Abdullah TURAN
Alemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resulü (s.a.a): "Ben yüce ahlâkları tamamlayarak kamil kılmak için gönderildim." diye buyurmuştur.
Allah Resulünün bu veciz buyruğu, yüce ahlâkın her şeyin başı olduğunu ne güzel de ifade etmiştir. Gerçekten de bir insanın ahlâki yaşamı düzene girmemişse, çirkinliklerden arınmamışsa, ne onun dünya yaşamı ve işleri bir düzene girer, ne de ahiret yaşamı; hatta ahlâkı güzel temeller üzerine oturtmadan, fazla hayır amel yapmanın bir yarar sağlayabileceğini sanmak da hatadır. Aksine, bala katılan sirke onu bozarak yok ettiği gibi, kötü huy da aynen öyle hayır ameli bozup yok eder. Sonu bozukluk olan bir işin de ne gibi bir yararı olabilir ki?
Ahlâkı ıslah etmeden ilim sâhibi olmanın da bir yarar sağlayacağını sanmayınız. Kesinlikle güzel ahlakla süslenmeyen bir ilimden fayda gelmez. Bakınız, Ehl-i Beyt İmamları (a.s) şöyle buyurmuşlardır: "Böbürlenen, kibirli âlimlerden olmayınız. Zira bâtıl yönünüz, hak yönünüzü de yok edip götürür."
Kötü ahlâk sâhibinin; baba-annesiyle, çocuklarıyla, eşiyle, dostlarıyla, komşusuyla, hocası ve öğrencileriyle olan ilişkilerinden mutluluk duyabileceğini ve huzur içinde olacağını da sanmayınız. Aksine, sahip olduğu kötü huy neticesinde kemâl ehli insanlar ondan nefret ederek etrafından uzaklaşırlar. Böylece o insan bireyleri arasında bölünmüş olan yüce kemâllerden de yoksun kalır.
Ehl-i Beyt'in (a.s) gidişatına dikkat edip, onlardan nakledilen davranış ve sözleri inceleyen bir kimse, bu yüce zatların, yüce ahlâklarıyla halkı hidayet edip dine yönelttiklerini görür. Takipçilerine de aynı yöntemi emretmiş ve buyurmuşlardır ki: "Dilinizle değil, davranışınızla (hakka) davet edenlerden olunuz." Yâni; yüce ahlâkınız ve güzel amellerinizle, diğerlerine örnek olunuz, temeli olmayan içi boş iddialarınızla değil.
Demek ki, güzel ahlâk olmadan ne dünya işleri bir düzene girebilir ne de ahiret işleri. Görmüyor musun, bütün varlık âlemine rahmet olarak gönderilen Allah Resulü, güzel ahlakı kemale ulaştırmayı, ilahi risalete seçilişinin başlıca hedefi olarak ilan etmiştir. Buradan ahlâkı güzelleştirmenin bütün farzlardan önde geldiği ortaya çıkmaktadır. Öyle ki, her hayrın anahtarı, her güzelliğin kaynağı, her yararın temeli ve başlangıcı da güzel ahlâktır. Kâfirlerin bile sahip oldukları güzel ahlâk neticesinde büyük hayırlar elde ettiklerini bildiren hadisler vardır! Örneğin, Resulullah'ın (s.a.a) elinde esir olan cömert bir müşrik hakkında, vahiy meleği Cebrail nazil olarak onun cömert biri olduğunu dolayısıyla da öldürülmemesi gerektiğini Allah Resulüne bildirdiğini görmekteyiz. Bu ise bahsi geçen şahsı dünyada ölümden kurtardığı gibi, iman etmesine vesile olarak ahirette de cennete nail olmasına yol açıyor.
Güzel ahlâk hususunda herkesin tasdik ettiği bu önbilgileri kavradıktan sonra bilmeliyiz ki, Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s) ahlâk konusunda bir takım ilke ve kanunları vardır ki, bu ilke ve kanunları bilmek, güzel ahlâk edinmeyi kolaylaştırır, bir zorlukla karşılaşmadan ona erişmeyi sağlar. "Hak Teâla'nın bize zorluk değil, kolaylık istediğini ve dinde bize bir zorluk çıkarmadığını" bildiren Kur’an ayetlerinden de anlaşıldığı üzere; Resulullah (s.a.a), şeriatın en kolayını bize getirdiği gibi, tarikatta da yüzümüze kolaylık kapılarını açmış; zorluk kapılarını ise kapatmıştır. O hâlde "Bu iş zordur, nefisle cihat edip ağır riyazetlere katlanmak gerekir; böyle zorluklara katlanabilir miyiz?" gibi bahanelerle, Şeytan bizi ahlâk ilminden nasibimizi almaktan alıkoymasın. Bu arada birçok zor riyazet sâhibi ve nefsiyle cihat edenler de vardır ki, Ehl-i Beyt'in ahlâki yönteminden haberdar olmadıklarından, onca çabalarına rağmen bir takım düşük dünyevi hedef ve makamlardan gayri bir şeye ulaşmamışlar ve ulaşamazlar da.
