PLEASE_WAIT
Acaba Ehlisünnet ile Şia arasında münazaraların yapılmasına taraftar ve teyit ediyor musunuz?
Semavi dinler, özellikle İslam dini diyalog ve görüş alış verişinin yapılmasına önem vermiş/vermekte ve buna has bir ilgi göstermiş ve göstermektedir. Zira dinin temel hedefi insanları saadete tekâmüle ve doğru yola, doğru bir şekilde hidayet etmektir. Bu hedef ve maksadın gerçekleşmesi sadece ve sadece sahih ve açık deliller çerçevesinde yapılan diyalog, görüş alış verişi ve düşüncelerin mukayesesiyle mümkün olacaktır. Kuranı kerime müracaat ettiğimizde birçok farklı konularda münazara ve diyalog örneklerine işaret ettiğini göreceğiz. Şeytan, müşrikler, muhalifler, haksız yere büyüklük taslayanlar, cebbarlar ve…ile yapılan diyaloglar bunlardan birkaç örnektir.
Peygamberlerin (s.a), özellikle İslam peygamberi hazreti Muhammedin (s.a.a.) ve imamların hayatı ve yaşamlarında doğru yollarla, mantık ve deliler çerçevesinde gerçekleştirdikleri diyaloglar, münazaraların var olduğu oldukça çoktur: “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir”. Bu konu sürekli peygamber (s.a.a) ve imamların hayatında daimi bir şekilde var ola gelmiş. Hiçbir zaman ondan gaflet ederek tatil edilmemiştir. İlim adamları ve bilgin âlimler peygamber (s.a.a.) ve imamların kendi hayatlarında muhaliflerle yapmış oldukları münazaraları toplayarak kitaplar şeklinde bize ulaştımışlardır.
Açıktır ki, gerçekleştirilen münazaralar ve diyaloglarda birçok mübarek ve bereketli faydalar var olmaktadır. Elbette burada önem arz eden durum yapılacak münazaralar ve diyalogların içereceği mübarek faydalar insanların ve özellikle Müslümanların kendilerine dönmesidir: Burada münazaraların içerdiği faydalardan bir kaçına işaret edeceğiz:
1- Diyalog ve fikir alış verişi muhalifin hidayetine ve kani olmasına neden olarak zulmün, yersiz ve gereksizce dökülen kanların en kolay ve en güzel yönüyle önleniliyor olması.
2- İslam düşüncesinin güçlenmesine ve İslam düşüncesinin en iyi düşünce, bütün düşüncelerden daha üstün olduğunun ortaya çıkmasına neden olması.
3- Sosyal yardımlaşmalardan bütün istidat ve yeteneklerden sosyal faydaların çoğu elde edilir olması ve bu yolla birçok sorunların ve müşküllerin çözülür hale gelmesi.
4- Diyalog ve münazaraların en önemli eser ve faydalarından bir diğeri de düşmanların Müslümanlar arasına desiselerle nelerin yapmak istediklerini, Müslümanların safları arasında nasıl tefrika yaratmak için çalıştıklarını anlayıp bunların önüne geçerek Müslümanlar arasında vahdetin sağlanmasına neden olması. Elbette bazı yerlerde diyalogun kötü ve negatif neticeleri de olabilir. Dolayısıyla onları tespit edip onlardan da kaçınmak gerekir.
Münazaranın şartlarından bir kısmı şunlardır:
1- Münazaralar köşe ve kenarlarda kalmış furu’i meselelerden uzak ve tamamen sakin bir ortamda yapılması gerekir ve münazara yapan iki tarafın âlemleri ilim bakımından eşit derecede olmaları lazım ta böylece hak ve hakikatin aydınlığa kavuşması için teadül sağlanmış olsun.
2- Tartışma konuları ilkin esasi ve temel konular ve meseleler olmalı.
3- Münazara yapan taraf yani ehlisünnet âlimlerinin isnat edecekleri kaynaklar Şia’ya muhalif kimseler tarafından yazılmış kitaplar ve kaynaklar değil Şia âlimleri tarafından yazılmış kitap ve kaynaklar olmalı. Ve tersine Şia âlimlerinin isnat edecekleri kitaplar ve kaynaklar da Ehlisünnetin muhalifleri tarafından yazılmış kitaplar ve kaynaklar değil ehlisünnetin kedi âlimleri tarafından yazılmış kitaplar ve kaynaklar olmalı.
