Ariflerin Dilinde İnsan Tanımı

Pazar, 02 Şubat 2014 20:47
 
Hasan KANAATLI


İnsan… Yaratılmışların en şereflisi… En mükemmeli… En yücesi… En sorumlusu... Ve özünden koptuğunda ve sorumluluğunu unuttuğunda en korkunç olanı!

İşte bu yaratık (insan) hakkında her mektebin, her ideolojinin kendince bir yorumu ve bir tanımı olmuştur. Kimi ideolojiler bu yaratığı bir üretim-tüketim makinesi şeklinde tanımlarken, kimileri aslının maymun olduğunu iddia etmişlerdir. Kimileri de ottan bir farkının olmadığını, dünyayla sınırlı kaldığını öne sürmüşlerdir.

Fakat dinler, özellikle de yüce İslam dini, insan denilen bu yüce yaratığa bir başka tanım getirmiş, onu yeryüzünde Allah’ın “halifesi” niteliğiyle nitelendirmiş, diğer mahlûkattan farkının “sorumluluk” duygusu taşıması olduğunu belirtmiştir. Başka bir deyişle farklılıklarının da, evrene ve birbirlerine karşı taşımış oldukları sorumluluklarının büyük ve küçüklüğüyle orantılı olduğunu söylemişlerdir. Ariflerin yorumu ise daha bir başka olmuştur. Daha doğrusu Arifler, sorumluluğun marifete (tanımaya-anlamaya) bağlı olduğunu, dolayısıyla da insanın başta kendisi olmak üzere, evreni ve Rabbini tanıdığı oranda sorumluluk hissinin bulunabileceğini iddia etmişlerdir. Bu haklı görüşlerini de Hz. Ali'nin (a.s) çok ünlü olan şu hadisine istinat etmişlerdir: “Men arefe nefsehu feqad arefe Rabbehu” “Kendini tanıyan ancak Rabbini tanır.”
 

Çok derin anlamları olan bir hadis. “Kendini bilen Rabbini bilir” demiyor! “Bilmek”, “tanımak”tan çok farklıdır. Bir şeyi bilmek, o şeyi tanımaktan çok ayrıdır. Herkes Allah’ı bilir, ama çok az insan O’nu tanır. Herkes yanındaki insanları; komşularını, arkadaşlarını bilir, fakat çoğu onları tanımaz ya da tanıyamaz. Bir şeyi tanımak, onun derinliğine inmek, sahip bulunduğu hasletleri, özellikleri, karakteristik yapısını, duygusunu, arzusunu, düşüncesini, hayat felsefesini, gaye ve hedeflerini bilmekle mümkün olur. Nice babalar vardır ki en yakınında bulunan, hatta kendi kanlarından olan öz evlatlarını tanımazlar, evlatlar da öyle. Öğretmen-öğrenci de buna dâhil edilebilir. Allah ile kul ilişkisi de böyledir. Yüce yaratıcı, yarattığı kulunu çok iyi bildiği için, kendisinin kulu olduğunu tanıtmak amacıyla onu akıl, vicdan, gönül gibi bir takım idrak araçlarıyla donatmış, bu yetmemiş, bir de ona kendinden elçiler göndermiş, kitaplar indirmiştir. Şayet kulunun Rabbini tanıması için fıtratının dışında göndermiş olduğu takviye güçler (peygamberler ve kitaplar) olmasaydı, kim bilir milyonda kaçı Rabbini tanıyabilirdi ki?

Arifler, yukarıda işaret ettiğimiz ariflerin imamı Hz. Ali'den (a.s) nakledilen o hadisten yola çıkarak, insan denilen bu yaratığı şöyle tanımlarlar:
 

İnsan denilen bu yaratık iki âleme ait ilginç bir varlıktır. Onun zahiri görünümü olan bedeni, mülki ve dünyevi boyutunu yansıtır. Bâtınını teşkil eden yönü ise, gaybî ve melekutî boyutunu yansıtır. Gaybî ve melekutî âlemine ait olan bâtını (ruhu-nefsi) birçok makam ve derecelere sahiptir.