Hakikat şudur ki, Allah Teâla yüce hikmeti ve güzel yaratışı gereği, kullarını imtihana tabi tutarak onlardan büyük değerleri kazanmalarını istemiş, bunların anahtarını ise küçük amellerde gizlemiştir. Dolayısıyla bu amelleri küçük sayıp da, gevşeklik gösteren kimseler, istenilen amaca ulaşmaktan geri kalmakla birlikte, hedeften saparak bir takım çirkefliliklere de bulaştıklarından büyük acılara düşerler. Bu küçük vasıtalara sarılan kimseler ise, zorlanmadan o büyük amaçlara ulaşarak, eşi benzeri bulunmayan saadete kavuşurlar.
Bu açık hikmetler üzerinde biraz tefekkür edip de düşündüğümüz zaman; Hak Teâla'nın yaratıklarına nasıl da cömertçe açık deliller ve sayısız nimetler ikram ettiğine şahit olmaktayız. Yüce Allah’ın ne de büyük kerem ve lütuf sahibi olduğunu anlamaktayız ki, böylesi küçük amellerle insanları o yüce makamlara ulaştırmak istemektedir! Buna karşılık; bir de insanların ne kadar da nankör olduklarına ve ne de kendilerini ucuza satarak, nasıl da ebediyen kalıcı olacak acı azaba atıldıklarına bir bak. Oysa, bazı küçük amelleri yapmak onları kurtarabilirdi. Bu hikmeti, Ehl-i Beyt'ten nakledilen "Rızkın azını azımsayan, çoğundan da mahrum kalır." hadisinden anlıyoruz. Bütün belalar ve musibetlerin başlangıcı, küçüğü küçümsemek ve azı azımsamaktır. Buna karşılık hadisten de anlaşıldığı gibi, rızkın azını azımsamayan, çoğundan da mahrum olmaz. Sonra, eğer bu manayı iyice düşünecek olursak, konuyu açığa kavuşturan diğer misalleri de bulabiliriz. Şüphesiz; sayısız Ehl-i Beyt hadisleri de buna şahittir. Örneğin; Ehl-i Beyt İmamları buyurmuşlardır ki: "Günahların küçüğünden korkunuz." Hakeza şöyle buyurmuşlardır: "Hiçbir itaati küçümsemeyin, belki Allah'ın rızası onda olur; ve hiçbir günahı küçümsemeyin, belki Allah'ın gazabı onda olur." Bu vb. birçok hadisler hidayet talibi olanlara, şeriat-ı Muhammedi'nin, Allah Teâla'nın izniyle en yüce ve sevilen amaçlara ulaştıran küçük ve kolay hükümler üzerine kurulmuş olduğunu açıklamakta yeterlidir sanıyoruz. Hak Teâla’nın bir hadis-i kutside: "Bana bir karış yaklaşana, ben bir adım yaklaşırım." diye buyurması da konuyu daha bir açıklığa kavuşturmaktadır. Hak Teâla, kendisine yaklaşana, yaklaştığına ve sırt çevirene çağrıda bulunduğuna göre; O'na yönelip kapısını çalana nasıl davranır? Bu hususta Hz. İmam Zeyn-ul Abidin'in (a.s) Seher duasındaki: "Sana kavuşmak için hareket eden kimsenin yolu kısa mesafelidir. İnsanların dünyevi arzuları (ya da "kötü amelleri") engel olmazsa, sen onlara gizli kalmazsın" pasajı pek anlamlıdır.
Kısacası, insanlardan istenilen, yüce ilâhi ahlâklarla süslenmektir. Bu ahlâklar, taşıdıkları değer sebebiyle Allah'a isnat edilerek ilâhi ahlâk diye anılmaktadır. Bu yüzdendir ki; Ehl-i Beyt'ten gelen hadislerde "Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanın." diye buyrulduğunu görmekteyiz.
Bu ahlâk; Hz. Muhammed’in, onun pâk Ehl-i Beyti’nin (Allah'ın salat ve selâmı onlara olsun) ve onlara uyanların ahlâkıdır.
Ey Allah'a yönelmek isteyen ve böyle bir yüce makama ulaşmayı arzulayan kardeş, Ehl-i Beyt'ten ulaşan nurlu gerçekleri sana sunmak isteyen ve senin hayrını dileyen birisi olarak bu kardeşinin şu sözümü dinle:
Bu yüce ahlâkı edinmenin yolu, sürekli istikamet göstermek, ifrat ve tefritten kaçınmaktır. O hâlde; elinden geldiği kadarıyla itaat etmek ve Allah'ın sevmediği kötü amellerden kaçınmakla, Allah Teâla'ya yakın olmaya çalış! Küçük veya büyük hiçbir şeyde müsamaha etmeyip, işini ciddiyet temeli üzerine kur. Her ne kadar senin nazarında küçük bile olsa, hayır bildiğin ve hayır olduğu malum olan her işi yapmayı kendine amaç edin! Bunun aksine her ne kadar senin nazarında küçük bile olsa, kötü bildiğin her şeyi de terk edip, ondan kaçınmayı kendine bir vazife bil. Küçük olsun, büyük olsun, işlerinde asla gevşeklik ve müsamahaya yer verme! Aksine her zaman işini itina ve dikkat temeli üzerine kur. Asla çok amel yaparak işlerindeki ciddiyet ve sağlamlığı kenara atma! İstenildiği şekilde yapılan bir hayır amel, binlerce hayır amelin sonucunu verebilir; dikkatsizlikle yapılan binlerce hayır amel ise, gerektiği şekilde dikkatle yapılan tek bir amelin bile sonucunu veremez. Hatta; hikmet ve marifet sâhiplerinin yanında bunlar, asla birbiriyle mukayese bile edilemez.