4- Münazarada dikkat edilmesi gereken bir diğer önemli husus kaynak kitaplarda bir hadisin var olması o mezhebe mensup alimler o hadisin muhtevasına inanıyor anlamında algılanmamalı, bilakis mezhebe mensup kimselerin ona nasıl inandıklarına ve onların onun hakkında söyledikleri söze inanılmalı.
İlahi dinlerin, özellikle İslam dininin en bariz özelliklerden birisi diyaloga ve fikir alış verişine davet etmesidir. Zira semavi dinlerin nihai hedefi insanları ebedi saadete davet etmektir. Bu hedefin tahakkuk bulması sadece ve sadece akıl, mantık ve insanları fıtratlarına davet etmekle mümkündür: “şöyle idi ki; Allah u Teâlâ gönderdiklerini (resulleri)insanlar arasında canlandırmak istedi ve peygamberlerini onlara doğru yöneltti ki. Onları tevhit fıtratı hususunda sorgulasın ve hatıralarından gitmiş Allahın kendilerine vermiş olduğu nimetleri kendilerine hatırlatsınlar diye. Tevhitsel hakikatleri tebliğ ederek istidlal etsinler, kabirlerinde uyuttukları akılları uyandırsınlar diye…”[1] Semavi ve ilahi kitapların gözetledikleri ilk hedef budur. Bu ilk hedefin yanı sıra ikinci bir hedef de var olmakta: Kuran ve semavi kitapların takip ettikleri ikinci hedef ve vazife (risalet) insanlar için delil getirip onlara hüccet tamamlamaktır. Kuranı kerimin kendisi bu bağlamda şöyle buyuruyor: “Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz”.[2] Başka bir yerde şöyle buyurmaktadır: “De ki: “En üstün delil yalnızca Allah’ındır. (zira Allahın getirmiş olduğu delil öyle bir delildir ki bütün bahane kapılarını kapatır ve artık hiç kimse ona karşı bahane getiremez). Eğer O, dileseydi (cebren) hepinizi doğru yola iletirdi (ama cebren gerçekleşen hidayetin hiçbir faydası olmadığı gibi hüccette tamamlanamaz. Zira isteyerek ve istemeyerek hidayete olaşmış kimseleri aynı konuma yerleştirmek doğru değildir. Dolayısıyla Allah bunu yapmaz)”.[3]
Ama tüm siyasi hizipler ve kendi üyelerinin ve kuruyucularının maksat ve isteklerini temin etme hedefini güden tüm doktrinler sansür etme, insanların ağzını kapatıp susturma, zorba güçlerle onları bastırıp bu şekilde ve bu yolla kendi maksat, istek ve arzularını temin etmeye çalışırlar. Kuranı kerim yukarıdaki her iki gerçeğe farklı ayetlerde işaret etmektedir: “Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resûle, o ümmî peygambere uyan kimselerdir. O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helâl, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir”.[4] Kesin bir şekilde biliyoruz ki, insanların düşünceleri ve fikirleri kazanmadıkça zor ve kahredici güçle insanları bastırarak üzerlerinde sulta kurmanın hiçbir faydası yoktur. Kahredici güç ve kılıçla insanları teslim almak tarihteki firavunların yolu ve yöntemiydi. “Firavun, “Ben size ancak kendi görüşümü bildiriyorum ve sizi ancak doğru yola götürüyorum” dedi. (oda Musa’yı katletmektir)”.[5] “Firavun, “Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha!” dedi. “Şüphesiz bu halkını oradan çıkarmak için şehirde kurduğunuz bir tuzaktır. Göreceksiniz! Mutlaka sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da (ibret olsun diye) sizin tümünüzü elbette asacağım”.[6] İslam ve kuran bu yöntemi şiddetle reddediyor ve onu yeryüzünde böbürlenenlerin ve haksız yere büyülük taslananları yolu şeklinde tanımlıyor. “(Sonra ) firavun ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerini sandılar”.[7]