Bu makam ve derecelerden her biri için kendisini en yüce melekût âlemine -saadete- davet eden rahmanî ve aklanî güçler olduğu gibi, onu en alçak süfli âleme -şekavete- davet eden şeytani güçlerde vardır. Bu iki güç arasında ömür boyu sürekli bir çekişme ve savaşma söz konusudur. İnsan denilen varlık, kendinde sürekli var olan bu iki zıt gücün savaş meydanı konumundadır. Şayet ondaki rahmanî ordular galip gelecek olursa, sonuçta insan saadet ve rahmet ehli olur. Meleklerin yolunda yürür. Nebilerin, velilerin ve salih kimselerin saflarına katılır. Sonuçta onlarla birlikte haşrolur. Fakat o insana, kendinde var olan şeytan ve cehalet ordusu galip gelirse, o takdirde şekavet ve mutsuzluk ehli olur. Şeytanın safına katılır. Kâfir ve Allah’ın rahmetinden mahrum kalanlarla haşrolur.

 

Arifler insan denilen bu varlığın iki âlemi de yansıttığını bu şekilde izah ettikten sonra, onun gayb ve melekût âlemine ait batınî boyutunun (nefsinin) sahip olduğu makam ve derecelerin bir kaç kısmı olduğunu şöyle izah etmişlerdir:

 

Nefsin ilk makamı ve en düşük menzili, mülk, zahir ve dünya menzilidir. Bu hissedilir bedene ve zahirî bünyeye, nefsin gâybî nurları ve ışıkları saçılmış, bu da insana yersel bir hayat bağışlamış ve bu bedene ordular teçhiz etmiştir. Nefsin savaş meydanı işte bu bedendir. Beden, nefsin varlığını sürdürdüğü bir muharebe alanıdır. Nefis, bu savaş alanı olan insan bedenindeki varlığını yedi tane güç-ordu ile sürdürür. Nefsin varlığını ayakta tutan bu yedi ordu; kulak, göz, dil, mide, tenasül organı, el ve ayaklardır. Nefis, beden memleketindeki varlığını, işte bu orduları kullanarak devam ettirir.

 

Bu yedi ordunun bir de başkomutanı vardır. Onun adı da "Vehim/hayal"dir. İnsanın sahip olduğu beden memleketinde nefsin varlığını sürdürdüğü o yedi tane ordunun başkomutanı vehimdir -hayaldir-. Hatta vehim, nefsin bütün zahirî ve batınî güçlerinin başkomutanıdır.

 

O halde, şayet başkomutan olan vehim -hayal-, şeytanın kontrolüne girerek, o yedi gücün-ordunun- hâkimiyet kuracak olursa, o yedi ordu (yani kulak, göz, dil, mide, tenasül organı, el ve ayaklar) şeytanın orduları şekline dönüşüverir ve beden memleketi şeytanın hâkimiyeti altına girer. Böylece o beden memleketinde bulunan akıl ve rahmanî güçler yenilgiye uğramış olur. İnsan denilen bu varlık, dünya ve mülk âleminden yenik olarak ayrılmış olur. Diğer bir ifadeyle; insanın insanlığına dair neyi varsa, o özellikleri, tümüyle beden memleketini terk eder. Yerini, nefse ait tüm alçaklıklar işgal eder. Fakat şayet beden memleketinde bulunan o yedi ordunun başkomutanı olan vehim, akıl ve şeriatın kontrolünde olursa ve o yedi orduyu akıl ve şeriatın disiplini altına sokarsa, o takdirde insanın sahip olduğu beden memleketi, rahmanî ve aklanî bir memlekete dönüşüverir, bir defa şeytan mel'un tüm ordularıyla birlikte beden memleketini terk edip gider. Sonuçta memleket ilahî ve aklanî güçlerin kontrolündeki bir memleket oluverir.