Maksadım, küçük bir hatanın bile vuku bulması değildir; ki bunun zorluğunu düşünerek kendi kendinize: "Ben bu hâlimle böyle ağır bir sorumluluğa nasıl katlanırım?" diyesiniz. Maksadım, işinizi gevşeklik ve müsamahaya terk etmemeniz, müsamaha ve gevşeklik yüzünden en küçük bir hataya bile müsaade etmemenizdir. Ama eğer, hava ve hevesin galebesi veya şeytanın ve nefsin aldatması sonucu bir hata yaparsanız, bu ayrı bir şeydir. Mâsum olmayan insanlarda bu olabilir.
Başka bir tabirle, maksadımız şeriatın cüz'i sayılan işlerine bile önem verip, nefsinizi müsamaha göstermemeye alıştırmanızdır. Bu, yüce makamlara ulaşmaya yol açar. Allah Teâla kendi izniyle bunu, o yüce makamlara ait hazinelerin anahtarı kılmıştır. Allah'ın hazinelerinin anahtarını alan ise, gani olup büyük saadete ulaşır.
Ahlâk İlmi Öğrenmenin Önemi Ve Yararları
Nefsine karşı savaşan ve kalplerini kötülüklerden arındırmaya çalışan bazı takvalı kardeşler, ahlâk ilmini öğrenmeye çalışmanın gerekliliği hususunda yanılgıya düşmüşlerdir. Şeytan, onların Hz. Muhammed’in (s.a.a) en büyük cihat olarak nitelediği nefse karşı cihat etmeye koyulduklarını görünce, kalplerine büyük bir şüpheyi sokarak onları aldatmak istemiştir. Şöyle ki bu kardeşler; «Madam ki, biz nefsimize karşı koyamıyorsak ve bildiklerimizle amel etmeyerek yanlış hareketlere başvuruyorsak, bu halimizle ahlâk ilminin temel unsuru olan nasihatleri dinlemenin, bu gibi şeylerden haberdar olmanın ve bu konularda gerçeği aramamızın ne gereği var? Çünkü bunun hâlimize bir faydası olmadığı gibi zararı da vardır. Bu konuda her ne kadar bilgimiz fazla olursa, günahımız ve suçumuz da bir o kadar artar; ilimden sonra gaflet göstermemiz suçumuzu daha da ağırlaştırır. Çünkü; âlimin günahı, câhilin günahıyla eşit değildir. O hâlde insanın bilgisi ne kadar az olursa, o kadar az sorguya çekilir ve de mazeretli görülür!!» gibi sözlerle kendilerini avutuyorlar.
Oysa bu sözler, lanetli Şeytan’ın hile ve tuzağından başka bir şey değildir. Kanıtı da şu hadis-i kutsidir ki buyuruyor:
"Öğrenip de sonra amel etmemekten korkuyoruz, demeyiniz; öğreniyoruz sonra da amel etmek ümidimiz vardır, deyiniz. Ben size her ne verdimse, amacım, onlarla size rahmet etmektir."
Bu ilâhi hitap, bahsi geçen şüpheyi kökünden kesip atmak için yeterlidir. İlaveten ahlâk ilminin ilim ve amelde ne kadar gerekli ve yararlı olduğunun bilinmesi için konuyla ilgili şu açıklamaya da dikkat edelim.
Şurası açıktır ki, amelsiz ilmin bir faydası olmadığı gibi, ilimsiz amelin de bir faydası yoktur. Bizler, bunların her ikisini de kazanmakla görevliyiz. Bunlar bir araya geldiklerinde ürün veren çiftler gibidirler. Hiçbirisi tek başına ürün vermek imkanına sahip değildir.
Öyleyse, kim halka karşı böbürlenmek, ilmin güzellikleri ve halk arasındaki yüce değeriyle kendi çirkin ahlâk ve amellerini örtmek için ilim öğrenirse, şüphe yok ki, böyle bir adam Şeytan’ın arkadaşı olur ve ilmi de onun için bir vebale dönüşür. Hatta cehennem ehli bu gibi âlimlerin azabından eziyet çekerler.
«Şüphesiz onlar kendi yükleriyle birlikte diğerlerinin de yüklerini (günahlarını) yüklenen kimselerdendir.»[1] Gerçekte onlar insan suretinde olan birer şeytandırlar. Böyle olmaktan Allah’a sığınırız.
Yine kim ilmi, bir âdet olarak alır, riya ve gösteriş için öğrenirse, bu da önceki gruba dahil olup, yükü kitap olan bir merkepten farkı olmaz. Gerçi bunun kullara olan zararı öncekine oranla daha azdır.
Akıllı ve bilinçli olup, ilimden kendi salahını ve her iki dünyanın saadetini isteyen kimse ise, Allah’a yönelip, O’nun katında olan şeylere rağbet eder.