Bu yöndendir ki kuranı kerim diyalog ve münazara kitabı ve en güzel yöntemle hakka davet eden kitap olduğunu görüyoruz. Bu nedenle bu ilahi kitap dikkatli ve tefekkürle mütalaaya tabı tutulup ondan en güzel ve en iyi dini münazara bağlamındaki kaynak ve deliller istihraç edilmeli. İnançsal meselelerden ta şer’i meselelere kadar hepsi hakkında bu yöntemin hâkim olduğunu görürüz. Kuranı kerim –Müslümanların yaşamında- bu konunun kaynağı konumundadır. Hem kuranı kerim ve hem peygamber (s.a.a.) ve Ashabının hayatlarını içeren kitaplar çok farklı diyalog ve münazaraları içermektedirler.[8]
Kuranı kerime müracaat ettiğimizde diyalog bağlamında birçok örnek var olduğunu görürüz. Bu makalede bu örneklerden bir kaçına işaret ediyoruz:
Şeytan İle Diyalog:
Şeytan çok gururlu, inat ve hasut bir varlık olduğu açıktır. O, Allah’ın karşısında çok alçak ve çok rezil ve hiçbir şey olmamasına rağmen Allah’ın onunla uzun bir diyalog gerçekleştirdiğini görmekteyiz. Bunun en güzel örneği hazreti Âdem’in destanında müşahede ediyoruz. “Allah, “Ey İblis! Ellerimle yarattığıma saygı ile eğilmekten seni ne alıkoydu? Büyüklük mü tasladın, yoksa üstünlerden mi oldun?” dedi”.[9] Bu bağlamda birçok ayet var. Ancak hali hazırdaki makalede hepsini zikretmemize müsaade etmiyor.
Müşrikler İle Diyalog
Müşriklerin göstermiş oldukları tavırlar karşısında ve onları hidayete davet etme hususunda İslam dini farklı yöntemler izlemiş. Onlar ıstırap, cahillikte, bilgisizlikte ve zihinlerinin karışık olduğu dönemde İslam dini onları tevhit anlayışına ve tek bir ilaha tapmaya davet ettiği vakit bu onlar için çok acayip bir durum oldu ve şaşkınlıklarına neden oluverdi. Bu bağlamda kuranı kerim şöyle buyurmaktadır: “Kâfirler, kendilerine içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve şöyle dediler: “Bu, yalancı bir sihirbazdır. İlâhları bir tek ilâh mı yaptı? Gerçekten bu çok tuhaf bir şey!”İçlerinden ileri gelenler, “Gidin, ilâhlarınıza tapmaya devam edin. İşte bu istenen şeydir. Biz bunu son dinde (en son dinî inanışlarda) duymadık. Bu ancak bir uydurmadır”[10]. Onları acayipte bırakan şey; onların o ana kadar böyle bir davranışla; yani diyalog ve mübahase yöntemiyle insanları bir şeye (davaya) davet edildiğini hiçbir milletten görmemiş olmalarıydı[11].
Kuranı kerim onların, onları tevhide ve tek bir ilaha tapılmasının gerekliliğine davet eden peygambere karşı sergilediklerini reflekssel tavırlarını açıkladıktan sonra onları münazaraya ve delil getirmeye davet ediyor: De ki: “Allah’ı bırakıp da taptıklarınızı gördünüz mü? Bana gösterin, yeryüzünden neyi yaratmışlardır? Yoksa göklerin yaratılışında onların bir ortaklığı mı var? Eğer doğru söyleyenler iseniz bundan önceki bir kitap yahut bir bilgi kalıntısı olsun getirin bana!”[12]
Bu istek karşısında hemen Müşrikler kendilerini suçsuz ilan etmek içi bahanelere sarılarak şöyle diyorlar: “Allah’a ortak koşanlar diyecekler ki: “Eğer Allah dileseydi, biz de ortak koşmazdık, babalarımız da. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Onlardan öncekiler de (peygamberlerini) böyle yalanlamışlardı da sonunda azabımızı tatmışlardı. De ki: “Sizin (iddialarınızı ispat edecek) bir bilginiz var mı ki onu bize gösteresiniz? Siz ancak kuruntuya uyuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz”.[13] “De ki: “Eğer onların iddia ettiği gibi, Allah’la beraber (başka) ilâhlar olsaydı, o zaman o ilâhlar da Arş’ın sahibine ulaşmak için elbette bir yol ararlardı”.[14]
Her halükarda ayetleri incelediğimizde müteaddit ayetlerde şunu görüyoruz ki: Kuranı kerim daha önceki peygamberlerin kendi ümmetleriyle; ister ümmetlerinin firavunlarıyla olsun ister genel halkla, yapmış oldukları diyaloglarından bahis ettiği gibi kendisinin de sapıtmışlara, kıyameti, nübüvveti inkâr edenlere ve ehli kitaba karşı izlemiş olduğu stratejisinin mübahase ve diyalog yöntemi olduğunu belirtiyor.[15]