 

İşte nefisle böylesine bir mücadeleye giren biri, Allah yolunda cihat edip öldürülen bir şehitten daha yüce bir makama sahiptir. Zira nefisle cihat edip onu yaratıcısının emir ve fermanı altına sokmak, beden memleketini şeytan güçlerinin ve ordularının pisliklerinden temizlemek, Allah yolunda kâfir ve müşriklerle savaşıp, onları İslamî beldelerden söküp atmaktan daha zordur... Bundan dolayıdır ki, Hz Peygamber (s.a.a) müşriklerle savaşmak üzere gönderdiği bir İslam ordusuna; savaşı zaferle sonuçlandırıp geri döndüklerinde şöyle buyurmuştur: "Merhaba küçük cihadı yerine getirip de (üzerinde) büyük cihadı baki kalanlara." Denildi ki:"Ya Resulallah! Büyük cihat da neyin nesi?" Resulullah (s.a.a) "Nefis ile cihat." buyurdu.(1)

 

 

Beden Memleketini Rahmanî Güçlere Teslim Etmenin Yolları

 

İnsan ruhunun tabipleri olan Arifler, beden memleketinin şeytanî güçlerin eline geçmesini önlemek ve Rahmanî güçlerin hâkimiyetini sağlamak için şöyle önerilerde bulunmuşlardır:

 

1- Tefekkür

Arifler, nefisle mücadelede ve Allah-u Teala'ya doğru hareketin gerçekleşmesinde en etkili yollardan birisinin hatta ilk şartının "tefekkür" olduğunu söylemişlerdir. Derinlemesine düşünmek anlamında olan "tefekkür", insan denilen bu varlığın Hak Teala'ya ulaşabilmesinin en önemli ilk makamıdır. Bu makama ulaşabilen her insan, her gece ve gündüz, az da olsa bir miktar kendisini bu dünyaya getiren, rahatlığı için her türlü vesileyi hazırlayan, kendisine salim bir beden veren ve her biri herkesin aklını hayrete düşürücü birçok faydaları haiz olunca kusursuz güçleri ihsan eden, bunca bol nimet ve rahmet sistemini genişleten bir taraftan da bunca peygamberler gönderen, kitaplar nazil eden kılavuzluk yapan ve davetlerde bulunan Yüce Yaratıcı karşısında ne gibi bir vazife ve sorumluluğu olduğunu düşünmesi ve derince bir tefekkürde bulunmasından ibarettir.

 

Aklı başında olan bir insan şöyle düşünmelidir: "Acaba bizler için var edilen bütün bu şeyler, tüm hayvanlarla ortak yönümüz olan bu şehvetin tatmini ve dünyevî hayat için mi öngörülmüştür? Yoksa işin içinde başka bir maksat mı var? Acaba keremli nebilerin, muazzam velilerin, büyük hikmet sahiplerinin ve milleti akıl ve şeriat kanunlarına davet eden, onları hayvanî şehvetler ve bu fani dünyadan sakındıran değerli âlimlerin insanlara bir düşmanlığı mı var? Yoksa onlar dünya zevklerine dalmış biz zavallı insanların doğru yaşama yolunu bizler kadar bilmiyorlar mı?" Şayet cevabınız hayırsa, o takdirde akıl sahibi bir insan biraz düşündüğünde, bütün bunlardan maksadın başka bir şey olduğunu hemen anlayıverir.

 

Bu yaratılıştan maksat, daha yüce ve büyük bir âlemdir. Maddî âlem asıl maksat değildir. Akıllı insan kendini düşünen insandır. Çaresizliğine acıyan insandır. Ve kendisine şu hitapta bulunabilen insandır: Ey uzun yıllar boyunca fani dünyanın aldatıcı zevkleri peşinde koşmakla ömrünü tüketen utanmaz nefis! Şimdiye kadar eline boş özlemden başka ne geçti? Biraz da ebedi hayat ve daimi saadete sebep olacak asli maksat yolunda yürü… Ey azgın nefis! Sonsuz saadeti, fani olan bir kaç günün aldatıcı lezzetiyle değiştirme. Geçmişte ve günümüzde yaşayan ve yaşamakta olan dünyaya dalanların halini düşün! Seni dünyaya doğru çağıran ve "Maddî hayatımızı temin etmek ilk ve tek gayemiz olmalıdır" diyen insanların hallerini göz önünde bulundur! Onları kendi aklında bir sorguya çek. Bak bakalım, kendileri bu durumdan razı mıdırlar? Yoksa girdikleri çıkmazlara başkalarını da mı sokmak istiyorlar?!