Ahlâk ilmindeki hitaplar da böyle bir kimseye yönelik olup, istenilen doğrultuda onu terbiye eder ve ilerlemesini sağlar. Böyle bir kimse bilmelidir ki, ona ilimden bir kapı açıldığında amel etmesi kolaylaşacak, neşe ve rağbetini de çoğaltacaktır. Öğrendiği ilimle amel ettiğinde de bu, ona bilmediği yeni bilgilerin verilmesine sebep olacaktır. Nitekim Ehl-i Beyt İmamları da (Allah’ın selâmı onlara olsun) bu hususa işaret ederek şöyle buyurmuşlardır:
«Kim bildiği ilimle amel ederse, bilmediği şeyin ilmi de ona verilir.»
Yâni insanın ameli gerçekte, onun için bir nevi tâlim olur. Zira amel, ilmin çoğalmasına sebep olmakta ve ilim doğurmaktadır. Böylece ilmin fazileti ve methi için gelen hadisler, ilim öğrenmeyi de içine alır. İşte burada, amele sebep olan ilim ve ilimden kaynaklanan amel sebebiyle insan gerçek saadete ulaşır. Çünkü saadet, ilim ve amelin bir arada olmalarının ürünüdür. Ancak, bu ikisinden, Allah katında en faziletli olanı ilimdir. Evliya arasındaki dereceler bununla belirlenir. Hz. Ali (a.s) buyurmuştur ki:
«Birazcık marifet (ilim), amelin çoğundan daha hayırlıdır. İlim ile amel, aynen niyetle amele veya ruhla bedene benzer; ki üstünlük niyet ve ruhundur.»
İnsan Ebedi Saadet İçin Yaratılmıştır
İnsan, ebedi ve sonsuz olan ahiret yaşantısı için yaratılmıştır. Allah Teala, dünyayı ahiret için bir tarla kılmış ve bu dünyada yapılan iyi amellere karşılık olarak, ahiret mükafatını hazırlamıştır. Kulların bu saadete layık olmaları da, ancak, amelleri vesilesiyle olur. Diğer taraftan insan, bu kısa ömrünün tamamını Allah'a ibadet ve itaatle geçirse bile, yine de ahiretteki ilâhi mükafatın karşısında çok eksik kalır ve onunla mukayese edilemez. Bundan dolayı Allah Teala, kendi ilâhi merhameti gereği, bağış kapılarını açıp ebedi mükafata ulaşmayı, insanlara aşağıda açıklanacağı üzere mümkün mertebede kolaylaştırmıştır. Gerçekte Allah'ın bütün nimetleri, insanlara bir lütuftur. Örneğin; Allah Teala'nın insanlara olan lütuflarından biri, onların ömür ve yaşantılarının sona ermesiyle amel defterlerinin kapanmamasıdır. Yâni insanların ameli, dünyanın ömrüne eşittir; yeryüzünde tek bir amel eden kişi var oldukça, insanın ameli devam edebilir. Zira Allah Teala, halkı hayra ve doğruya götürecek bir sünnet (adet, gelenek, kanun, kuruluş vs.) koyan kimseye o sünneti koymasının sevabının yanı sıra, kıyamete kadar onunla amel edenlerin sevabı miktarınca sevap vereceğini de vaat etmiştir. Nitekim, halkı yanlış ve sapıklığa götüren bir gidişat koyan kimseye de, bu işinin günahına ilaveten, kıyamete kadar onunla amel edenlerin günahı miktarınca da günah yazılacağını söylemiştir. Aynı şekilde, çocukların var olmasında etkili nedenlerden oldukları için, anne ve babayı çocuklarının yaptıkları hayırlı amellere de ortak etmiştir. Bu da kıyamete kadar devam edecek olan bir zincirdir. Yine amellere karşılık sevap verdiği gibi, bu ameller nedeniyle de bazı melekler yaratır ki, kıyamete kadar Allah'a ibadet ederler ve bunların ibadetlerinin sevabı, o amelin sâhibine yazılır. Ayrıca, insanlara olan büyük lütfün nişanesi olarak, bir gecenin ibadetini, bin ayın ibadetine denk saymış ve hatta; ondan daha üstün olduğunu bildirerek buyurmuştur ki: "Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır."
Bir kısım rivayetlerde yer aldığı üzere; bir saat tefekkür etmek, altmış sene ibadet etmekten daha üstün kılınmıştır. Hz. Ali (a.s) da, bir gece uyanık kalmanın sevabını, yedi yüz sene ibadet etmenin sevabına eşit tutmuştur. Böylece, mümin bir kimsenin ihtiyacını gidermenin karşılığı olarak; gündüzleri oruçla geçirilen bin yılın ve geceleri ibadetle geçirilen dokuz bin yılın sevabı vaat edilmiştir. Ayrıca her aydan üç gün oruç tutmağa karşılık, bütün asırlar boyunca oruç tutmanın sevabı vaat edilmiştir.