Bu konu İslam peygamberi ve değerli ehlibeytinin siresi ve yaşamında da kendini göstermektedir. Tarihe baktığımızda bu değerli şahsiyetlerin toplumun tüm sınıflarıyla karşılaştıkları vakit onları mübahase ve diyalog yoluyla hak ve hidayete davet etiklerini müşahede ediyoruz. Taberisi’nin telif etmiş olduğu “el-ihticac” adındaki kitaba müracaat edersek onların ibni Mukaffa ve ibni ebul-Avcaa olmak üzere hatta inkârcı ve mülhit kimselerle mübahase ettiklerini ve nasıl münazara yaptıklarıyla aşına oluruz. O değerli ve büyük şahsiyetler mübahaselerinde ve münazaralarında o denli dakik, derin, zarif, burhanlı, mantıklı ve İslami ahlaka sahip idilerdi ki karşılarında olan kimseler için hiçbir noktada açık ve bahane kapısını bırakmıyorlardı. Bu bağlamda o denli dakik idilerdi ki düşmanları bile bu durumlarını itiraf etmek zorunda kalmışlar. Mufaddal b. Ömer sahip olduğu o büyüklüğüyle bile ibni ebul-Avca’nın sözlerine karşı tahammül gücünü elden veriyor. Ama imam sadık ve diğer imamlar (a.s.) ibni ebul-Avca olmak üzere tüm muhaliflerinin davranış ve sözleri karşısında o denli yumuşak, tahammüllü ve vakarlı idilerdi ki muhalifler için bele örnek olurlardı.
Muhammed b. Sinan Mufaddal b. Ömer’den şöyle naklediyor. Mufaddal diyor: “Akşama doğruydu! “ravza”da Allah resulünün kabri ile minberi arasında oturuştum. Ümmetin kendilerinden habersiz olduğu Allah tarafından kendisine (hazreti Muhammed’e) verilmiş olan nimetler ve yüce konumu hakkında düşünüyordum. Bu halet üzereyken aniden ibni ebul-Avca “ravza”ya girdi. Sesini duyabilirim şekilde benim uzağımda bir yerde oturdu ve ağzını açıp konuşmaya başladı: “Şüphesiz bu kabrin sahibi bütün yönleri ve haletleriyle kemalin, şerefin ve büyüklüğün en son merhalesine yetişmişti”. Ve devam ediyor: “O çok büyük bir mertebenin ve menzilenin iddiasında bulunan bir filozof idi. Bu iddiasını kanıtlamak için akılları mağlup, algıları acze düşürüp ne yapacaklarını bilmeyecek duruma sokan mucizeler getirdi. Düşünürler onların hakikatini derk etmek için düşünce deryasının derinliklerine daldılar ancak eli boş, sergerdan, başarısız ve umutsuz bir halle geri dündüler. Düşünürler, hatipler ve edipler onun davetini kabul etikten sonra diğer insanlar fevc fevc, grup grup onun dinine girdiler. Onun ismi Allahın ismiyle yan yana anıldı. Günlük olarak beş defa azanda ve ikamede onun daveti ve getirmiş olduğu ilahi hüccetin ulaşdığı her yerde; sahralarda, dağlarda, derelerde ve deryalarda ibadethanelerin minarelerinden bu feryat gökyüzüne doğru yükseliyordu. Böylece her dakika ve her saat onun yâdı diri kaldı ve daveti ve risalesi artık sönüklüğe yüz tutamaz hale geldi”. ibni ebul-Avca dedi: “Muhammed (s.a.a.) hakkındaki sözü bırakalım bir yana. Aklım onu anlamakta bile sergerdandır, düşüncem ve fikrim onun yaptığı işi derk etmekte kapalı, sapıtmış ve acze düşmüş durumda. İnsanlar hangi nedenden dolayı onun sözünü tuttu. Onun yapmış olduğu işin sırrından ve köklerinden konuş ki insanlar o sırlar ve kökler nedeniyle onun sözünü tuttular”. ibni ebul-Avca bu merhaleden sonra ilkin varlıkların vücuda nasıl geldiği konusu hakkında konuşmaya başladı ve şöyle konuştu: “varlıkların vücuda gelme noktasında hiçbir takdir, tedbir söz konusu değildi. Yaratıcı, san’i ve tedbircileri yoktur. Bilakis her şey hiçbir tedbircinin, hiçbir yaratıcının olmaksızın kendiliğinden vücuda gelmiş. Dünya her zaman böyle idi ve böylede kalacaktır”.
