptığımız incelemeleri kısaca özetlersek; dinin, özellikle de tevhid eksenli dinin kapsam alanı insan ve toplumdur. Din, mükemmel ve ileri bir insan ve insan toplumu oluşturmak için gelmiştir.
Din, insan aklına değer vermek suretiyle bir yandan insanı aziz ve değerli kılmış, bir yandan da çeşitli devirlerde kendi varlığını sigorta etmiştir. İnsanın dünyevî ihtiyaçlarının büyük bir bölümünün insan aklı tarafından sağlanması, dinin zaafını değil, İlâhî iradenin insana vermiş olduğu değeri göstermektedir. Tevhidî dünya görüşünde akıl, insana verilmiş İlâhî bir bağış ve nimet olup, dinin karşısında değil, yanındadır. Din ve insan aklının dünyevî konulardaki rol ve işlevi, birbirine paralel, birbiriyle dengeli ve birbirine eşittir. Saymış olduğumuz ihtiyaçların ilk üçü, sadece ve sadece güvenlik, düzen, kanun, insicam, dayanışma ve adalet yatağında sağlanabilir. Böyle bir ortam sağlanmadan icat edilecek en modern araç ve en ileri yöntemler, toplumda kalkınma sağlayamaz. Çünkü emniyet, kanun ve adaletin hâkim olmadığı toplumlarda genel refah, bayındırlık ve kalkınmadan söz edilemez.
Sonuç olarak denilebilir ki: Dinin kapsam alanı dünya ve ahirettir. Çünkü bu ikisi, birbirine sıkı sıkıya bağlı ve birbirinden ayrılmaları imkânsız iki gerçektir. Dinin ahiret üzerinde durması, dünya işlerine önem verdiğinin işareti; dünya işlerine dikkatle koyulması da, insanın uhrevî saadetine verdiği önemin göstergesidir. Dinin ahireti vurgulaması, dünya işleri üzerinde durmasına engel teşkil etmez. Dinin dünya işlerine müdahalesi de, insan aklını meydandan çıkarmadığı gibi, onu kendi geleceği konusunda çalışmaya, karar vermeye davet eder. İnsan aklının meydana girmesi de, hiçbir şekilde dinin rolünü eksiltmez. Bilâkis din ve akıl birlikte oldukları takdirde ancak istiklâl, özgürlük, barış, ilerleme, bayındırlık, refah ve mutluluk sağlanabilir. Bir tek cümleyle diyoruz ki: Dinin dünya işlerindeki rolü en üst düzeydedir; bazılarının iddia ettiği gibi en alt düzeyde değil.
[1]- Ali Şeriatî, İslâm’ı Tanıma (Meşhed Üniversitesi Dersleri), s.582-583.
[2]- Abdulkerim Suruş, Din-i Ekallî ve Ekserî, Kiyan dergisi, Nr.41, 1998 Baharı, s.2-10.
[3]- Mehdi Bazergan, Ahiret ve Khoda Hedef-i Bi’set-i Enbiya, s.61-64.
[4]- İmam Humeynî, Sahife-i Nur, c.1,s.234 ve c.18, s.181.
[5]- Allâme Seyyid Muhammed Hüseyin Tabatabaî, El-Mizan Tefsiri, c.2,s.137-138 ve 156.
[6]- Camie Şinasi-yi Edyan, s.193.