Bütün bunlar Allah Teala'nın, mümin kullarına olan lütuf ve sevgisini gösterir. Onlara, dünyanın sonuna kadar ibadet etme imkanını vermesi, kendi kerem ve bahşişiyle bu değerli makama layık olma şevkini onlarda yarattığı içindir. Öte yandan, bütün bunlar Hak Teala'nın, kullarının kulluk ve itaat makamına ehil olmalarını istemesi karşısında yeterli olmadığından dolayı, Allah Teala nimetini tamamlamak amacıyla, amelden daha hayırlı olan niyete göre karşılık verme kapısını da kullarına açmıştır. Allah Teala, müminlerin niyetlerine karşılık olarak da, cennette ebedi kalmayı onlara bağışlamıştır. Çünkü müminler dünyada ebedi kalacak olsalardı, ebedi olarak Allah'a ibadet ve itaat edeceklerdi. Böylece, kâfirlerin niyetlerine karşılık olarak da, onların azapta ebedi kalmalarına karar vermiştir. Çünkü, kâfirler dünyada ebedi kalacak olsalardı, daima Allah'a karşı isyan edeceklerdi.
Öyleyse, ey hidayet isteyen kardeş, şunu bil ki, amellerin sen öldükten sonra da devam edecektir; sen onu zahirde kesilmiş olarak görsen de gerçekte o kesilmemiştir. Bazı hadislerde şöyle buyrulmaktadır:
"Ölümüyle günahları da ölen (kesilen) kimse ne mutludur."
Bunun manası şudur ki; eğer bir kimsenin herhangi bir yanlış hareketi olur, fakat ölümden sonra ona uyulmaz ve onunla amel edilmezse, bu onun saadetindendir. Ama ona uyularak bu yanlış yola devam edilirse, kıyamet gününe kadar, o vesileyle yapılan günahların vebali o şahsa da ulaşacaktır. Bundan Allah'a sığınırım. Meğer ki, Allah Teala o günahı yok edip gidermekle bir lütufta bulunmuş olsun. Öyleyse ciddi bir şekilde titizlikle günahtan kaçının. Çünkü günah, nesilden nesle olumsuz etkilerini bırakır. Allah'a itaat etmeğe yönelin. Zira Allah için olan amel, büyüyüp gelişerek, insan öldükten sonra da kıyamete kadar nesilden nesle tesir etmektedir. Öyleyse uyan ve basiretli olmaya çalış.
Allah'a Giden Bazı Yolların Açıklanması
Allah'a giden yollar, mahlukların nefesleri sayısıncadır. Her şahıs için, bütün mahlukların nefesleri sayısı kadar Allah'a giden yol vardır. Günah bataklığına saplanmış insana ise kudretiyle her şeyi kaplayan Allah'ın rahmeti sıkıcı gelir ve bu durum rahmet kapılarının üzerine kapanmasına sebep olur. Allah'ın rahmetine karşı daima ümitli ve iyi niyetli olunması, insanı olgunluk derecesine en kısa yoldan ulaştırır. Allah Teala, mümin kulunun niyetine göre takdir eder. Niyet hayır olursa, ilâhi irade ve takdir hayra vardırır, aksi durumda insanın şerre varması önlenemez.
İnsan, nefsin ve şeytanın ortaklaşa aldatması sonucu, âlemlerin Rabb'ine karşı kendisini kötü zanlı olmaya alıştırır. Yaratılışın hikmet ve felsefesi doğrultusunda imtihan gereği küçük bir olayla karşılaştığında sıkıntıya düşme korkusuyla ümitsizliğe kapılır, şeytana ve nefsine yenik düşerek suizanda bulunmaya başlar, kötümser olur. Bu suizan ve kötümserlik de kaçmak istediği belaya tutulmasına sebep olur. Allah'a karşı kötü zanlı olmaktan, yine O'nun rahmetine sığınırız.
Allah-u Tebareke ve Teala affetmediği takdirde, insanın bu suizannı ve kötümserliği, Rabb'inin karşısında gereği gibi muamele görmesine sebep olur.
Belki de bu yüzdendi ki, Resul-i Ekrem (s.a.a), olayları hayra yorar, kötü yorumlardan ise hoşlanmazdı. Resul-i Ekrem (s.a.a), Ravzat-ül Kafi'de yer alan bir hadiste şöyle buyurur:
"Bir şeyi uğursuz sanmak, insanın nazarına, görüşüne bağlıdır. Eğer hafif görürse hafif olur, ağır görürse ağır olur. Hiçbir şey görmezse, hiçbir şey olmaz."
O hâlde Resulullah'ın (s.a.a) sünnetine uymaya çalışan bir mümin, nefsini Rabb'ine karşı hüsn-ü zanlı olmaya alıştırmalı ve az bir amelin karşılığında fazlasını beklemelidir. Zira kulun Hak Teala hakkındaki hayır beklentisi, her ne kadar fazla olursa olsun, mutlaka Allah'ın lütfü, keremi, onun üstündedir. İnsanın beklentisinin sonu vardır; ama O'nun kereminin sonu yoktur. Hak Teala da ihsanının kulun hüsn-ü zannı karşılığında olduğunu haber vermiştir. Bunun içindir ki, Hz. Ali (a.s)’ın dua ederken Hak Teala’ya "Sana hüsn-ü zannı olanın zannını doğrula." şeklinde yakardığını görmekteyiz.
Bu hususta şu kadarı yeter ki, Hak Teala kullarından hüsn-ü zan besleyenlerin zanlarını doğrulayıp gerçekleştirmelerini istemektedir. Bu durumda Hak Teala'nın kendisi buna daha evladır. Hatta hadislerde Hak Teala’nın bir şahsın herhangi bir şeye hüsn-ü zannı olduğunda, onu doğrulayıp, işi onun güzel zannı doğrultusunda takdir buyurduğu yer almaktadır. Bu durumda bütün hayırların Allah'tan olduğunu bilip, hüsn-ü niyetle hareket edersek, bu güzel zanlarımızın, Allah Teala'dan doğrulanmış olarak bizlere iade edildiğini görürüz.