Mufaddal diyor: “ben bu yersiz ve saçma şeklinde olan sözlerini duyar duymaz galeyana geldim, kızdım, afalladım kontrolümü elden verdim, kendimi kaybettim, artık dayanamadım ve ona hitaben şöyle dedim: ey Allahın düşmanı! Allah”ının dinini inkâr mı ediyorsun? Seni en güzel surette ve en kâmil bir yaratık olarak yaratan ve seni bu derecelere getiren Allah’ı inkar mı ediyorsun? Eğer kendi içinde iyi, dakik ve güzel bir şekilde düşünürsen, eğer sahip olduğun latif olan hissin yanlışlığa maruz kalmamışsa Rabbinin burhanının aynasını, san’iin sanat eserlerini vücudunda gizli olduğunu ve onun nişanelerini ve delillerini yaratıklarda açık bir şekilde görebilirsin”.
ibni ebul-Avca Mufaddalın sözlerini o kızgın ve afallamış ses tonuyla duyduktan sonra şöyle diyor: “ey şahıs! Eğer mütekellimlerden birisiysen seninle konuşurum. Eğer bana galip gelirsen ve hakkı senin yanında bulursam senden kabul eder ve sena tabi olurum. Ama eğer mütekellimlerden değilsen hiç konuşma. Eğer imam Cafer-i Sadık’ın ashap ve yaranlarından isen bil ki, o bizimle böyle konuşmuyor. O bizimle senin yaptığın yöntemle tartışmıyor. O senin bizden işittiklerinin daha fazlasını ve daha ağırını işitti. Ama hiçbir zaman konuşmalarını sövercesine ahlaksızlık ve haddi açacak durumlarla karıştırmıyordu. O sürekli kendi konuşmalarında sabırlı, tahammüllü, vakarlı, hesaplı ve muhkemdi. Hiçbir zaman kendi konuşmalarında heyecana ve galeyana gelmiyordu. Ahlak bakımından daralmıyor ve afallamıyordu. İlkin saygıyla bizim konuşmalarımızı dinliyor ve delillerimizi doğru bir şekilde anlamaya çalışıyordu. İçimizde var olan her şeyimizi ortaya dökerdik. O büyük bir sessizlik ve saygıyla konuşmalarımızı diniyordu. Biz kendi kedimize onu yendik artık onun söyleyeceği hiçbir sözü yoktur şeklinde kendimize umut veriyorduk. Ancak konuşmalarımız bitikten hemen sonra kısacık bir cümleyle bizi yeniyor bütün delilerimizi çürütür mazeretlerimizi ortadan kaldırıyordu. Bizi kendi delilerine mahkûm ediyordu. Bu mahkûmiyet o denli büyük olurdu ki karşısında delillerine karşı söyleyecek hiçbir bulamaz olurduk. Eğer sen onun yaranlarından olduğunu iddia ediyorsan sende gel bizimle onun gibi konuş””.[16]
Bu yöntem ve konu peygamberlere, imamlara ve hazreti Zehraya (s.a.) has bir yöntem değildir.[17] Bilakis onlar kendi takipçileri ve ashapları için örnek oldular. İslam tarihinde mübahase ve münazara yöntemiyle muhalifleriyle kendi muhaliflerine karşı tavırlar ve davranışlar sergileyerek diyaloga geçen birçok büyük şahsiyet var olmaktadır. İbni Abbas’ın Muaviye ve diğer ehlibet[18] düşmanlarına karşı, Selman-i Farisi’nin yapmış olduğu birçok[19] münazara, peygamberin (s.a.a.) hanımı ümmü Selemenin Peygamberin (s.a.a.) bir diğer hanımı olan Aişe’e karşı yapmış olduğu mübahase,[20] Hişam b. Hekem’in Mutezile imamı olan Amır b. Abid ile yapmış olduğu münazaralar[21] bu hususta birkaç örnektir. Ama bilinmelidir ki muhaliflerine karşı münazara yapan, diyaloga geçen ve