 

İşte, mücadele maksadıyla nefis ile yapılan bu tefekkür, insan için başka bir yolun açılmasına ve böylece de Rabbiyle irtibata geçebilmesi için başka bir üst makama yükselmesine ortam hazırlar.

 

2- Azim

 

Allah ile irtibata geçmek isteyen bir kulun, tefekkür makamından sonra varacağı ikinci makam "azim" menzilidir.

Azim, insanlığın cevheri olduğu gibi insanları birbirinden ayıran en büyük ölçüdür de. İnsanın derece farklılığı, işte bu azim derecelerinin farklılığından kaynaklanmaktadır.

 

Burada söz konusu edilen azimden maksat, günahları terk etmek üzere karar almak, farzları yerine getirmek ve hayattayken vaktinde yerine getiremediği namaz, oruç, humus ve zekât gibi mali ve bedensel ibadetlerini kaza etmekten ibarettir. Neticede azim, insanın kendi görünüm ve zahirini, aklî ve şer'î bir insan şekline sokabilmesidir ki, şeriat ve akılda zahire hükmederek bu şahsın bir insan olduğunu söyleyebilsin.

 

Şer'î insan, şeriatın istediği tarzda hareket eden, dış görünümünü Resulullah'ın (s.a.a) dış görünümü gibi kılan, tüm hareket ve davranışlarında, tüm eylem ve söylemlerinde, Peygamber'e (s.a.a) uyabilen şahıstır. Bu, herkes için kolay bir şeydir. Zira dış görünümümüzü Peygamber (s.a.a) gibi kılmak, Yüce Allahın tüm kulları için mümkün kıldığı bir şeydir. Herkesin buna ayak uydurması mümkündür.

 

Şurası bir gerçek ki bir insan, ilk etapta şeriatın zahiriyle işe başlamadığı müddetçe, ilahi marifet yolunda (Allah ile irtibat kurmada) bir tek adım olsun ileri gidemez. Şeriat adabıyla edeplenmediği müddetçe, güzel ahlaklardan hiç birisine hakkıyla sahip olamaz. İlahi marifet onun kalbinde tecelli etmediği gibi, batın ilmini ve şeriat sırlarını kendisine keşfetmediği gibi, batın ilminin ve şeriat sırlarının kendisine keşfolunması da mümkün olmaz. Öyleyse bazılarının "zahir terk edilirse, batın ilmi elde edilebilir" veya "batın ilmi elde edildikten sonra, artık zahiri edeplere riayete gerek yoktur" diye iddia etmeleri yanlış ve batıl bir şeydir. Böylesine bir iddia, sahibinin ibadet ve makamlarına ve insanlık derecelerine olan cehaletini gösterir.

 

Özetleyecek olursak azim, Allah ile irtibatını güçlendirmek isteyen bir insanın ciddi bir irade ve kararlılıkla, mücadeleci olmasını gerektirir. Allah'a sığınırım şayet bir insan bu dünyadan azimsiz olarak göçecek olursa, Ariflerin tabiriyle o, beyinsiz bir insan sayılır ve ahirette de insan şeklinde haşrolmaz! Zira ahiret âlemi keşif ve sırların zuhur etme mahallidir. Günah işlemeye cüret etmek ise insanı yavaş yavaş azimsizleştirir. Bu değerli cevheri insanın elinden çekip alır. Ariflerin tespitine göre ise azmin en büyük afeti, insanın tağanniyata (caiz olmayan müzik türü) kulak vermesidir.

 

3- Muşarete (şartlaşmak), Murakebe (dikkat etmek), Muhasebe (hesaba çekmek).