Sahih olan hadislerde duyurulduğuna göre, eğer birisinin bir taşa bile hayır zannı olursa, Allah-u Teala o taşta hayır yaratır. Ravi, İmam'dan; "Taştan da mı?" diye sorunca, İmam; "Hacer-ül Esved'i görmüyor musunuz?" diye cevap vermiştir. Bu hadisten de Hak Teala'nın, müminlerin birbirleri hakkında olan iyi niyetlerini doğrulayıp gerçekleştirdiğini anlıyoruz.
Allah Teala'nın müminlerin, ölen birisi hakkında ondan hayırdan başka bir şey bilmediklerine dair verdikleri şahâdetlerini doğrulaması, hüsn-ü zannın önemini ortaya koyar. Hüsn-ü zannın, gereğinden başka bir şey söylememenin, insan için ne denli etkili olduğuna güzel bir örnektir bu. Hak Teala bu şahâdeti geçerli kılar. Hadise göre, hakkında hüsn-ü zan olan ölü konusunda önemli bir engel olmadığı takdirde, Allah Teala, hüsn-ü zannın gereğini, hem hüsn-ü zan sâhibi ve hem de hakkında hüsnü zanda bulunulan şahıs hakkında gerçekleştirir. Ama hakkında hüsn-ü zan olan şahısta bir engel söz konusu olursa, onu yalnızca hüsn-ü zan sâhibi hakkında gerçekleştirir. Aynı şekilde eğer birisi, diğer birisine, onu hayır ehlinden zannettiği için saygı gösterirse, Allah Teala'nın, gerçekte ikram edilen şahsın cehennem ehli olduğunu bilmesine rağmen, hüsn-ü zanda bulunan şahsı, cennete götüreceği hadislerde geçmektedir.
Kısacası, mümin kardeşi hakkında ona emredilen hüsn-ü zan vazifesini yerine getirirse bunun sevabı hem mümin kardeşine, hem de hüsn-ü zanda bulunana yetişir. Allah Teala'nın rahmetiyle, onun zannı doğrulanır, zannı gereğince iş yürür, ya da zannı yalnızca kendisi hakkında gerçekleşir. Zannedilen hakkında gerçekleşmemesi ise, zannedene bir zarar getirmez.
Müminlere karşı hüsn-ü zan taşımak büyük bir rahmet kapısıdır. Belki de cemaat namazının büyük sevabı olduğuna dair hadisler de bu yüzdendir. Zira müminler cemaat imamına olan hüsn-ü zanları gereğince onun namazının kabul olduğunu zanneder ve onu kendileriyle Allah Teala arasında vasıta kabul ederler. Allah Teala da, bu hüsn-ü zan sebebiyle hepsinin namazını kabul eder. Bu gibi örnekler çoktur. Bereket vesilesi sayarak müminin artığından içmek de bu yüzdendir. Zemzem suyundan alınan fayda da ondan umulana göredir. Büyüklerden birçoğu dünyevi veya uhrevi maksatlar için Zemzem suyundan içerek muratlarına erişmişlerdir.
Bazı dualarda istenmesi gereken en iyi rızk, kesin iman ve Allah'a hüsn-ü zan olarak belirlenmiştir. Hatta bazı hadisler konunun önemini vurgulamak için, Allah Teala'nın, yersiz hüsn-ü zan iddiasını bile doğruladığını haber veriyor. İmam Sadık'tan (a.s) ulaşan bir hadiste şöyle buyruluyor:
"Kıyamet günü, bir kulun cehenneme götürülmesi emredildiğinde, o kul dönüp geri bakar. Allah Teala, "Kulumu geri çevirin" der. Geri getirilince Allah Teala ona; "Neden dönüp geri baktın" diye buyurur. O şöyle der: "Rabb'im, sana olan zannım bu değildi." O zaman Allah Teala, "Zannın ne idi?" diye sorar. O ise; "Rabb'im, sana olan zannım, beni affedip kendi rahmetinle bana cennette yer vermendi." der. O zaman Allah Teala şöyle buyurur: "Ey meleklerim, kendi izzetime, büyüklüğüme ve yüceliğime ant olsun ki, bu kulum bir saat bile bana hüsn-ü zanda bulunmamıştır. Eğer, bir saat bile bana hüsn-ü zanda bulunsaydı, onu ateşle korkutmazdım. Fakat yine onun bu yalanını doğrulayıp onu cennete götürün."
İşte bu ve benzeri ilâhi mükafat ve rahmetleri açıklayan diğer hadislere dikkat ettiğimizde, kalbimizdeki ilâhi mükafatlara olan arzuların da Allah'a olan hüsn-ü zandan sayılması yönü güçleniyor. Çünkü bu arzular eğer; gerçek hüsn-ü zan olmasa da en azından buna aday olan niyetlerdir. Allah Teala kendi keremiyle bunları da gerçek hüsn-ü zanlar gibi doğrulayıp gerçekleştirir. Allah Teala'nın her iki dünyada da hükmü birdir. "Rahman (Allah)'ın yaratışında bir farklılık göremezsin."