bunun ehli olan daha onlarca kişi vardır ki, burada hepsinin ismini zikretmek mümkün değildir. Bu mesele o denli geniş ve yaygındır ki hakkında birçok kitap bile yazılmış. Tabarisi’nin kaleme aldığı “ihticac”, seyit Ali Hüseyni Kumi’nın kaleme aldığı “münazarati ilmiye beyne şia ve ehlsünne”, seyit Şerefuddin’nin kaleme aldığı “el-müracaat” (el-ezherin eski imamlarından Selim Beşirle yapmış olduğu diyalogdur) gibi kitaplar ve bunlara benzer ismini sayamadığım daha nice kitaplar bu bağlamda örnek teşkil etmektedir.
Bu açıklamalar ve verilen örneklerle diyalog ve münazara yönteminin yeni bir yöntem olmadığı, bilakis kuransal bir yöntem olduğu ortaya konulmuş oldu. Şia’larda kendi imamlarını örnek alarak bu yöntemi İslam’ın ilk döneminden beri kendiişlerinin başına aldılar ve günümüze kadar bu yönteme bağlı kaldılar ve kalmaktadırlar. Özellikle ehlisünnet kardeşlerine karşı bu bağlamda daha özen göstermişlerdir.
Cahillere Karşı Sergilenen Tavır
Elbette bilinmelidir ki münazaraya atıf edilen önemlilik diyalogun ve münazaranın her yerde ve her zaman doğru ve kabul görülür anlamına gelmez. Bu bağlamda dikkatlice kurana bakıldığında bu yöntemin bazı yerlerde ve bazı zamanlarda tavsiye edilmediği de müşahede edilmektedir. Mesela!: Karşıdaki muhalif cahil, inatçı ve hakikatin anlaşılması peşinde değil, aksine başka garezlerin ve vakit öldürmenin ve… Peşinde olduğu anlaşıldığı zamanlarda bu yöntem kesinlikle tavsiye edilmiyor. Allah u Teâlâ bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Rahmân’ın (has) kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman (ve onlara yakışmayan sözler söyledikleri vakit), onlara “selâm!” derler (ve vakarlı ve aldırış yapmadan geçerler)”.[22] “Boş sözü işittikleri vakit ondan yüz çevirirler ve, “Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz de size. Selâm olsun size (bizden size zarar gelmez). Biz cahilleri istemeyiz” derler”.[23] “Onlar ki, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler”.[24] Kuranı kerim başka bir yerde şöyle buyuruyor: “Ant olsun, sen kendilerine kitap verilenlere her türlü mucizeyi getirsen de, onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Ant olsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, o takdirde sen de mutlaka zalimlerden olursun”.[25]
Diyalogun Eserleri ve Neticeleri:
Diyalog ve fikir alışverişinde bulunmanın birçok mübarek ve bereketli faydası ve eserinin var olması açıktır ve herkes tarafından da kabul görülmektedir. Diyalog ve görüş alışverişinden kaynaklanan bu mübarek ve değerli fayda ve eserler İslam camiası ve beşeriyet dünyasının kendisine dönüyor. Diyalogdan kaynaklanan semerelerin bir kısmı şöyledir:
1- Kargaşasız ve kan dökülmeksizin hidayet ve irşat görevi yerine getirilmesi ve insanların kendi maksatlarına ulaşmaları.
2- Diğer düşüncelere karşı İslam tefekkürünün daha irşatçı, daha kani edici ve daha üstün oluşu ya ehlibeyt mektebinin diğer İslam mezheplerine karşı galip olduğu.