 

Allah ile irtibata geçmek isteyen bir kulun varacağı üçüncü makam muşarete, murakebe ve muhasebe makamıdır. Muşarete; insanın örmeğin her günün başlangıcında. "Bugün Allah-u Teala'ya karşı asla muhalefet etmeyeceğine" dair kendisiyle şartlaşması ve bu hususta ciddi bir karar alması demektir. Malumdur ki, insanın bir gün de olsa Allah-u Teala'ya muhalefet etmemesi, oldukça kolay bir şekilde uhdesinden gelebileceği bir iştir. İnsan azmeder ve kendisiyle şartlaşırsa, bunun ne kadar kolay bir şey olduğunu tecrübe etmiş olur. Şeytan, insanın gözünde bu işi büyütmeye çalışabilir. Fakat bu, şeytanın bir hilesidir. Şayet insan kalben gerçek bir şekilde şeytana lanet eder ve batıl hayalleri kalbinden sürüp dışarı atarsa, o zaman bu işin ne kadar kolay olduğunu kalben tasdik etmiş olur.

 

Ariflere göre insan, muşareteden sonran murakebe menziline girmelidir. Murakebe: İnsanın kendisiyle şartlanmasından sonra, şartlaştığı müddet boyunca amel etmeye dikkat etmesi ve kendisini bu hususta yükümlü bilmesinden ibarettir. İnsan böyle bir menzile ulaştıktan sonra, Allah korusun tekrar gönlünden Allah'ın emrinin hilafına olan bir işe bulaşma fikrini geçirmiş olursa, çok iyi bilmelidir ki, bu düşünce şeytandandır. Şeytan bu vesvesesiyle tekrar onu şartlaştığı şeyden saptırmak ister. Böyle bir takdirde insan ona derhal lanet etmeli ve şerrinden Allah'a sığınmalıdır. Tekrardan nefsine ve şeytana şöyle hitapta bulunmalıdır: "Ben bugün Allah-u Teala'nın emrinin hilafına davranmayacağıma dair kendimle şartlaştım. Velinimetim uzun yıllardır bana nimet vermiş, sıhhat, selamet ve emniyet bağışlamış ve ebediyete kadar kendisine hizmet edecek bile olsam şükrünün uhdesinden gelemeyeceğim merhametler ihsan etmiştir. Benim de böylesine cüzi bir şart hususunda ahde vefa göstermemem doğru değildir." Böyle yapıldığı takdirde ümit edilir ki Allah'ın izniyle şeytan terk edilsin, el çektirilsin ve böylece de beden memleketine Rahman ordular egemen olsun.

 

İnsan, o günkü muşaretesini akşama kadar murakebe ettikten sonra, yani kendisiyle şartlaştığını akşama kadar takip altında tuttuktan sonra, artık akşam muhasebe vaktidir. Muhasebe, kulun Allah ile şartlaştığı hususlara riayet edip etmediğine dair nefsini hesaba çekmesinden ibarettir. Eğer gerçek bir şekilde ahdine vefa etmişse, Rabbinin kendisini başarılı kılmasından dolayı O'na şükretmeli ve bir adım ilerlediğini anlamalı, ilahi kontrol altında olduğunu idrak etmelidir. Artık Allah-u Teala dünya ve ahiret işlerinin ilerlemesi için ona kılavuzluk edecek böylece yarın ki işi daha bir kolaylaşacaktır. İnsan artık bir müddet bu hal üzere kalmalıdır. Ümit edilir ki, bu eylem bundan sonra onun için bir meleke/huy halini alsın ve oldukça rahat ve kolay bir iş haline gelsin. İşte o zaman artık insan lezzet almaya başlar. Burası mükâfat ve ceza evi olmamakla birlikte yine de kul öyle bir lezzet alır ki, ilahi mükâfatlar o insanı adeta lezzetlere boğar.

 

Şurası çok iyi bilinmelidir ki, Allah-u Teala hiç bir zaman insana ağır sorumluluklar yüklememiştir. İnsanın altından çıkamayacağı ve güç yetiremeyeceği şeyleri ona yüklememiştir. Fakat şeytan ve orduları bu işi insanın gözünde oldukça büyütmekte ve zor bir şeymiş gibi göstermektedir. Allah korusun insan muhasebe esnasında kendisiyle şartlaştığı hususlarda bir gevşeklik ve zaaf gösterecek olursa, Allah-u Teala'dan özür dilemeli ve tekrardan yarın için şartlaştığı üzere amel edeceğine dair yeniden söz vermelidir. Bu hal üzere kalmalıdır ki, Allah-u Teala tevfik ve saadet kapılarını onun yüzüne açsın ve insanlığın doğru yoluna ulaştırmış olsun.