Fakat hüsn-ü zan taşımak, hüsn-ü zannı bahane ederek işi bırakıp rahata dalmak anlamında değildir. Aksine, bu şeytanın hilelerinden birisidir. Allah Teala, Muhammed (s.a.a) ve pâk Ehl-i Beyt'i hürmetine bizi ve bütün müminleri şeytanın şerrinden korusun. Tam aksine hüsn-ü zan, Allah katında olana, bütün bir vücutla yönelip, O'nun bahşişlerine daha bir rağbetle bağlanmayı gerektirir. Zira, ilâhi mükafatlarla tanışıp ondan yararlananlar, buna daha istekli olur, buna ulaşma yönünde zorlukların kolaylaştığını görürler. Ne istediğini ve istediğinin değerini bilen birisi için karşılığında verdiği şey az gelir.
Hz. İmam Rıza'dan (a.s) gelen bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: " Allah Teala, Hz. Davud'a (a.s) şöyle vahyetti: "Kulum bir hayır iş yaparsa onu cennete götürürüm." Hz. Davud (a.s): "O hayır nedir ya Rabb’i?" diye sordu. Allah Teala şöyle buyurdu: "Bir mümin kulumun üzüntüsünü, bir hurmanın yarısıyla bile olsa gidermektir." O zaman Hz. Davud (a.s): "Allah’ım, seni tanıyan kimse asla senden ümidini kesmez." dedi."
Öyleyse yer ile gök arası büyüklüğünde, hiçbir aklın düşünemediği hiçbir gözün görmediği, gerçek saadet yurdu olan cenneti, yarım hurma karşılığında lütfeden Allah'a, câhillerden başka kim sırt çevirir?!
Böyle kerem sâhibi birisiyle muamele yapmayı kim terk eder?! Terk ederse ne elde eder? Yerini neyle doldurabilir?! Bu bağlamda Hz. İmam Hüseyin (a.s)’ın Arafe çölünde dillendirdiği duada Rabbine hitaben geçen: “Sen’i kaybeden ne bulmuş, Sen’i bulan da ne kaybetmiş?! Sen’den gayri bir bedele razı olan gerçekten de çok zarar etmiştir.” cümlesiyle, “Ne zaman gaip oldun ki, Sen’i gösterecek delile ihtiyacın olsun? Ve ne zaman uzak kaldın ki, eserler San’a ulaştıracak vesileler olabilsin? Gerçekten de Sen’i kendine gözetleyici görmeyen göz kördür. Sen’in sevginden bir nasip almayan kulun ticareti ise gerçekten de zarara uğramıştır.” cümleleri ne de anlamlıdır. Evet, bir an için bile olsa, Allah'a yönelmekte gaflet eden kimse, yerini hiçbir şeyin dolduramayacağı büyük bir şey kaybetmiş ve büyük bir zarara uğramıştır!
Heyhat-heyhat! Bununla karşılığı olmayan bir fırsatı elden kaçırmış ve hiç bir şeyin telafi edemeyeceği bir zarara düşmüştür. İşte bunun için ve Allah Teala'nın kullarına olan büyük merhametinden dolayıdır ki, mukaddes İslâm şeriatında; müminlerin bütün hareket ve duruşlarına büyük sevaplar vaadi verilmiştir. Hatta Hz. İmam Zeynül Abidin, (a.s) Şialarına şu duayı okumalarını öğretmiştir: "Ey Allah'ım, kalplerimizin bütün fısıltılarını, organlarımızın bütün hareketlerini ve dillerimizin bütün konuştuklarını, senin mükafatını kazanan şeylerden kıl." Diğer bir duada da şu tabirin yer aldığını görüyoruz: "Ey Allah'ım, senin zikrinden gayrı bir lezzetten, sana istiğfar ederim." Allah Teala'nın, mümin kullarından isteği, O’nunla muamele etmekten gaflet ederek, telafisi olmayan bir zarara düşmemeleridir. Bunun için kendine giden yolları, mahlukatın nefesleri sayısınca karar kılmıştır. öyle ki, Ehl-i Beyt İmamları’ndan gelen hadislerde: “Kim, su içtiğinde Hz. İmam Hüseyin'in, (a.s) susuz şehit edildiğini anıp, o Hazreti şehit edenlere lanet ederse, Allah Teala, ona yüz bin hayır yazıp, yüz bin günahı ondan giderir; onu yüz bin derece yüceltir. Yüz bin köleyi azat etmiş gibi sevap kazanır ve kıyamet günü onu korkusuz olarak meb'us kılar.” buyrulmuştur.
Böyle kerem ve mükafat sâhibi sınırsız zenginliğe sâhip olan Allah’ın, kendisine muhtaç olan kulunun bir nefesini bile zayi etmeye razı olacağını mı sanıyorsun? Asla! O, bu zavallı kulunun tam manasıyla O’na yönelmesini istiyor. Zira O'na yönelmekten başka bir şeref olmadığı gibi, O’ndan gayri bir hayır kaynağı da yoktur. Kulu O'na yönelince, O da kuluna yönelir. O kuluna yönelince de, fazl ve keremince davranıp onu bütün düşünceleriyle, hareketleriyle, duruşlarıyla, uykusu ve ayıklığıyla Rabb'inin rızasını kazanmayı amaçlamaya hidayet eder.