3- Sosyal yardımlaşmaların tahakkuku, yardımlaşma yoluyla camianın tüm fertlerinin istidatlarından yararlanması ki nihai olarak birçok sorunların çözümüne neden oluyor olması.
4- Konu edilen mesele tüm yönüyle ele alındığına dair itminanın hâsıl olmasının neticesinde ortaya atılan meselenin kendisi hakkında da itminanın meydana gelmesi.
5- Fikir alış verişin en öneli semere ve eserlerinden bir diğeri, Müslüman toplumlarının safları arasında vahdetin şekilleniyor olması ve düşmanların ihtilafsal meselelerden istifade edip Müslümanların arasına tefrika sokmaya çalıştıklarından haberdar oluyor olmaları.[26]
Diyalogun Şartları:
Münazaralarda riayet edilmesi gereken bazı şartlar var. Şimdi bu şartları zikretmeye çalışacağız:
1- Münazaralar tamamen sakin ve köşe kenarda kalan meselelerden uzak bir ortamda yapılması gerekir. Münazara yapan her iki tarafta ilmi şahsiyetler ve ayni seviyeye sahip olmaları gerekir ki bununla hak ve hakikatin aydınlanması için ilmi kariyer ortaya konulmuş olsun.
2- Münazara düşman ve inat olan kimselerin olmadığı ve karışıklıklardan uzak bir yerde ve ortamda olmalı.
3- Münazara konusu edilen meseleler ilkin temel, ilkler konumda ve esasi meseleler olmalı, meselelerin ortaya atma yöntemi ilmi ve delile dayalı olmalı. Daha sonra yani usuller üzerinde bir neticeye varıldıktan sonra ikincil konumda olan meselelere geçerek onları ortaya atıp üzerinde konuşulmalı.
4- Köşe kenarlarda kalmış meselelerin ortay atılmamasına dikkat edilmeli. Has bir şahsın fetvası ya has bir kişinin görüşlerinin ortaya atılmamasına dikkat edilmeli, ihtilaf konusu olan bazı meselelerin veya tanınmayan bazı meselelerin ortaya atılması gibi.
5- Bazı ayetleri kesip parçalayarak bir bölümünü almaktan, münazarayı akim bırakacak ve hakikate ulaşmayı engelleyen her çeşit şeylerden kaçınmalı.
6- Münazara ve diyalogda çok önemli olan meselelerden bir diğeri de muhalif taraf bizi Şia olarak kabul etmeli ta ki, görüşler takkiyesiz ve açık bir şekilde ortaya atılabilinsin. Ama maalesef bazen Şia karşıtı olan bazı fikirsel gruplar kendi münazaralarında galip geldikleri zaman bu galibiyeti bir fikrin Şia fikrine karşı galip geldiğini kabul ederler ama Şialar onlara karşı galip geldiği zaman bunu Şia fikrinin başka bir fikre galip geldiğini kabul etmiyorlar. Böyle bir durum tahakkuk bulduğunda hemen bahaneye sığınıyor ve şöyle demeye başlıyorlar: Ssiz takkiye yapıyorsunuz, takkiye olarak bu konuları ortaya atıyorsunuz. Bu yöntem hakikatin ortaya çıkmasını engelliyor. Böyleli bir yöntem gerçekte münazara kapısını Şialara karşı kapatıyor. Dolayısıyla her iki halette de Şia’yı yenik ve mağlup olarak tanımlamaya çalışıyorlar. Bu doğru değildir. Dolayısıyla böyleli münazaralar bir yere varamazlar.
7- Münazarada Şia karşıtı olan taraf kendi mezhepsel ve fikirsel hüviyetini açık bir şekilde belirtmesi gerekmektedir. Mesela: Fıkıhsal olarak hangi mezhepten ise (maliki, Hanefi, Şafii, Hanbeli) fıkhi mezhebini ve kelamsal olarak hangi mektepten ve akideden ise; aş’ari, mutezile ve… kelami mektebini açık bir şekilde ortaya koymalıdır ki onun karşısında yer alan Şia alimi kiminle taraf olduğunu bilsin ta ona göre onunla münazara yapsın.