 

4- Tezekkür

Beden memleketini Rahmanî güçlere teslim etmek için başkomutan olan vehim gücünü Allah'ın ve Şeriatın hükümranlığı altına alan güçlerden bir değeri "tezekkür"dür. Bu makamda tezekkür, insanın daima Allah-u Teala'yı yâd etmesi ve kendisine merhamet buyurduğu nimetleri hatırlamasıdır.

 

Çok iyi bilinmektedir ki, insanın ihsan sahibi birine karşı saygı göstermesi, yaratılıştan gelen bir özelliktir. Kendi yaratılış kitabını iyice mütalaa eden herkes, orada insanın kendisine her hangi bir nimet ihsan eden kimseye karşı ihtiram ve saygı göstermesi gerektiğinin yazıldığını görür. Malumdur ki, ihsan edilen nimet ne kadar büyük olur ve ihsan sahibi kimsenin de bunda herhangi bir art niyeti olmazsa, fıtrat gereği böyle bir kimseye ihtiramın fazla olması gerektiğine hükmedilir. Mesela eğer bir doktor sizi körlükten kurtaracak olsa, fıtrat gereği hemen onsa saygı gösterirsiniz. Eğer sizi ölümden kurtaracak olsa, daha fazla saygı gösterirsiniz. Ama gel gör ki her şeyimiz kendisinden olan Yüce Yaratıcının bunca zahirî ve batınî nimetlerinin karşısında saygı göstermekten gafil kalmışızdır. Örneğin gece gündüz teneffüs ettiğimiz şu havayı düşünelim. Dünyadaki tüm yaratıkların hayatı bu havaya bağlıdır. Eğer bu hava 15 dakika kadar kısa bir süre olmayacak olsa, hiç bir canlı hayatta kalamaz. Bu (hava) o kadar büyük bir nimettir ki, bütün cin ve insanlar onun bir benzerini bizlere vermeye kalkışsalar, kuşkusuz ki acze düşerler.

 

Vücudumuzla ilgili göz, kulak, tatma, dokunma gibi bedenin sahip olduğu zahirî kuvvetler ve yine hayal, vehim ve sayısız faydaları bulunan duygular gibi bedene ait diğer batınî güçler; Bütün bu nimetleri Allah-u Teala bizler istemeden ve üzerimize hiç bir minnet de koymadan bizlere inayet etmiştir. Hiç bir itaat ve ibadetimize ihtiyacı yokken ve kendisi için bizlerin itaat ve isyanını da hiç mi hiç fark etmezken, yine de verdiği bunca nimetlerle yetinmemiş, bizlere enbiya ve peygamberler göndermiş, kitaplar nazil buyurmuş, mutluluk yuvası olan cennet ve mutsuzluk yuvası olan cehennem yolunu göstermiştir.

 

Dünya ve ahiret için ihtiyaç duyduğumuz şeylerin tümünü bizlere inayet etmiş ve yalnızca bizim yararımıza olan bir takım emir ve yasaklarda bulunmuştur. Detaylar şöyle dursun, genel olarak bile saymaktan tüm insanlığın aciz kaldığı bu nimetleri ve diğer binlerce nimeti zikrettikten sonra acaba sizin fıtrat ve vicdanınız böyle bir ikram sahibine ihtiram ve saygı göstermek gerektiğine hükmetmiyor mu? Acaba böyle bir velinimete ihanete bulunmanın akla göre hükmü nedir?