Hz. İmam Muhammed Bâkır (Allah'ın selâmı ona olsun): "Allah Teala, Hz. Davud'a vahy ederek: Kavmine bildir, onlardan herhangi birisi, ben emrettiğim takdirde bana itaat ederse; benim de ona itaat ederek, bana itaat etmesinde ona yardımcı olmam bana hak olur. Eğer benden bir şey isterse ona veririm, eğer beni çağırırsa ona icabet ederim. Eğer bana sığınırsa ona sığınak olurum. Eğer benden yardım dilerse ona yardımcı olurum. Ve eğer bana tevekkül ederse onun açık noktalarında ben koruyucu olurum, eğer bütün halk ona bir hile yapmağa koyulsalar bile, ben hepsinin üstesinden gelirim." buyurmuştur.
Yine geniş rahmetinden dolayıdır ki, zavallı kuluna zararlı olanı bırakmasını emretmiş, hatta yararsız olan şeylerle meşgul olmaktan şiddetle men etmiştir. El-Cevahir-üs Seniyye kitabında şunlar yer almaktadır: "Ey Adem oğlu, eğer kalbinin kasavetli, cisminin hasta, malının noksan, rızkının yoksun olduğunu görürsen, bilmelisin ki, bunlar konuştuğun faydasız sözlerin yüzündendir."
Boş sözlerin böyle bir etkisi olduğuna göre, haram sözlerin nasıl bir etkisi olacağı kendiliğinden bellidir. Buna göre boş söz konuşmak sana zehirden daha zararlıdır. Zira zehir senin ancak cismini tahrip edebilir. Oysa boş sözler kalbi katılaştırır, malı azaltır, rızktan mahrum eder, cismi de hasta eder.
Merhamet sâhibi yüce Allah ise, kulunun böyle bir büyük bedbahtlığa düşmesine elbette ki razı olmaz. Hatta Allah Teala'nın, kulunu faydasız sözlerden dolayı hesaba tuttuğu gibi, faydasız bakışlardan dolayı da hesaba çekeceği, bazı hadislerde yer almıştır.
İşte kulunun, bir bakışının da boşa gitmesini istememesinden dolayıdır ki, âlimin yüzüne, Kabe'ye, Resulullah'ın (s.a.a) neslinden olan Seyyidlere ve ibret almak için mahluklara bakmayı ibadet kılmıştır. Hatta, bir saat düşünmeyi altmış sene ibadet etmeye eşit kılmıştır. "Nereye dönseniz orası Allah'ın vechidir." İmam Sadık (a.s), babaları yoluyla Hz. Resulullah'dan (s.a.a) rivayet ediyor ki:
"Allah Teala, Davud peygambere (Allah'ın selâmı ona olsun) vahiy ederek şöyle buyurdu: Güneşte oturana güneş dar olmadığı gibi, rahmetime girene de rahmetim dar gelmez. Kötümser düşüncelere kapılmayana bir zarar gelmediği gibi, kötümser olanlar da fitneden kurtulamazlar."
Görüldüğü üzere bu kutsi ilâhi hitap, kurduğumuz bu ilkeye en büyük şahitlerden biridir ki, kötümser olan kimse, Allah Teala'ya olan su-i zannı yüzünden fitneden kurtulmayıp bedbahtlığa düşer. Kötümser olmayan kimse ise, Allah Tela'ya olan iyi niyetinden dolayı kötümser şeylerin zarından emin olur. Hak Teala'ya olan hüsn-ü zannı hürmetine belalardan uzak kalır.
Kendisini Ehl-i Beyt'ten gelen hadislere adayarak onlara uyup, Allah'ın rahmetine giren bir kimse içinse, asla darlık söz konusu olamaz. Aksine her kapısından bin kapı açılan kapılar onun yüzüne açılır, sonunda da ilim ve marifet nuruyla kalp ferahlığı makamına ulaşır. Bu makam ise, Hak Teala'nın, peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a) hakkında övdüğü en faziletli makamdır. Allah Teala, Kur'an'da şöyle buyuruyor: "Senin sadrini (göğsünü) açmadık mı?"
Allah Teala bir kuluna minnet koyup bu makama ulaştırırsa, o artık dünya ve ahiret belalarının ulaşmadığı kimselerden olur ve eğer herhangi bir bela da ona ulaşırsa bu ancak diğerinin ve halkın nazarında beladır; yoksa onun kendi nazarında Allah Teala'nın ona gösterdiği bu belaya sabretme sonucu ulaşacağı Allah'ın rızası ve yüce makamlara nazaran en büyük lezzetlerden ve en afiyetli bahşişlerdendir.
İşte bu yüzden Aşura günü İmam Hüseyin 'in (a.s) bazı ashaplarına, belalar şiddetlendikçe yüzleri daha da açılır ve onları daha çok sevinç alırdı.
Allah Teala size ve bize bu makamları bağışlasın.
Dünyaya düşkün insanlar böyle lezzetlere ulaşabilirler mi?! Allah Teala bize yardımcı ve vekil olmakta yeterlidir.
Ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır.
[1] Ankebut/13