8- Münazarada karşıdaki taraf Şia’nın kaynak kitaplarına isnat etmesi gerekir. Şia’ya karşı olan kimseler tarafından yazılmış olan kitaplara isnat etmemeli. Birçok münazaralarda bunun tersi yani muhalif taraf Şia’nın kaynak kitaplarına isnat etmesi yerine Şia’ya muhalif olan kimseler tarafından hazırlanmış ve Şia’ya isnat edilen kitaplara isnat edildiği müşahede ediliyor. Oysa münazarada doğru yöntem bu değil, bilakis doğru yöntem Şia’ların kabul görmüş olduğu kaynaklara isnat edilmesidir. Ayni yöntem ehlisünnetin karşısında olan Şia âlimleri için de geçerlidir. Yani Şia âlimleri de ehlisünnet âlimleri tarafından yazılmış kaynaklara isnat etmeliler, muhalifleri tarafından yazılan kitaplara değil.
9- Münazaralarda teveccüh edilmesi gereken konulardan bir diğeri de şudur. Münazara yapan her iki taraf da bunu bilmelidir ki kitaplarda var olan her hadisin muhtevası o mektebin takipçileri tarafından kabul ediliyor anlamına gelmez. Bazen mümkündür ki, kitaplarda bir hadis bulunsun ama o mezhebin takipçileri tarafından o hadisin muhtevası kabul görülmemekte ve ona inanılmamaktadırlar. Örneğin kuranın tahrifiyle ilgili hadisler hem ehlisünnet kitaplarında mevcut hem Şia kitaplarında. Ama her iki mektebin muhakkikleri bu hadislerin muhtevasını kabul etmiyor ve inanmıyor. Bu nedenle münazara yapan taraflar muhakkiklerin sözüne inanmaları gerekir. Hadislerin varlığı yeterli değil.
Konuyla ilgili zaruri görülen konulardan bir kısmı bunlardı ki burada zikrettik. Elbette daha başka konular da vardır ama burada onları açıklamaya fırsat yok.
--------------------
[1] “Nehcü’l-balaga”, hutbe no: 1.
[2] İsra, 15
[3] Emam, 15.
[4] Araf, 157.
[5] Gfir, 29.
[6] Araf, 123-124.
[7] Kasas, 39.
[8] FAZLELLAH, seyit Muhammed Hüseyin, “elhivaru fi’l-kuran”, baskı, 1, Kum: mektebetu’ş-şehid sadar, s. 1.
[9] Sad, 75.
[10] Sad, 4-7.
[11] FAZLELLAH, seyit Muhammed Hüseyin, “elhivaru fi’l- kuran”, baskı, 1, Kum: mektebetu şehid sadr, s. 69.
[12] Ahkaf, 4.
[13] Enam 148.
[14] İsra, 42.
[15] Bkz. Ed-DERDESAVİ, Naim Rızk, “esalibu’l-kuranı kerim fi reddi ala’l-hemalati’l-aalamiye”, baskı, 1, Urdun: darulkuran, 1420 k.,
[16] “Tevhidi mufaddal”, Kum: intişarati maktebetu’d-daveri, 1969. s. 40-42; “biharu’l -nvar”, Beyrut: müessesetü’l-vefa, 1404, c. 3, s. 58.
[17] Bkz. “biharul envar”, Beyrut: müessesetü’l-vefa, 1404, c. 29, s. 216. Hazreti Fatma’nın fedek hakkındaki söylemiş olduğu hutbeyi içeren fasıl.
[18] Bkz: KARNİ GÜLPAYGANİ, Ali, “nehcü’l-velaye”, s. 129–138. Alıntı: Mahammed Cafer Hüseyniyan, “revişi münazara”.
[19] TABARİSİ, “el-ihticac”, c. 1, s. 11 ve 111.
[20] A.g.e. s. 116.
[21] SUBHANİ, Cafer, “el-mezahibu’l-islamiye”, çap-i müessesei imam sadık (a.s.) s. 101. Alıntı: “amali Murtaza”, c. 1, s. 178-177.
[22] Furkan 63.
[23] Kasas, 55.
[24] Müminün, 3.
[25] Bakara, 145.
[26] Bkz: Muhammed Cafer Hüseyniyan, “revişi münazara”.