 

Büyük ve azamet sahibi şahıslara saygı gösterilmesi hadisesi de fıtrat kitaplarında sabit ve yazılı olan bir şeydir. Halkın, dünya ve servet ehli sultanlara ve büyük şahsiyetlere karşı duydukları saygı da onlar büyük ve yüce olarak nitelendirdikleri içindir. Acaba bütün kainatın sahibi olan yüce Allah'ın azamet ve büyüklüğünden daha üstün bir azamet düşünülebilir mi? Onun değersiz ve en alçak yaratığı olan şu dünya bile en küçük bir âlem ve en dar bir alan olmasına rağmen şimdiye kadar hiç bir mevcudun aklı ona ermemiş, hakikatine ulaşamamıştır. Diğer güneş sistemlerinden daha küçük ve öbür güneşlere nispeten hissedilir bir değere sahip olmayan şu bizim güneş sistemi karşısında bile dünyanın en büyük kâşifleri hiç bir şey söyleyememiş ve şimdiye kadar da hakikati konusunda yeterli bir bilgi edinememişlerdir. Acaba bir tek işaretle bütün bu âlemleri ve diğer binlerce gayb âlemlerini yaratan azim ve azamet sahibi bir kudrete saygı göstermek akıl ve fıtrat nazarında gerekli ve lüzumlu bir şey değil midir?

 

Hatta insanın huzurunda hazır bulunan bir kimseye saygı göstermek de fıtrat kitabında yer alan bir husustur. Örneğin insan birisinin gıyabında kötü laflar etse de huzurunda kendisine fıtrat gereği ihtiram göstermekte ve karşısında susmaktadır. Malumdur ki Allah Tebarek ve Teala her yerde hazır ve nazırdır ve tüm varlıklar âlemi onun gözetimi altında sevk ve idare olmaktadır. O halde, bizim gibi bir kulun karşısında ona ihtiram gösteren bizler, böyle azametli ve büyük bir zatın her yerde hazır ve nazır olduğuna inanmamıza rağmen, bizzat kendisinin bizlere ihsan etmiş olduğu nimetler olan şu sahip olduğumuz organ ve güçler ile ona karşı günah işlemekten daha büyük bir zulüm ve suç düşünülebilir mi? Acaba zerre kadar hayâmız olsa, onun huzurunda suç işlerken eriyip yok olmamız gerekmez mi?

 

Öyleyse yüce yaratıcının azametini hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız. Onun nimet ve merhametini her zaman ve mekânda anlamalıyız. O'nun her zaman gözetimi altında tutulduğumuzu akıldan çıkarmamalıyız. O'na karşı günah işlemeyi ve isyankârlığı terk etmeliyiz. Bu büyük savaşta nefse galip gelmeliyiz. Kendi beden memleketimizi Rahmanî ve Hakkanî bir memleket kılmalıyız. Kendi memleketimiz olan bedenimizi, şeytanî orduların değil, Rahmanî orduların karargâhı haline getirmeliyiz.

 

Sözün sonunda şunu da hatırlatalım ki, insan hiç bir zaman kendi kendine ümit bağlamamalıdır. Zira Yüce Allah'tan başka hiç kimsenin elinden bir şey gelmez. Tam tersine ağlayıp yakararak bizzat Allah-u Teala'dan bu mücadelede (nefsi ıslah etmede) bizi başarıya ulaştırmasını dilemeliyiz. Böylece nefsimize galip gelmiş oluruz inşaallah.

 

Allah’ım! Muhammed ve tertemiz Ehlibeyti (Allah’ın selamı hepsinin üzerine olsun) aşkına gönül aynamıza ihlâs nuruyla aydınlık bağışla. Gönül levhasından şirk ve eş koşma pasını gider. Bu dalalet ve hayret çölünün çaresizlerine, mutluluk ve kurtuluşun ana yolunu göster. Bizleri yüce ahlak ile ahlaklandır. Dergâhının velilerine mahsus kıldığın o has tecelli ve esintilerini bizlere de nasip et. Cehalet ve şeytan ordusunu kalpler memleketinden dışarı çıkar ve onların yerine ilim, hikmet ve rahman ordularını yerleştir. Bizleri bu dünyadan kendinin ve dergâhına has kullarının sevgisiyle al. Ölüm anında ve ondan sonra bizlere rahmetinle davran. İşlerimizin sonunu saadetle eş kıl! Âmin, Ya Rabbelâlemin…

Yeni Makale ve Video öğeleri

Yeni Kitaplar